1-) Müslümanlar açısından içinde yaşanılan ülke ne ifade eder?
2-) Türkiye dün neyi temsil etmiş, bugün ne ifade etmektedir?
3-) İslami hareketlerin yaşadıkları toprağa ve mensubu oldukları halka yönelik münasebet- bağlılık düzeyi ne olmalıdır?
4-) Türkiye coğrafyasında faaliyet gösteren İslami oluşumların ‘Türkiyeli’ olması gerekli midir?
5-Türkiyeli olmak ile Türkiyeci olmak arasında bir ayrım yapılabilir mi?
1-) Bir devletin egemenliği altında bulunan bir coğrafya olarak ele aldığımızda ülkeyi, Müslümanların yaşadıkları ülkelerin ne anlama geldiğini değerlendirmek daha sıhhatli olacaktır. Yalnızca bir kara parçası olarak, memleket olarak bakmak yetmiyor ülke mefhumuna; burada işleyen bir sistem, egemen olan bir rejim ve bunu cari kılan bir irade de söz konusu oluyor. Müslümanlar da yaşadıkları coğrafyayı anlamlandırırken genelde bu temelde yaklaşım farklılıkları sergiliyorlar. Kimisi ülkeyi “vatan”laştırarak kutsuyor, kimisi tarihsel arkaplanına bakarak toptan bir yüceltme yoluna gidiyor, bazıları ise sunulan geleneksel dinî imkânları yeterli bularak yaşadıkları ülkeyle barışık, onunla mazbut bir ilişkiyi telkin ediyor.
Elbette Müslümanlar olarak yaşadığımız coğrafyaları bizim için en başta anlamlı kılan şeyler; buralarda yaşayan halkların Müslüman olmaları, toplumsal yapıyı biçimlendiren kültür ve geleneğin büyük oranda İslami değerlerle harmanlanmış olması ve sosyal-insani ilişkilerimizin içinde yaşadığımız toplumla iç içe belirlenmiş olmasıdır. Gerek bu sosyal realite gerekse İslam’ın uzun süredir bu coğrafyaların ruhunda yerleşik olması bizi de buralı kılmakta, içinde yaşadığımız ülkenin doğal fertleri arasına dâhil etmektedir. Bununla beraber, doğduğumuz, yaşamımızı sürdürdüğümüz ve öldüğümüzde defnedildiğimiz bu toprakları insani-fıtri bir duygu olan memleket sevgisiyle sahiplenmek de oldukça doğaldır. Zira insan bu hissiyatı çocukluğundan beri yüreğinde taşır ve büyütür, ölene dek memleketine bağlı kalır, uzaklaştığında da özler. Ne var ki bu insani psikoloji bu çağa hükmedememekte, ülke sevgisini ve bağlılığını ulus-devletler çağının hiç de insani olmayan kirli değerleri temsil etmektedir.
Ulusçuluk olgusu, tarihsel müktesebatı ile birlikte bir coğrafya ve halkını tekleştirip standart ve yapay değerlere tapar hale getirmiştir. Bu duygu yıllar içinde muhafazakârından Kemalist’ine neredeyse toplumun genelinin ortak değerine dönüşmüştür. Bu hastalıklı hal, Müslümanların dağılmasının bir tezahürü olduğu kadar bugünü kodlayan önemli veriler de sunmaktadır. Bu temelde yaşadığımız ülkeleri anlamlandırırken dünü-bugünü ve ona hamledilen aktüel değerleri görmezden gelmeyen gerçekçi bir yaklaşım sahibi olmalıyız. Bir ideolojik aygıt olarak devletin bizlere, değerlerimize, inancımıza karşı tasarrufu, yaklaşımı bizim onunla kuracağımız ilişkiyi, ona karşı geliştireceğimiz tavrı belirleyen en önemli saiktir diyebiliriz.
