İran İslam İnkılâbıyla Şahlık diktatörlüğüne ve ABD hegemonyasına, ayrıca Afganistan'da da Komünist Rusya (SSCB) işgaline karşı yükselen direnişlerle 1970 sonunda ve 1980'li yıllarda küresel çapta alevlenen İslami duyarlılık, fıtratla ve vahiyle bağdaşıklık anlamında nasıl bir bilinç seviyesine yönelmişti?
"Yükselen İslam'ın Gücü" olarak da zikredilen bu İslami hareketlilik tabii ki ümmet adına bir canlılık belirtisiydi. Ancak ne kadar sünnetullah çizgisiyle bütünleşen bir yol kat etti? Ve ne kadar zihinsel ve fiilî olarak modern cahili kuşatma ve zulümat içinde yaşayan coğrafyamıza ve insanlığa İslami olarak imrenilecek toplu bir tanıklık modeli sunabildi?
Örneğin 34 yıla ulaşan İran'daki yeni yönetimin, tabana yayılmış ve toplumunu vahyî planda hadarileştirmiş örnek bir model oluşturduğundan bahsetmemiz mümkün mü?
İran’daki devrim sürecinde dillendirilen tevhidî kaygı ve özlemlerin 34 yıl içinde idari, kültürel, ekonomik ve kitlesel alandaki taşıyıcıları ve birikimi adeta tasfiye edilmiş; reel siyasetin öne çıkan pragmatizmi vahyî değerlerin ve vahiy temelli siyasetin üzerini örtmüş durumdadır. Bugün İran'da İranlı Müslümanlardan beklediğimiz; Şahlık rejimine karşı yaşanılan 1979 Devrimi sürecinde ön planda olan üst İslami değerlerin darbeci veya anarşist yöntemlerle tepeden aşağıya uygulanmasının savunusunu yapmak değil, fikrî ve siyasi boyutuyla Kur'ani ölçülere yönelmiş üst İslami değerlerin merhale merhale çevreden/alttan gelen bir dalgayla merkeze taşınması; bağlı olarak da toplumsal dokuyu, Müslümanların maslahatını tahrif eden iktidardaki mezhepçi ve ulusalcı eğilimi tasfiye etmesidir.
Toplumsal değişim-dönüşüm hedefiyle ilgili algımızdaki zaaflar sadece İran veya kısmen Afganistan örnekleriyle sınırlı değildir. Tarihî süreç içinde ümmet diriliğinin ve şura ehliyetinin kaybedilmesi sonucu farklı çözülme ve zayıflıklar yaşandı, halen de yaşanmaktadır.
I. Dünya Savaşı öncesinde Avrupa sömürgeciliği karşısında Müslüman coğrafyayı savunacak tek güç, saltanatçı Osmanlı Devleti idi. O dönemde işgal tehditleri karşısında yaşanan çaresizlik mevcut devleti bir kalkan olarak savunmayı ön plana çıkarmıştı.
I. Dünya Savaşı sonrası tüm coğrafyamız Avrupalı İtilaf Bloğunun ayrıca Çin ve Komünist Rusya'nın işgali veya denetimi altındaydı. İşbirlikçi kadrolarla oluşturulan ulus devletler, bağları zayıflayan ve zaafa uğrayan Müslüman ümmeti ulus toplumlara böldüler. Bu dönemde mevcut işbirlikçi devletleri yıkmak ve yerine İslam devletleri kurmak ideali ön plana fırlamıştı. Bunun için ulus toplumlara özgü olan anayasa formu ile ulus sınırlara mahkûm İslam devleti kurma ideali arzulanıyordu. Bu doğrultuda ya Lenin, Hitler, Mussolini öncülüğündeki pratikler gibi mevcut yönetimi devirerek ya da sosyal demokratlar gibi idari mekanizmalara sızarak "kaleyi içeriden fethetmek" suretiyle demokratik yolla iktidara ulaşılacak ve mevcut iktidar İslam devletine dönüştürülecekti. Bunun adı da İslam, şeriat veya hilafet devleti olacaktı.
