Nisan 1999 seçimlerinin ardından 2 Mayıs'taki yemin töreninde Türkiye'nin nasıl "I" harfine odaklandığı hatırlardadır. I harfi. Yani İstanbul. Bu da Merve Kavakçı demek. Genel Kurul'a gelecek mi? Gelirse başını açacak mı? I harfinde yaşanan kötülükler, milyonlarca kadının kendilerini dışlanmış hissetmelerine, aşağı bir statüde görüldükleri inancının pekişmesine neden oldu. Kadın milletvekillerinin traji-komik alkışlı tempoya katılımı ise kadın başlığında toplanan projeleri yerle bir etti.
2 Mayıs Türkiye siyasetinin de bir kırılma noktasıdır. Şerif Mardin'in vurguladığı 'aşırı batılılaşma' rahatsızlığının atlatılamadığını, sorunun kemikleşmiş bir bağnazlığa dönüştüğünü gösterir. Recaizade Ekrem'in, Araba Sevdası'nda kara mizahla yerdiği yüzeysel batıcılık ve kendini inkar psikozu yüz elli seneden fazla bir zaman geçmesine rağmen buradadır. Toplumda kostüm modernliğini çocukça bulan, kendi sorunlarını başkalarının kültür kodları içinde çözme saçmalığının artık aşılmasını isteyen insanlar her ankette yüzde doksanlara varan rakamlarla ülkeyi çekilmez bulduklarını tekrarlamaktalar.
2 Mayıs 1999'da Sabah Gazetesi'ndeki bir yazısında Gülay Göktürk, Merve Kavakçı'nın doğal haliyle kendisiyle barışık olarak seçilmesini, Meclis'e gelmesini, İslamiyet'in cahillikle özdeşleştirildiği bir medeniyet projesine karşı koyusun sembolü olarak görüyordu. Oy veren kitleler iddia edildiği gibi onun başörtüsüyle Meclis'e yakışmadığını düşünselerdi, ona oy vermezlerdi.
Ahmet Cevdet Paşa'nın iyi eğitimli yazar ve çevirmen kızı Fatma Aliye Hanım da cumhuriyet elitleri tarafından dışlanmıştı. Hatta Halide Edip bile. Bu kadınlar, cumhuriyetin 'eşiği aşamayan' kadınları oldular. Hak ettikleri İtibarı hayattayken göremediler. Çünkü İslami değerlerle kopuş yaşamadan Osmanlı kadınlarının terakkisi için savaştılar. İslam'ın terakkiye mani olduğu iddialarına kendi yaşamlarıyla cevap verdiler. Sayısız konuşmalar ve yazılarla günümüz dindar ve aynı zamanda modern kadınlarının öncülleri oldular. Kadının, doğal seyri içinde değerlerini muhafaza ederek dönüşümüne geçit vermek istemeyen zihniyet, sadece Namık Kemal'in torunu Selma Ekrem Hanım gibi 'köktenci modern' olanlara 'cumhuriyet kadını' payesini uygun gördü. Geriye kalan milyonlarca kadını, kendilerini yeniden üretmeleri, birinci elden tanımlamaları, kendi kültür birikimlerini hiçe saymadan varoluşlarını inşa çabaları değerli bulunmadı, görmezden gelindi. Hatta tehlikeli görüldü.
Kavakçı hakkında koparılan Amerikan vatandaşlığı gürültüsü ise Türkiye Cumhuriyeti'nin her vatandaşına tavsiye ettiği, desteklediği bir şeydi. Hatta Avrupa'da yıllarca çifte vatandaşlık hakkı için resmi bir mücadele verilmişti.
Mesele şudur: Kamusal alanı kendimiz için ve kendimize göre yapılandırıp mutlu müreffeh ve onurlu bir toplum mu oluşturacağız; yoksa toplumsal rızayı hiçe sayması yüzünden sürdürülebilir bir tutum olmayan baskı ve yasaklarla zaman kaybetmeye devam mı edeceğiz?
Yaşananların Merve Kavakçı'nın şahsıyla ilgisi yok. Ortada başörtülü her kadını hedef alan bir durum söz konusu. O sadece kararlı ve istikrarlı tutumuyla inandığı gibi yaşayan, içimizden biri. Olduğu gibi görünen göründüğü gibi olan bir 'insan'. Onurlu bir kişiye bundan başka yakışan nedir ki? Haber Türk' teki bir yazısında Emine Erdoğan'a batılılarla karşılaşmalarda (genel anlamda kamu hizmeti görülen zaman ve mekanlarda) başını açmasını rica eden Yalım Eralp'in önerisi insanı dehşete düşürüyor. Erişkin biri sandığımız, görmüş geçirmiş olması gereken bir eski büyükelçi... Ne diyelim daha.
Egemenlerin baskıcı, cüretkar ve güce dayalı dili, toplumun bütün katmanlarına hakim oldukça insani ve adil bir kamu alanı yaratmanın imkanları ortadan kalkıyor.