Uluslararası sermayenin ve emperyalist devletlerin kendisine biçtiği misyon gereği her geçen gün daha da fazla İsrailleşen Türkiye'de yerli Siyonistler bir yandan bölgedeki İslami direniş erlerine -İsraille yaptıkları askeri ve güvenlik işbirliği antlaşmasıyla- savaş açarken, diğer yandan toplumun dinamik kesimlerinin artan muhalefetine karşı TC'nin militarist yapısını daha da güçlendirme faaliyetine girişmektedirler. Yoksullaştırma, kirli savaş, işkence, gözaltında kaybetme, faili meçhul, yargısız infaz bildik baskı yöntemleri olmaktan öte sistemin temel karakteristikleri halini almış durumda.
Egemenler, çözüm üretmekten öte, sorunları artırıcı tercih ve politikalarını topluma dayattıkça, sistemin açmazları toplum nezdinde ekonomik ve siyasi tezahürlerini serdettikçe, rejimin militarist ve baskıcı yapısı daha da gün yüzüne çıkmakta, işkenceci polis şefleri, askerler, bürokratlar ve gayrı meşru servet sahipleri arasındaki işbirliği daha bir 'zinde' hale gelmektedir.
İşte 'zinde güçler'in parmak şıklatmasıyla kurutan ve bünyesinde eski polis şefleri, asker ve OHAL vali'lerini barındıran 53. hükümetin Adalet Bakanı Mehmet Ağar böyle bir ortamın ürünüdür.
Ağar, 12 Eylül sonrasının 'ilk'lerine imza atanlardandır. İşkencenin eğitimini Amerika'da ilk gören emniyetçilerden olan ve emrindeki polisleri ilk defa "kahrolsun insan hakları" sloganlarıyla yürüten Ağar, işkencede 'katletme' ve 'kaybetme' konusundaki 'başarılarından" dolayı dönemin Cunta Şefi Kenan Evren tarafından altın kol saatiyle ödüllendirilmiştir. İlk defa onun döneminde kamuoyuna yansıyabilen bir kaç olay sayesinde "Emniyet teşkilatının sistematik olarak işkence yaptığı" tescillenmiş ve aynı dönemde MHP kökenli kafatasçılardan Özel Tim adı altında bir ordu kurulmuştur.
"Bütün bu 'ilkler'e imza atan Ağar, bu gücünü nereden almaktadır?" diye bir soru sorduğumuzda, aldığımız cevap doğal olarak MGK olmaktadır. Çillerln "A Takımı'nın en etkili ismi olduğu söylenen Ağar, daha bakanlık koltuğuna oturur oturmaz "MGK'nın direktiflerini birebir uygulayacağı"nı ifade etmekten kaçınmamıştır.
Ağar, Adalet Bakanlığına getirildiği ilk günden itibaren iki "icraat"ı birden yürürlüğe geçiriyordu. Bunlardan ilkini Bayrampaşa Cezaevindeki müslüman siyasileri, vahşi bir saldırının ardından, Bandırma Özel Tip Cezaevine sürerek; ikinci adımı ise Bakanlığın üst düzey yönetimini tümüyle yenileyerek gerçekleştiriyordu. Ağar bu arada, içişleri Bakanlığını ilgilendiren bazı kilit atamaları da engellemeye çalışarak MGK'dan aldığı gücü pervasızca kullanıyordu. Buca ve Ümraniye Cezaevlerinde gerçekleştirilen katliamların sorumlusu Cezaevleri eski Genel Müdürü Zeki Güngör ve müsteşar Yusuf Kenan Doğan yeterince zalim bulunmamış olmalılar ki, Ağar'ın temizlik operasyonlarından nasibini alıyor ve yerlerine Mersin Cumhuriyet Başsavcısı Uğur İbrahim Hakkıoğlu, eski Konya DGM Savcısı Cemal Şahin Gürsel gibi şahsiyetler atanıyordu. Ceza ve Tevkif Evleri Genel Müdürlüğü'ne getirilen, "Cezaevlerinde yatanları niçin besliyoruz? Bunların hepsini temizlemeliyiz. Hepsinin işini bir gecede bitirebiliriz. Hepsi üç kilo siyanürün başında." diyen Cemal Şahin Gürsel ve tutsakları katletme konusundaki maharetiyle ün yapmış olan Hakkıoğlu'nun atanmasıyla birlikte bürokratik "operasyon" tamamlanıyordu.