Fikrî ve metodik alanda vahyî bilinç düzeyindeki zaaflarımız kavrandıkça; ayrıca yerel ve küresel kuşatmanın ciddiyeti keşfedildikçe, değişim ve dönüşümün çok da kolay olmayacağını fark eden nesiller farklı eğilimler içinde oldular:
a- Neslimizin bir kısmı devrim ve devlet merkezli eski acilci hedeflerinden vazgeçerken kurulu sistemde yer alarak veya eklemlenerek güçlü olabileceklerini vehmetmektedir. Veya bireysel kurtuluşlarına kapı açacağını düşündükleri yollara yönelmektedirler.
b- Neslimizin bir kısmı mağlubiyet getiren iktidar merkezli veya acilci hedef ve stratejilerden, tutarlı kalmak adına vazgeçmediler ve içlerine kapandılar. Metodik yaklaşımlarında, farklı şartlar ve algılar karşısında içtihatlarını yenileyemediler. Romantik ve sloganik tespitlerinden arınıp ilkeli ve merhaleci mücadele çizgisiyle mutabakat sağlayacak düşünsel kıvraklık, hikmetli yaklaşım ve yapısal seyyaliyet gösteremediler. Bu tarz darlıklar bu kişileri eski siyasi tespitleriyle birlikte mezhepçiliğe yöneltti. Bazılarının tutumu da tekfircilik şeklinde uç verdi.
c- Neslimizin bir kısmı cahilî sistem içinde özgürlük alanları açmadan bir gelecek ufkunun oluşturulamayacağı kanaatindeydi. Örneğin döneminin cahiliyesi içinde Hz. Muhammed, Habeşistan ve Yesrib hicretleriyle tebliğ ve yapılanma için özgürlük alanları bulmuş veya oluşturmuştu. Bu çabaların taşıyıcıları Siyer’i ve rasullerin hayat çizgilerini yorumlarken kendi aralarında da “ilkeli tutum” ve “pragmatik yaklaşım” çerçevesinde tartışmalar ve tutum farklılıkları yaşadılar.
Başka bir örnek de Türkiye’de 28 Şubat’ta yürütülen başörtüsü direnişidir. Bu direniş hem İslami olanı savunmak hem sistemi geriletme potansiyeli için önemli bir sınav alanı oldu. Bu mücadeleyi kimliklerini gizlemeden ve müdahane yoluna sapmadan yürütenler de oldu; dayatmalar karşısında daha sabırlı olmak, yani sabır kavramını uzun soluklu edilgenlik şeklinde kabul etmek tarzında algılayanlar da oldu. Ama bu farklılıklara rağmen tesettür yasağının gayri meşru görülmesi ve farziyeti üzerinde bazı ilahiyatçılara ve tarihselcilere yaptırılan kavramsal ve usuli saptırma ve sulandırmalara taviz verilmemesi önemli kazanımlardı. Kemalist-Batıcı resmi ideolojinin tesettür yasağı dayatmasına karşı mücadelede tutum farklılığı yaşayanlar kendi aralarında metodik tartışmalara girseler bile, her iki kesim de farz olana fiilî ya da fikrî aidiyet içindeydi. Vahyî olana ve mütevatir Muhammedi Sünnet’e aidiyet konusunda kazanımlardan vazgeçilmemesi mesafe almayı ve kısmen özgürlük alanlarımızın genişletilmesini getirdi.
d- İçinde yaşadığımız ulusal-seküler sistem ve toplum yapısında İslami gelişim ve dönüşüm hedefini devam ettirmek isteyen ve ettiren neslimizin azimete sarılan “tanıkları/şahitleri” hep oldu. Islah çizgisinde ve sosyal alanda istikametini devam ettirenler daha tutarlı ve yeterli bir gelecek tasavvuru doğrultusunda değişen şartlar içinde ilkeli bir tutumla sözlerini tanıklaştırmaya çalıştılar. İslam’ın yaşayan gücü olan bu irade, İslam’ı bütün üniteleriyle sosyal alanda uygulamak ve tanıklaştırmak için pratiğin içinde vahyî bilinç, nitelik ve organizasyon seviyesini geliştirmenin zorunluluğuna göre davrandı ve davranmaktadır. Ve yine bu irade, kitlesel kazanımlarından da geri adım atmayacak merhaleci bir mücadelenin gerekliliği doğrultusunda yürüdü ve yürümektedir.
