Meselelere Bir Usul Dâhilinde Yaklaşmak Önceliğimiz Olmalıdır!

Ahmet Kaya

12 Eylül 2010 Türkiye tarihi açısından önemli bir gün. Zira tam 30 yıl önce gerçekleşen darbenin ürünü bir anayasa 28 yıl sonra serbestçe ve halk iradesinin özgürce yansıyacağı bir şekilde referanduma tabi tutulacaktır. Diğer taraftan ilk defa Türkiye’de askerî bir vesayetin direktifi olmadan sivil bir anayasa çalışması yapılması hasebiyle bugün önemli bir gündür. Ve yaşanan süreç tarihî bir süreçtir.

12 Eylül askerî rejiminin Türkiye halkı için büyük yıkımlara, vahim sonuçlara sebebiyet verdiği herkesin malumudur. Bu yüzden de 12 Eylül 2010 tarihi Türkiye siyasi çevrelerinin tümü açısından önemli bir gündür.

Hiçbir siyasi çevrenin bu referanduma karşı duyarsız, kayıtsız kalması düşünülemez. Bütün çevrelerin kendi ideolojileri, siyasi inançları, duruşları ve stratejik çıkarları gereğince referandumun sonucunun kendi istedikleri gibi sonuçlanması için var gücüyle çalışacağı da muhakkaktır. Ki bu yöndeki çabalar oldukça doğal bir durum olarak görülmelidir. Dolayısıyla referanduma ilişkin her kesimin kendi bakışı çerçevesinde yaklaşması ve bu yaklaşımların beklenmedik şekilde örtüşmesi ya da çatışması garipsenmemelidir.

Birbirinden farklı inançlara mensupların bu referandumdaki tavırlarının örtüşmesi; aynı inanç sistemine mensupların tavırlarının da çatışması şimdiden gözlemlediğimiz bir vakıadır. Bu manzara karşısında hayrete düşmemek gerekir. Zira bilmeliyiz ki aynı inanç sistemine mensup olmak aynı yöne bakmak demek değildir. Aynı ideolojiye bağlı olmak aynı siyasal duruşları sergilemeyi zorunlu kılmaz. Hayatın gerçekliğinin doğasında böyle bir zorunluluk yoktur.

Keza farklı inançlardan olmak ille de farklı siyasi duruşlar sergilemeyi de gerektirmez. Farklı inançlardan olup aynı siyasal tavırları sergileyen çevrelerin olduğuna onlarca kez şahitlik etmişizdir. Bunda da hayatın doğasına aykırı bir yön yoktur.

Öncelikle bunu böyle bilmek ve kabul etmek önemli bir husustur. Çünkü bu, bizi aynı konuda, aynı inancın mensuplarının neden farklı tavır sergiledikleri; farklı inanca mensupların da neden aynı tavrı sergiledikleri konusunda daha iyi analizler, daha sağlıklı değerlendirmeler yapma olanağına kavuşturacaktır.

Hülasa farklı çevrelerin farklı yaklaşımlarda bulunması olağan bir durumdur.

Kanımca ikinci sorunun cevabı İslami çevreler için daha önemlidir.

Müslüman olarak tavrımızın, tutumumuzun nasıl olması gerektiğinin belirlemesini salt siyasi dengeler, stratejik hesaplar muvacehesinde yapamayız. Müslümanların tutumlarını belirleyen bütün siyasi dengelerin, stratejik hesapların İslam fıkhına uygunluğunun zorunluluğu vardır. Bunun için de bu türden meselelere ilişkin tutum belirlemede asıl ihtiyaç duyduğumuz alan fıkıh usulüdür. Müslümanların benzer gelişmeler karşısında bir usuli metot geliştirmesi zorunluluğu gün geçtikçe daha çok belirginleşen bir ihtiyaç olarak hâsıl olmaktadır.

Bu nedenle öncelikle referanduma fıkıh usulü çerçevesinde bir yaklaşım ve bakış geliştirerek bakmayı sağlamalıyız. Bunun için birinci bilinmesi gereken, bu referandumda hangi yönde oy verilirse verilsin; oy kullanılsın ya da kullanılmasın hiçbir tutumun kişiyi din çerçevesinden çıkarmayacağı konusudur.

Salt oy kullanmak, sırf tercihte bulunmak kişiyi akide olarak İslam akidesinin dışına itmez.

Bir insanın oy verirken, tercihte bulunurken akideyi etkileyen farklı etmenlerin de devreye girişiyle ancak İslam çerçevesinin dışına çıkacağı gündeme gelebilir.

Bu referandumda oylanmaya sunulan İslam temelli bir anayasa ile İslam temelli olmayan bir anayasa değildir ki bu oylamada olumlu oy vermek ya da reddetmek bizi İslam çerçevesinin dışına çıkarsın.

Kaynaklığını İslam’ın yapmadığı, referanslarının din temelli olmadığı iki farklı anayasa durumu söz konusudur. Bu durumda birinden birini tercih etmek dini esas almayan bir anayasayı tercihen kabul etmek anlamını taşımıyor. Zira seçeneklerin bir tarafında din temelli bir anayasa zaten yoktur.