Bu arada İzmir Emniyet Müdürü iken ilk defa müslüman bir kadına işkence yaparak ünlenen, ardından laik basın tarafından kucağında Sevgi Engin'in çocuğunun fotoğrafıyla boy göstertilip, kamuoyuna "terörist kadının çocuğuna sahip çıktı" şeklinde lanse edilerek, işkenceci kimliğinin üstü örtülmeye çalışılan yeni İstanbul Emniyet Müdürü Kemal Yazıcıoğlu ise Ağar'ın gözüne bir türlü girememiş olacak ki, onun"Kemal"i biz Emniyet Müdürü yaptık. Ama onun üstünde en az 100 kıdemli arkadaşımız var. Bu sistemi bozmamak lazım." şeklindeki sitemkar açıklamalarına maruz kalıyordu. Evet, rejimin elinde nice Yazıcıoğlu'lar vardı. Ama bu zulüm sisteminde kendini beğendirebilmek o kadar kolay değildi. Lakin Yazıcıoğlu kendisini yeterince ispat etmiş olacaktı ki Ağar'ın "endişelerine" rağmen ataması gerçekleşiyordu.
Bu gelişmelerin ardından 10-14 Nisan tarihleri arasında başta İstanbul, Ankara, İzmir olmak üzere cezaevlerinde görev yapan müdürler ve savcıların toplantısı gerçekleştiriliyordu. Bu toplantı, cezaevlerine uygulanacak yeni yaptırımlar, bunların hangi çerçevede uygulamaya geçeceği ve sorun yaratan müdür veya savcıların görevden alınmalarını içermekteydi.
Ağar cezaevlerine yönelik başlattığı bu kampanyada yalnız değildi. Arkasına sadece 'zinde güçler' ve onların direktifleriyle kurulan 53. hükümeti değil, hem laik hem de mukaddesatçı medyayı almıştı. Daha önce devletin saldırılarına yönelik gerçekleştirilen cezaevleri direnişlerinde olayların faillerinin siyasi tutsaklar olduğunu İleri süren ve Ağar'ın "cezaevleri siyasi tutsaklar tarafından yönetiliyor, sayım dahi alınamıyor, aramalar yaptırılmıyor, isyan provaları hazırlanıyor." şeklindeki karalamalarına yer veren laik ve mukaddesatçı medya, işkenceci devletle olan suç ortaklığını her dönemde olduğu gibi Ağar döneminde de pekiştiriyordu. "Dürüst ve gerçek haber" ilkesini kendilerine şiar edindiklerini her dem vurgulamaktan çekinmeyen bu çevreler her nedense hiçbir dönemde cezaevlerini ziyaret etmeyi, siyasi tutsakların sorunlarını dile getirmeyi, uğradıkları zulümleri kamuoyuna yansıtmayı düşünmemişlerdi. Sözde insan haklan savunucusu liberal basının telaşı "içte ve dışta yaratacağı yankılardan dolayı, operasyonları sürdürürken hukuki sınırlar içinde kalınmasına özen gösterilmesiydi." Yani, İşkencenin, hain saldırıların, yargısız infazın, medyatik oto sansürün içinde olduğu hukuki sınırlar!
Mukaddesatçı medya da kendi üzerine düşen görevi layıkıyla yerine getiriyordu. "Örgütler cezaevlerinden yönetiliyor" iddialarını manşet yapıp, rejimin cezaevlerine yönelik saldırıları esnasında "içeriden verilen ölüm emirleri" yalanlarını haberleştirip, rejimin uygulamalarının kamuoyunu nezdinde kabul görmesini sağlamaya çalışan bu mezkur çevreler bir yandan Ağar ve onun gibileri sol çevrelere harcatmama hesapları yaparken, diğer yandan 'devletlerini yıpratmama uğruna müslümanların ve diğer muhalif kesimlerin uğradıkları zulümleri de görmezden gelme politikalarını sürdürüyorlardı.
Cezaevlerine yönelik serdedilen politikaların "sosyal demokrat" Adalet Bakanları Seyfi Oktay ve Mehmet Moğultay dönemlerinde de pek farklı olmadığı müslümanların malumudur.Nitekim her iki eski bakan da şu günlerde 'Cezaevi Raporu' hazırlamakla meşguller.