Son iki şıkta belirtilen tutum çerçevesinde yer alan neslimiz, metot ve stratejileriyle ilgili yorumlarını nass temelinde izah etmeye çalışmaktadır. Yeryüzündeki fitneyi gidermek konusunda yorumları farklı ama niyetleri paralel olan müminler, aralarındaki nüanslara rağmen Rabbimizin gaybi yardımına müstahak olabilmek kaygısıyla davranmaktadırlar; genellikle dayanışma ve vahdet ahlakının taşıyıcısı olan potansiyel de bunlardır.
İslami Uyanışın Yeni Rüzgârı Ortadoğu Ayaklanmaları
Samimi Müslümanlar ve İslami hareketler I. Dünya Savaşından sonra coğrafyamızda kurulan cumhuriyet, şahlık, şeyhlik, krallık, milli birlik komitesi adı altındaki tüm ulusal diktatörlüklere karşı güçleri yettiği kadarıyla karşı koydular, güçleri yetmediğinde buğzettiler. Müslümanlardan tuğyana ve yabancılaşmaya direnmek konusunda gücü yetenlerden veya yetebilecek olanlardan binlercesinin İstiklal Mahkemelerinde nasıl idam edildiklerini, tepki gösteren on binlerce insanın nasıl katledildiğini ve yüz binlercesinin sürgüne uğratıldığını Türkiye ve Türklük adı verilen ulusçuluk pratiğinden biliyoruz. Özellikle Urvetu’l Vuska-Menar geleneğinin taşıyıcıları olan İhvan-ı Müslimin, Ulema Hareketi, Cemaat-i İslami üyelerinden yüz binlerce, hatta milyonlarca insanın Fas’tan Cezayir’e, Tunus’tan Mısır’a, Yemen’den Bilad-ı Şam’a, Hindistan alt-kıtasına kadar benzer katliamlar, işkenceler ve diğer mağduriyetlerle ne büyük acılar çektiklerini de biliyoruz.
Cezayir’de Fransız işgalcilerine karşı yürütülen direnişten sonraki son 40 yıl içinde Müslümanları bu ezilmişlik psikolojisinden uzaklaştıran ve diriliş hamlesine yönelten en önemli kazanımlarımız ise İran İslam İnkılâbı, Afganistan, Filistin, Lübnan, Bosna ve Irak İslami direnişleri oldu. Ama bu direniş hareketlerinin aşıladığı tüm müspet duygulara rağmen, bilinçaltlarındaki ulusçu izlerden yeterince sıyrılınamadı ve ümmeti göğertecek olan bilinç, direniş ve dayanışma modeli, sonuç veren yeterli bir vahdet ruhu oluşturulamadı. Fakat Filistin İntifadası tüm İslami direniş ve uyanış hareketlerinin ortak kaygısı ve en önemli dayanışma vesilesi oldu.