2-) Türkiye, Osmanlı bakiyesi bir devlet olarak geniş bir tarihsel arka plana ve devlet geleneği bağlamında köklü sayılabilecek bir mirasa sahiptir. Bu tarihsel veri temelinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti, dönemin konjonktürüne uygun, geçmişi sadece yok sayan değil onunla bilerek kavga eden, başta İslami olmak üzere tüm değerlere savaş açan ve modern Batılı bir ulus inşasını amaçlayan bir yol izlemiştir. Ulus devletler furyası bütün İslam coğrafyasını baştan aşağı benzer şekilde değişime uğratmıştır. Savaştan çıkan bir toplumun çocuklarını yeni bir anlayışla modern ulusun neferi kılmaya çalışanlar dünü unutturmak için de büyük gayret sarf etmişlerdir. Teorik-pratik bağlamda eksik ve zaaflı bulsak da Osmanlı hem hâkim olduğu toplum hem de muarızları nezdinde İslam’ı temsil etmektedir ve toplumsal hafızadan silinmek istenen de aslında budur. Bu yönleriyle Türkiye İslam’ın temel değerlerine düşman kadrolar eliyle yeni bir toplum mühendisliği zemininde kurulmuştur. Ne var ki ulusçulukla ortak paydalarda buluşabilerek varlık gösteren Türk milliyetçiliği kendi rotası içinde ilerlerken kendi geçmişiyle bağlarını koparmadan toplumsal muhayyiledeki Osmanlı olgusunu canlı tutmayı sağlamış, bu özlemi yaşatmayı başarmıştır. Bu durum bir paradoks gibi görünse de ulus devletin nüfuz alanını tehdit edecek bir aksiyona yol açmadığı ve muhalif İslami duyarlılığı belli oranda milliyetçilik potasında eriterek sisteme kattığı için ciddi rahatsızlığa yol açmamıştır. Bu nedenle Türkiye kimileri için modern bir ulus devlet, bazıları için de Osmanlı’nın şanlı mirasını bıraktığı yerden devam ettirecek güçlü bir varis olarak kabul edilmektedir. “Dün” dediğimiz şey, kitlelerin özlemleri ve talepleriyle tanımlanmaktadır daha çok ve bu da oldukça öznel bir durumdur.
Türkiye için dünün ne anlam ifade ettiği hangi zaman diliminden geriye doğru bakıldığına bağlıdır. Cumhuriyet kadroları için dün İslam’a karşılık gelmekteyken bugünden cumhuriyet dönemine doğru baktığımızda Türkiye’nin kuruluşu seküler-laik bir azgınlığın palazlanması anlamına gelecektir. Bu değerlendirme elbette mümin bir zihnin bakış açısıdır. Toplumlar zamanla yaşanan değişimleri farklı biçimde yorumlayabilir, bugün yarınki nesiller için bambaşka anlamlara gelebilir. O nedenle zamanın kendi ürettiği koşullardan bağımsız, toptan bir değerlendirme yapmak pek sağlıklı olmayacaktır.
Muhakkak ki kurucu ideolojinin sapkın ve insani olmayan, hükmettiği toplumun talep ve özlemlerini yok sayan totaliter tutumu ile bugün daha insani ve toplumla belli oranda barışık bir idareyi eşitlemek asla mümkün değildir. Cumhuriyet değerlerinin yok saydığı, kenara attığı kitlelerin desteğiyle uzun süredir iktidarda bulunanların toplumda sağladığı özgüven bazı şeyleri yeniden değerlendirmeyi icbar etmiştir. En azından bu özgüven sadece burayla sınırlı kalmamış, hükümetin İslam coğrafyasıyla kurduğu samimi temaslar, kardeşlerimizin de umutlarını artırmış, yeniden toparlanma azimlerini pekiştirmiştir. Türkiye Cumhuriyeti her ne kadar resmî ideolojisi Kemalizm olan bir ülke olsa da pratikte kendi halkının tarihsel gerçekliğiyle barışık Müslüman halklarla dost olan bir idare tarafından yönetilmektedir. Bu anlamlı ve değerli bir kazanımdır. Bugün Türkiye bu açıdan çok önemli bir konumda, ümmet şuurunun pekişmesine ön ayak olacak bir pozisyondadır. Ne yazık ki bu önemli realite son yıllarda göz ardı edilmekte, Türkiye idarecilerinin tasarrufuyla daha çok içine dönerek milliyetçiliğin yoğunlaştığı bir toplumsallığa sürüklenmektedir. Bugünkü tablonun bir tarafı umudu diğer yüzü karamsarlığı resmetmektedir.