Bu durumda karşımıza çıkan şu soru olabilir: İslam dışı bir anayasaya ‘evet’ demek; bunu onaylamak başlı başına bir onay olması hasebiyle sakıncalıdır ve bizi itikaden risk altına alır ya da çerçevenin dışına çıkarır.

Mevcut durumda üç seçenek vardır: Birincisi referandumda ‘evet’ demek… İkincisi ‘hayır’ demek… Üçüncüsü de sandığa gitmemek…

‘Hayır’ durumunda bir ‘evet’in olduğu; ‘hayır’ verenlerin aynı zamanda 82 Anayasasına otomatik olarak ‘evet’ dedikleri bir gerçektir. Yani referandumda ‘hayır’ cephesinde oy vermek 82 Anayasasına evet demektir. Bu durumda kökten ve sadece bir ret yoktur.

Sandığa gitmeme seçeneği toptan reddetmenin asıl yoludur. Her ikisini de reddetmenin, olumlamamanın görünürdeki en makul yolu budur. Ancak referandum sonucunda çıkan manzara galip taraf hangisi olursa olsun (sandığa gitmemeye rağmen) mevcut ya da yeni düzenlenmiş beşer menşeli bir anayasa yürürlükte olmaya devam etmeyecek mi?

O halde sandığa gitmemenin ikisinden birinin yürürlükte olmasının dışında bir yolu önümüze açma şansı vakıada var mıdır?

Hal böyle iken karşımıza çıkan bu durumda bir usuli metot olarak maslahat ve mefsedet kaidesinden yola çıkarak bir tercih koymada ne sakınca olabilir? Eğer İslami kesimler bu referandumda maslahat gereği bir onaylama tercihinde bulunurlarsa bunun karşısında onay verenleri akideden saptıklarını ve dinin dışına çıktıklarını hangi gerekçeye dayandırarak iddia edebiliriz?

Samimi ve titiz bir tetkikle orta çıkacak bir maslahat fikrine binaen oyun olumlu olmasında bir ilkesel sapma yoktur, hele akidevi bir sapma aramak anlamsızdır.

Kaldı ki bazı kesimler yeni düzenlenen şekliyle kabul edilecek anayasanın eskisine nazaran daha çok inançsal hizmetlerin önünü açacağına, İslami değişim ve dönüşüm faaliyetlerinin daha etkin ve daha aktif yapılabileceğine, özgürlük sahasının daha genişleyerek Müslümanların yararına olacağına inanıyorsa o zaman “el ğayetu tuberriru’l vesilete” (Gaye vesileyi meşrulaştırır. Amaç aracı meşru kılar.) usuli ilkesinden hareket etmekte nasıl bir sakıncayla karşı çıkılabilinir?

Müslüman olarak idrak etmeliyiz ki pratik hayattan kopuk, vakıayla örtüşme ihtimali ve şansı olmayan birtakım ilkeleri dogma düzeyinde önümüze çıkarmanın; pratik hayatın her an yanlışlayıp yalanladığı birtakım çelişik ilkelerin zihnimizde prangalar oluşturmasının bize kazandırdığı hiçbir şey olmamıştır, olamaz da.

Elimizden alınan bir hakkımız olduğunda hakkımızın ihkakı için her türlü vesileyi kullanırken bize daha iyi şartlar sunması söz konusu olacak böyle bir ihtimali olduğu söylenecek bir durum karşısında bu vesileden yararlanmamak, hele de bunu ilkesel ve akidevi bir sapma olarak görmek ne kadar komik ve çelişik bir durumdur. Az bir düşünmekle farkına varılacak kadar açık ve ortadadır.

Müslüman çevreler ve şahıslar oylarının yönünü belirlerken usuli bir yöntemle hareket etmeli ve tercihlerinden ötürü birbirini akidevi sapmaların içinde bulunmakla suçlamamalıdırlar.

İslam fıkhını donuk ve kalıplaşmış olarak görenlerle, siyasi fıkhın günün koşullarına uygun, yeni içtihatlarla donatılarak gelişmesine ilkesel olarak karşı çıkanlarla; fıkhın dinamik, içtihadın sürekli ve yenilenen bir süreç olduğunu, siyaset fıkhının daima çağdaş müçtehitlerin yeni içtihatlarıyla güncelleşmesini gerekli görenlerin aynı bakışta birleşmeleri oldukça uzak bir ihtimaldir.

Keza hayattan kopuk ve realiteyle bağdaşır tarafı olmayan slogan düzeyinde alabildiğine berraklığı ve netliği savunanlarla; hayatın, yaşanılan gerçekliğin ışığında çözüm üreten, ilkesel sapmalara bulaşmadan fıkıh usulünün genel geçer ilkeleri kılavuzluğunda çare arayanların aynı noktada buluşması da zor görünen bir ihtimaldir.

Referandum sonucunda çıkan sonucun Türkiye halklarının hayrına vesile olmasını temenni ediyorum.