2011 yılının başından bu yana belirgin hale gelen ve belirginleştiği için de birbirini tetikleyen Müslüman coğrafyadaki diktatörlük karşıtı ayaklanmalar bütün dünyanın ve dünyanın gidişatı ile ilgili bütün Müslümanların gündemine oturdu. Ocak 2013’ün ilk haftasında Ortadoğu’daki diktatörlük rejimlerine karşı yükselen devrim rüzgârının ilk kaynağını oluşturan Tunus’a “Ulustan Ümmete Gezi ve Diyalog Grubu” bir gezi düzenledi. Haziran 2013’te yapılacak Tunus genel seçimlerine hazırlanmakta olan Nahda Hareketi Partisinin yoğun şura toplantısına rağmen Raşid Gannuşi zaman ayırıp Türkiyeli heyetle buluşmuştu. Hareketin lideri Gannuşi, 45 kişilik heyete yaptığı konuşmada, devrim öncesi yasaklarla, cezaevleriyle, işkencelerle, yolsuzluk-yoksullukla ve sürgünlerle geçen günlere değindikten sonra, 2011 öncesinde Tunus’ta devrim şartlarının olgunlaştığını sokağa dönük değişik yazı ve kitapçıklarıyla ifade ettiğini belirtmişti. Her Müslüman aileden en az bir mahkûmun cezaevinde yattığı; şiddet, baskı ve yasakların alabildiğine şiddetlendiği bu ortamda devrimin nasıl olacağını bilmediğini ama şartlarının var olduğunu hareketin dışarıdaki ve sürgündeki üyelerine sürekli telkin ettiğini belirten Gannuşi, muhalif duruşa sahip sosyalist ve liberal güçlerle de birlikte hareket ederek devrimi gerçekleştirdiklerini vurguladı. Devrim hem “Arap Baharı” denilen devrimler sürecini başlatmıştı, hem getirdiği özgürlükle halkın kendini keşfetmesini sağlamıştı. Gannuşi’ye göre on binlerce mahkûmu, binlerce işkenceden dolayı sakat kalan insanı ve yüzlerce de şehidi olan Tunus halkı, devrimle kendini keşfettikçe kendisi için daha iyi olanı da keşfedecekti.
“Arap Baharı” terkibi daha ziyade Batılı medyanın ve sürecin içindeki liberallerin kullandığı bir ifadeydi. “Arap Devrimleri” terkibi de hem Berberilere, Kıptilere, Kürt ve Türkmenlere bir haksızlıktı hem de Arap ulusçuluk eksinini çağrıştırıyordu. Ortak düşmana ve zalimlere karşı bileşenlerden oluşan Filistin İntifadasından mülhem “Ortadoğu İntifadası” veya bölge sıkıntısını da aşmak için “Müslüman Coğrafyalarda Devrim Süreçleri” demek daha uygundu.
Bu bağlamda Nahda Hareketinin örgütlenme başkanı Amir el-Ureyd, kelimelerin önemine dikkat çekiyordu. Kelime ve kavramların anlatım dilinde çok önemli olduğunu, Kur’an’ın da bir kelimeler mucizesi oluşturduğunu vurguluyordu. 14 Ocak 2011’de Tunus diktatörlüğüne karşı birlikte özgürce yaşama söylemi doğrultusunda bir devrim gerçekleştirdiklerini söylüyordu. Ancak devrimden sonra asıl olanın “ıslahat” yani “köklü değişim süreci” olduğunu belirtiyor, bu hedefe de merhale merhale ilerlenileceğini ifade ediyordu. Islah bir seferde olabilecek bir iş değildi. Takva ve ibadet temelli bir çabaya ve sürece ihtiyaç vardı.
Diktatör Burgiba ve Bin Ali döneminde toplumsal hayatın alabildiğine daraltıldığı, toplumsal boyuttan soyutlandığını hatırlatan Ureyd, son on yıl içinde hareketin önde gelenlerin tamamının ya hapiste ya da dışarıda sürgünde olduğuna dikkat çekiyordu. Ve ekliyordu: Elbette geçmişte yapılanlar unutulmayacak. Ama geçmişle hesaplaşma adına Fransız, Bolşevik ve İran devrimlerinden sonra yapıldığı gibi geçmişle didişip birçok insana acı çektirmek yerine, geleceğe bakılacak. Tabii ki geçmişte yapılan zulüm ve haksızlıkları hafife alacak kadar saf olunmayacak ama baskı ve dayatma içine girmeden insanları ikna etme yolu denenecek. Nitekim özgürlük ve adalet arttıkça İslami hayat da güçlenecektir.