3-) İslami hareketler için yerellik-evrensellik meselesi her zaman önemli yöntem tartışmaları arasında yer almaktadır. Her şeyden evvel hepimiz, kişiliğimizin geliştiği, sosyal çevremizin ve muhatap kitlemizin belirdiği bir toplumsal yapının içinde yaşamaktayız. İçinde yaşadığımız toplumun bir parçasıyız. Ve İslami hareketler, cemaatler de en başta bu topluma hitap etmekte, toplumsal değişim ve ıslah çabalarını mensubu oldukları halkın içinde yürütmektedirler. Ona yabancı davranmak, dışlamak ya da dışında kalmaya çalışmak mücadele ve ıslah çabalarının mantığına birebir zıt tutumlar olacaktır.
Müslümanlar olarak yaşadığımız topraklarda yerelin koşullarını önemsemek, hareket fıkhımızı sosyal verileri göz ardı etmeden belirlemek zorundayız. Ancak mücadelemizi ne etnik ne yerellik ne de bölgecilik temeline dayandırırız. Yereli aşan, ümmet bilinciyle çelişmeyen ve fakat yaşadığımız bölgenin, mensubu olduğumuz halkın sorunlarına da bigâne kalmayan bir yöntemi esas almalıyız. Bu hareket fıkhı, sapmaya çok uygun olan yerellik-bölgecilik meselesinde hassas bir dengeyi gözetmeyi gerekli kılar. Toplumların baskın ve aktüel duyguları, İslami hareketleri de etkisi altına alacak kadar güçlüdür. En başta milliyetçi hamaset, etnik vurgular duruşu net olması gereken Müslümanları da önüne katacak güce sahiptir. Çoğunlukla toplumla karşı karşıya gelmemek için bu sapmalara göz yuman, tavrını esneten ya da umursamaz davranan kesimler, kabul edilemez bir müdahanede bulunmuş olurlar. Son tahlilde hareket fıkhımızı belirleyen toplumsal kabuller ve baskın duygular değil, Rabbimizin kitabı ve Resul’ünün (s) mücadele örnekliğidir. Toplumsallaşmak-kitleselleşmek uğruna toplumu olduğu gibi kabullenip ona benzemeye çalışanların İslami mücadeleye faydadan çok zararı olacaktır.
4-) “Türkiyelilik” kavramı yerelliği çağrıştırdığı gibi etnik bir tanımlamaya da karşılık gelmektedir. Bu sıfatın hangi maksatla, neye istinaden kullanıldığı önemlidir.Türk milliyetçiliği söyleminin yoğunlaştığı, devlet eliyle güçlendirildiği ve her kesime dayatılarak bir sınanma aracına dönüştürüldüğü şu günlerde Türkiyelilik kavramının bir etiket olarak kullanılması sığınmacı bir tutuma karşılık gelebilir. Bununla beraber bir parçası olduğumuz İslam ümmetinin içinde hem kendi hareket geleneğimizi hem de mevcut toplumsal kabulün karşılığını belirlemek için Türkiyeli Müslümanlar ifadesini sıkça kullanırız. Bir topluluğa mensubiyetin altını kalınca çizmek için mi yoksa parça-bütün ilişkisi bağlamında bir anlamlandırma niyetiyle mi Türkiyelilik tabirine müracaat ediyoruz? Buna verilecek cevap konumumuza ve kimliğimize işaret eder. İkisinin bir arada olması ise eklektik bir kimliğe karşılık gelir.
Elbette buralıyız, bu topraklarda yaşıyoruz ve mücadelemizi buralarda sürdürmeye niyetliyiz. Ne var ki ne hareketimizi oluşturan birikim, ne değerler müktesebatımız sadece buradan neşet etmektedir. Bir parçası olduğumuz ve bunun için Rabbimize şükrettiğimiz ümmetin kazanımları, ortak hâsılası, tecrübî birikimi ile anılmayı, paydaş bilinmeyi daha doğru buluyoruz. Bu bakımdan bir tanımlama aracı olarak Türkiyeli Müslümanlar ifadesi belki gereklidir ancak ölçüsüz bir sahiplenmeyle ciddi zaaflara da kapı aralayabilir.