Rejim neyi amaçlıyor?
Rejim bu politikasıyla en başta koğuş sistemi yerine hücre sistemini getirerek birliktelikleri engellemeyi, mahkumları tek başlarına bırakarak kimliklerinden arındırmayı ve sindirmeyi amaçlıyor. Bu konuda en ince ayrıntıları dahi hesaba katıyor. Laik basının birara içerideki dayanışmanın engellenmesi amacıyla gündeme getirdiği "mahkum yakınlarının dışarıdan yiyecek getirmelerinin yasaklanması" meselesi de bu ince hesapların bir ürünü.
Daha önceleri, görüşe gelen tutsak ailelerine cezaevi kapılarında eziyet edip, tutsakların sahiplenilmesini engellemeye çalışan egemenler, muhalif basının, hükümlü yakınlarının, -derneklerin müdahalelerinden yakınarak/kamuoyunun cezaevlerine- yönelik duyarlılığı mahkumlar açısından zararlıdır" diyerek toplumun tüm dinamik kesimlerine tehditler savuruyordu.
Modernizasyon paketin de, "görevlilerin ailelerinin tehdit edildiği" gerekçesiyle hükümlü ile görevlilerin yüzyüze gelmemesi demogojisini gündem yapan egemenler, siyasi tutsaklara ve ailelerine en büyük zulümleri reva gördüklerini unutturmaya çalışıyorlardı.
Adalet sorunu denince her nedense egemenlerin aklına mafya ve uyuşturucu kaçakçılarıyla işbirliği içerisindeki savcılar, hakimler, cezaevi müdürleri, gardiyanlar, geleceği yerde, kendileri için gerçek bir korku unsuru olan siyasi tutsaklar geliveriyordu.
"Militan yer-içer fakat tehditle sindirdiği mahkumları açlık grevine zorlar" iftirasıyla zulüm politikalarının üstünü örtmeye çalışan egemenler, M. Ağarla birlikte sistemin rengini tam anlamıyla yansıtan bir 'militan'a kavuşmuş oluyordu. Uyuşturucu sanık ya da mafya babalarının avukatlarıyla samimiyeti ile tanınan, polis dostu asker eskisi avukatlarla da "can ciğer" olduğu bilinen bu mezkur şahsiyet, birçok platformda, işkence ve yargısız infaz iddialarında bulunan kişi ve kurumları vatan haini ya da terör örgütlerinin uzantısı olarak gösterip, tüm insan hakları ve hukuk derneklerini ve yüzlerce avukatı "terörist" ya da "terör örgütleri"yle ilişki içinde olmakla itham edebilmiştir.
Bundan dolayıdır ki Ağar ve onun gibilerin Adalet Bakanlığı gibi görevlere gelmesi kimseyi şaşırtmamalıdır. Sistemin doğal yapısı bunu gerektirmiş ve gelişmelerde bu doğrultuda bir seyir izlemiştir. Zalimlerden bundan gayrı bir şey beklemek ise biz müslümanlara yakışmaz.
Gelişmeler bize açıkça göstermektedir ki her alanda onulmaz hastalıklara duçar olan sistem, "adalet" mekanizmasını daha modern/vahşi hale getirme işlemine cezaevlerinden başlayarak kendini daha fazla koruma ve savunmanın yollarını araştırmaktadır. Üstelik günden güne eriyen sistemin zaman geçtikçe buna daha fazla ihtiyacı olacaktır. Nitekim bir zamanlar İstiklal Mahkemelerinin yetersiz kalması gibi bugün de Terörle Mücadele Yasaları ve DGM'ler yetmemektedir.
12 Eylül sonrası devlet önce toplumu liberalleşme politikalarıyla egoistleştirmeye/yalnızlaştırmaya çalıştı. Şimdi ise 'hücre sistemli cezaevi' uygulamalarıyla zaten toplumdan tecrit etmeye çalıştığı siyasi mahkumları yalnızlaştırmaya ve sindirmeye çalışmaktadır. Oysa daha çok Ağarlar gelip geçecek ve egemenler, hücrelerin direniş ateşiyle tutuşmuş yürekleri tutsak edemeyeceğini defalarca tecrübe edeceklerdir.