Nahda içinde devrimden yana değil de reformdan yana olan kanadın varlığına rağmen, devrimden yana genç bir nesil yetişmişti. 40 bine yakın siyasi tutuklunun 30 bine yakını Müslümanlardandı. Hapse girenler, gerek ailesinde gerekse tanıdıkları nezdinde canlı bir gündem maddesi oluyor, özgürlük tutkusunu alevlendiriyor ve direnişin sembolü oluyorlardı. İslam’a ve Müslüman ailelere yapılan baskı ve düşmanlığın oluşturduğu tepkiler gençleri İslam’a yöneltmişti. Bu iki hal de genç potansiyelin İslam’dan yana bir kitleye dönüşmesine vesile olmuştu. İşte tam bu noktada Amir el-Ureyd, sünnetullahı gözeten bir nesnellik halini ifadeleriyle ortaya koymaktaydı. O, söz konusu nedenlerle İslam’a yönelen ve İslam’ı seven gençliğin henüz olgunluk ve tecrübe, kültür ve birikim eksiklikleri yaşadığını, bu konularda mesafe kat etmenin sorumluluğuna sahip olacaklarını belirtmekteydi.
Ayrıca Tunus Devriminin inisiyatifini elinde tutan bu irade tarafından, “ulus devlet” ile “İslam devleti”nin arasındaki belirgin farklılığa işaret edilmiş olması ve coğrafyamızdaki mevcut devletlerin “maalesef ki ulus devletler” olduğunun belirtilmesi oldukça önemliydi. Ureyd, hazırlanmakta olan Tunus Anayasasında İslam şeriatının uygulanması ve anayasanın kaynağı olması konusunda Nahda içinden ve Nahda dışındaki İslami ekollerden gelen talebi, şimdilik halkın ezici çoğunluğu Müslüman olduğu için “Hiçbir kanun İslam’a aykırı olmayacak!” maddesiyle karşılamaya çalışacaklarını belirtmektedir. Bağlı olarak da anayasanın kaynağının şeriat olması teklifinde giderilmesi gereken zaafları da şu şekilde açıklamaktaydı: “Şeriat herkesin üzerinde ittifak ettiği bir konu değildir. Kimine göre İslam’ın bütün kuralları şeriatı ifade eder. Kimine göre ise bir kısmı.” Bu açıklamanın Tunus toplumunda karşılık bulduğunu belirten Ureyd, böylece bu süreçte hem devrimin diğer bileşenlerine haksızlık yapmaktan uzaklaşıldığını, hem de fıkhi ve usuli çekişmeler ve tenakuzlar yüzünden vahiyle gereğince uyarılmamış insanların Müslümanlardan soğumalarına hatta düşmanlaşmalarına fırsat verilmemiş olduğunu vurguluyordu. Bu açıklamaların anlaşılmasından sonra şeriat talepli gösteriler gittikçe zayıflamıştı.
Tunus’ta Selefi eğimli gruplar dörde ayrılmış. İkisi partileşmiş. Birisi Nahda’nın içinde. Sonuncusu ise şiddet yanlısı bir metot anlayışı içinde. Hapishanelerle işi olan da sonuncusu. Ama Gannuşi hepsi için “Onlar bizim kardeşlerimiz.” diye hitap ediyor. En büyük grup da Mısır Cemaat-i İslami ekolüne bağlı Islah Cephesi. 14 yıl hapiste yattıktan sonra devrimle beraber özgür kalan Islah Cephesi’nin örgütlenme sorumlusu Refik el-Awni, Nahda ile aralarında basit bir fark olduğunu belirtiyor. Bu fark da mesajlarını halka iletirken, maslahat gözetmeden direkt ve yalın olarak ulaştırmak istemeleridir. Cephenin başkanı Muhammed Hoca ise devrim sonrası dönemde siyasi boşluğu görerek parti kurup siyasi mücadeleye katıldıklarını belirtiyor. Ayrıca laik kesimle cepheleşme olduğunda Nahda ile birleşip ortak cephe içinde olabileceklerini söylüyor.