Türkiye coğrafyasında farklı bölgelerde faaliyet gösteren İslami yapıların kendi toplumlarıyla yatay ve direkt ilişki kurmadan faaliyet zenginliği ve tebliğ imkânı bulması mümkün değildir. Bu durum karşılıklı iletişimi ve yoğun bir ilişkiyi mecburi kılar. Toplumun sorunları, istek ve arzuları da haliyle Müslümanların gündemini meşgul etmek zorundadır. Tam da burada Müslümanların yerellik-bölgecilik tutkusunu, sorun ve tehdit algısının toplumda üst düzeye çıkmasıyla birlikte mücadelelerinin merkezine oturtması oldukça kötü numunelerin ortaya çıkmasına yol açar, açmaktadır. Birçok Müslümanın Kürt meselesiyle ilgilenirken zamanla Kürt milliyetçiliğinin arkaik tezleriyle sapmaya uğraması, yer yer Apocu “aydınlanmanın” ışığında içinden çıktığı mahalleye bir itirafçı gibi yaklaşması mezkûr tutumun kötü örneklerindendir. Aynı şey bilhassa 15 Temmuz sonrası hükümet eliyle tırmandırılan milliyetçiliğin ve Mustafa Kemal sevdasının en başta hükümete yakın duran Müslümanlar tarafından içselleştirilmesinde de ortaya çıkar. Yeniden keşfedilmiş, üretilmiş, köpürtülmüş bir Türkçülük, İslami değer ve söylemlerin önüne geçirilen kutsal bir inanca dönüştürülmektedir son zamanlarda. AK Parti-MHP ittifakının Müslümanlar tarafından eleştirilmemesi ve hatta sahiplenilmesi, milliyetçiliğin mahallemizi eskisi gibi yeniden esir almaya başladığı anlamına da gelir. Bunun muhafazakâr bir iktidar eliyle kurumsal karşılık bulması, geleneksel dinî anlayışla iç-içe anılması, iddia sahibi Müslümanları zaafa uğratmakla kalmamakta, modern çağın en tehlikeli toplumsal hastalığı olan milliyetçiliğin nesilleri zehirlemesine de neden olmaktadır. O nedenle Türkiyeli-Türkiyeci-Kürdistani vb. tanımlamalar bizim çabalarımızdan bağımsız şekilde anlamlandırılıp dayatıldığında bunları benimsemek, kabullenmek bir yana bizatihi bu sapmalarla mücadele etmek gerekir.
5-) İkisi arasında mahiyet bakımından elbette fark vardır ancak bu iki tanımın iktidar eliyle ve milliyetçi terkiplerle sürekli gündemleştirilmesi o naif detayı ortadan kaldırmaktadır. Türkiyecilik en başta Türk milliyetçilerinin, Turancı geleneğe bağlı olanların, devleti her şeyden yüce tutanların sevdasıdır. Kutsalı sadece Türkiye olanlar, bunu bazen dinle, bazen tarihle bazen de siyasal gelişmelerin etkisiyle yeniden yorumlarlar, sürekli gündemde tutarlar. Türkiyecilik, modern tanımla ulusal sınırlar içinde ulusal çıkarların muhafaza edilmesini, onu tehdit eden (ümmetçilik ve İslamcılık dâhil) dâhili ve harici her şeye karşı devleti koruma şuurunu tanımlar. Türkiyeli olan hareketler de sık sık Türkiyeci davranmakta, söylem ve pratikte neredeyse sadece Türkçülükle yetinmektedirler. Oysa Türkiyelilik ümmetin bir parçası olduğumuzun bilinciyle anlam ifade etmeli ve ideolojik-siyasi bir yükü bünyesinde taşımamalı. Müslümanları, mücadelelerini, çabalarını, direnişlerini tanımlayacak fazlasıyla karşılık Rabbimizin kitabında zaten mevcuttur.
Yaşadığımız sosyal şartlar kendimizi tanıtırken ilave karşılıklar aramaya itebilir bizleri. Bulunduğumuz zemine işaret etmek için bölge temelli isimlendirmelere ihtiyaç duyulabilir. İşte tam da burada sadece bununla yetinmeyip bin yıllık tarih tezleriyle, Osmanlı vurgulu ağabeycilik güzellemeleriyle, İslam’a hizmetkârlığı etnik temelde değerlendiren sakat bir zihinle Türkiyeli vurgusu yapmak İslami kimliğimizi zehirlemekten başka şeye yaramaz.