Devrim sürecinde meydanlarda olan Hizb-ut Tahrir’in ise son dönemlerde resmen partileştiği ilk yer Tunus olmuş.
Devrimin taşıyıcılarından 12 sosyalist grup/örgüt birleşerek Halk Cephesi’ni kurmuşlar. Cephenin önde gelen partilerinden Tunus İşçi Partisi temsilcileri ise Anayasada “Kanunlar İslam’a aykırı olamaz!” ibaresi yerine “Kanunlar Müslüman halka aykırı olamaz!” ibaresinin konulması çabası içindeler; çünkü halkın İslam’ına saygı duyduklarını belirtiyorlar. İslami olanı coğrafyanın bir gerçekliği olarak kabul etmekle beraber, ilerlemeci tarih algıları veya doktrinleri gereği Nahda hareketini gericilikle suçluyorlar ve seçimlerle devrimi çalmak istediklerini belirtiyorlar. Seçimlerde Nahda ve Halk Cephesi yanında, üçüncü blok olarak eski başbakanlardan Sipsi’nin liderliğindeki laik-kapitalist ve eski yönetim artıklarının oluşturduğu aynı zamanda da Fransa, AB, Suud, BAE ve Bahreyn tarafından desteklenen muhafazakâr kapitalistlerin yarışacağı belirtiliyor. Tunus İşçi Partisi, ülkenin ekonomisine ve medyasına hâkim olan Sipsi cephesinin etkili olması halinde Nahda Cephesi ile de dayanışabileceklerini ifade ediyor.
Devrimden sonra Müslümanların yaygınlaştırmak istediği en önemli dayanışma ve yardım teşebbüsü ise Emel Cemiyeti. Cemiyetin başkanı Nasruddin Bahrani devrim öncesinde işkencelerden geçmiş binlerce hareket önderinin yaralarını sarmaya ve halk hizmetlerini aksatan muhaliflerin açtığı boşlukları hizmetlerin aksamaması için kapatmaya çalıştıklarını söylüyor. Bahrani, örneğin halka verdikleri ücretsiz tıbbi yardım yanında, greve giden temizlik işçilerinin toplamadığı çöpleri ve çöp yığınlarını Nahda gençliği ile birlikte kaldırmaya çalıştıklarını belirtiyor. Devrimde kadınlara çok şey borçlu olduklarını söyleyen Bahrani, erkekler hapisteyken en fazla acıyı kadınların çektiğini; eşleri tutukluyken onurlarıyla çaba sarf ederek, ahlaklarını koruyarak ailenin geçimi için kadınların çok zor şartlar altında çalıştıklarını, devrim sürecinde de çocuklarıyla beraber meydanlarda olduklarını ifade ediyor. Bu kadınlar devrimden sonra da sürece en fazla sahip çıkanlardı.
Tunus’taki acil ihtiyaçlar tüm coğrafyamızda yayılan devrimlerden sonrası için de hareketleri bekleyen devasa bir imtihan alanı. Diktatörleri yenen halk özgürlüğü tadıyor ama ekonomik ve zorunlu ihtiyaçlar hayatın akışında donmuyor. Halk, diktatör gitti, o zaman hemen acil çözüm gelsin diye bekliyor. Oysa Gannuşi’nin benzetmesiyle deprem olan alana bina dikmek için arazinin tasfiyesi gerekli. Ayrıca sömürü çarklarını engelleyebilmek için gerek üretimde gerek tüketimde yeni bir dil ve yeni bir hamle oluşturmak, bunun için de ciddi alternatifler geliştirmek gerekiyor. Örneğin devrimden önce Tunus’un 12 milyonluk nüfusunun en önemli gelir kaynağı turizm ve tarım gelirleriymiş. Halk Avrupa kaynaklı turizmin getirdiği hadaretten etkilenmesine hatta bu mekanizmanın ifsat edici çözücülüğüne rağmen ekmeğini bu sektörden kazanmaya alışmış. Devrimle beraber turizm gelirleri sıfıra inmiş ve halkın turizme yönelik tezgâhları tamamen boş kalmış. Büyük sıkıntılar olmuş. Şimdi Gannuşi devrimden sonra ikinci senede turist sayısını 6 milyona ulaştırmış olmalarının nasıl bir başarı olduğunu anlatıyor. Bir taraftan halkın acil ihtiyacının karşılanması söz konusu; diğer taraftan ise henüz bir alternatif üretememekten kaynaklanan Garpzedelerin/Frankofonların istedikleri bir sektörün canlanmasını geçici bir çözüm olarak görmek söz konusu. Bu bağlamda ilkelerimizle yeni bir sosyal, ekonomik ve kültürel yapıyı kurma özlemi, diyaloglarda çoğu kez “geçiş süreci” ifadesini tekrar gündeme getiriyor. Konuşulan yetkililer de diyalog kurulan cami cemaati de uzun yıllardan bu yana İslam dünyası ile kopan ilişkilerin yeniden canlandırılmasından, 50 yıldan bu yana uygulanan Batıcı-laik baskı ve yasaklardan kurtulmanın imkânı ile kopuklukları giderme özleminden bahsediyor. Hangi camiye gidilse cemaatle kurulan diyaloglarda Türkiye’den bir ziyaretçi grubunun Tunus’a gelmesinden büyük sevinç duyulduğu ortaya konuluyor. Çoğu kere de şu ifade insanın beynini acıtıyor: “Bu ülkeye sürekli Batılılar ve laikler geliyor. Ne olur sizler de gelin. Buralarda başka bölgelerdeki Müslümanlarla tanışmak bize yaşama sevinci ve gelecek umudu aşılıyor.”
Tunus Devrimi ile ilgili Ureyd’in yaptığı gerçekçi tespit gelecek çizgimize ve sorumluluklarımıza ışık tutuyor: “Devrim bir kazanım ama asıl olan ıslah çabalarıdır. Bundan sonra merhale merhale kazanacağımız, inşa edeceğimiz bir gelecek var.”
Bu sorunu Suriye direnişi hakkında geleceği okuyamadığı için tereddütte kalan insanlarımız ve sorularına cevap bulamayan bazı Müslüman yazarlarımız da doğru okuyabilmeli. Tunus’ta devrim, 50 yıllık tutsaklık hayatından kurtuluş ve insanların insan olduğunu keşfetmesi olarak algılanıyor. Ama eski statükonun artıklarını ve Batılı hegemonik planları aşmak tabii ki kolay değil. Üstelik Malik Bin Nebi’nin gösterdiği gibi tüm coğrafyamız sömürge politikalarına muhatap olmuş; ayrıca önemli oranda insanımız sömürge şartlarına uyumlu hale getirilmiş. Bu ifsat ve atalet halinin Sünni teenni yöntemi ile giderilmediği tarihî bir gerçeklik. Ama bu belayı defetmek için fevri ve sünnetullahı gözetmeyen tepkiler vermenin de acı ve yıkımdan başkasını getirmediği ortada.
Mısır cumhurbaşkanlığı seçimleri ortada. İhvan-ı Müslimin’e metodik konularda itiraz eden Selefilerin itirazlarına rağmen verdikleri topyekûn destekle birlikte denge yüzde 49’a karşı yüzde 51 gibi bıçak sırtı bir farkla kuruldu. Sömürge sonrası ahlakını taşıyan toplumun büyük bir kısmı ise bu mücadeleye ilgisiz kaldı. Ama ıslah kökenli tüm İslami hareketler ve önderler biliyor ki, ifsat ve kuşatma sadece beddua ile aşılmaz. Mücadele mücadele içinde kazanılır. İşte Ortadoğu’nun geleceği de bu formülde gizlidir. Yeter ki, Rabbimizin gaybi yardımına müstahak olacak kolektif bir irade oluşturulabilsin.