Gerek Kur’an-ı Kerim’in pek çok ayeti gerekse de Resulullah (s) ve ashabının örneklikleri Müslümanların birbirleriyle ilişkilerinde, diyalog ve irtibatlarında, genel manada birbirlerine yaklaşımları hususlarında gözetmeleri gereken prensipleri açık biçimde ortaya koymaktadır. Bir anlamda Müslümanların sahip olmaları gereken vasıflar şeklinde de sıralanabilecek bu hususları hayatın farklı alanlarına yansıyan biçimleriyle uzun bir liste halinde sıralamak, detaylandırmak mümkündür. Bununla birlikte yaşadığımız kimi sorunlar ve karşılaştığımız güçlükler, sıkıntılar göz önünde bulundurulduğunda temel ve aynı zamanda kapsayıcı bir iki nokta üzerinde durmak yeterli olacaktır.
Rabbimiz, Kur’an-ı Kerim’de Müslümanları “birbirlerine karşı merhametli” (Fetih, 48/29) sıfatıyla tavsif etmekte, merhametli olmayı emretmektedir. Şüphesiz bu tanımlama Müslümanların birbirlerine yaklaşımlarının nasıl olması gerektiğine dair belirleyici ve aynı zamanda da sınırlayıcı bir çerçeve sunmaktadır. Merhametli olmak doğal olarak adaleti gözetmeyi, iyiliği esas almayı ve kuşatıcı bir tavrı gerektirir.
Sözümüz Pratiğimize Ne Kadar Yansıyor?
Merhametli olma uyarısı-hatırlatması hepimizin bildiği, sıklıkla dile getirdiğimiz, vurgulama gereği duyduğumuz bir ilke. Bu konuda farklı düşünen, Kur’an’ın bu emrinin yanlış anlaşıldığını, başka türlü de davranılabileceğini söyleyen herhangi bir görüş, yaklaşım varit değil. Müslümanlar açısından merhametli olmanın sahip olunması gereken bir vasıf olduğu hususunda herkes mutabık. Mamafih pratiğimizin bu mutabakata ne kadar uygun olduğu ise bir o kadar tartışmalı. Maalesef pek çoğumuz pratik olaylarda, ilişkilerde değişik gerekçelerle “merhametli olma” emrinin alanını daraltıyoruz. Rabbimizin merhametli davranma, mütevazı olma, birbirimizin kusurlarını araştırmama emrini çeşitli akıl yürütmelerle, tevillerle adeta kuşa çeviriyoruz. Eleştiri, uyarı görevimizi ifa etme adı altında çoğu kez aradaki köprüleri berhava etmekten kaçınmıyoruz.
Oysa sorumluluk şuuruna sahip Müslümanlar birbirileriyle ilişki ve irtibatları açısından marufun emredilmesi ile merhametli olmayı aynı düzlemde buluşturmak durumundadırlar. Kur’an’ın kurtuluşa-felaha ermenin şartı olarak beyan ettiği marufun emredilmesi ve münkerden nehyedilmesi görevini layıkıyla yerine getirebilmek için zaten “merhametlilik” vasfına sahip olmak gerekiyor. Açıktır ki, uyarmak-hatırlatmak, yanlışlardan uzaklaştırmaya çalışmak sahiplenmeyi, değer vermeyi, kendinden görmeyi gerektirir. Niçin uyarma ihtiyacı duyarız? Neden kişisel ya da yapısal düzlemde ilişkilerimizin gerilmesine, muhatap ya da muhataplarımızın bize karşı hoşnutsuzluk içerisine girmesine yol açabilecek bir tavrı göze alırız? Çünkü muhatabımızı ya da muhataplarımızı kardeş biliyor; kardeşlerimize gerektiğinde uyarma-hatırlatma eyleminde bulunmayı ise İslami bir sorumluluk olarak algılıyoruz.
Ancak birbirlerine karşı merhamet hisleri besleyenler ve merhametle davranmayı bilenler birbirlerine karşı sorumluluk duyar ve bunun gereği tavırları sergilerler. Merhamet eksikliği ise gerektiği biçimi ve yoğunluğuyla marufu emretme ve münkerden nehyetme vazifesini yapamama, yapmama, bu sorumluluğu yerine getirmekten kaçınma sonucunu doğuracaktır. Kısacası marufu emredip münkerden nehyetme görevi ile merhametlilik vasfı iç içe geçen, birbirini gerektiren ve birbirini besleyen alanlardır.
Pratikte ise yaygın biçimde şöyle bir çelişki ile yüz yüzeyiz: Müslümanlar ya uyarı-hatırlatma sorumluluğunu üstlenmekten ve bunu en güzel biçimde yapmaktan kaçınmakta ve bu zaafı da “ilişkilere zarar vermeme”, “birbirimizi kırmama” gerekçesine dayandırmaktadırlar ya da uyarı-hatırlatmadan öte doğrudan mahkûm edici, tahrip edici bir dil ve yaklaşımla eleştirilerini, itirazlarını sıralamakta ve merhametlilik hükmünü adeta yok saymaktadırlar. Yani aynı anda taşınması gereken iki vasıf dengeli bir tarzda ortaya konulamadığından uçlara gidilmekte ve ortaya Müslüman ahlakına uygun olmayan, adaletten, insaftan uzak tutumlar çıkmaktadır. Birbirimizle ilişkilerimizde olması gereken hususlara riayet etmediğimizde, kuşatıcı ve sahiplenici pratikler sergileyemediğimizde başka insanların, mesajımızdan etkilenmeleri, tebliğ ve davet çabalarımızın farklı kesimlere ulaşması bekleneceği üzere çok daha müşkül, hatta imkânsız bir hal almaktadır.
Son dönemlerde Müslümanlar arasında yaşanan bazı gelişmelerden, tartışmalardan birkaç örnekle meramımızı anlatmaya çalışalım. Burada seçilen örneklerin içeriği üzerinde durmaktan, bu konulara has bir tartışma yürütmekten çok bu konular etrafında sergilenen yaklaşımların içerdiği zaafa dikkat çekmeyi arzuladığımızı hatırlatmakta yarar görüyoruz.
Türkiyeli Müslümanlar olarak çeşitli siyasi konular etrafında kolayca farklılaşabildiğimiz, hatta ayrışabildiğimiz bir vaka. Bu olgu son dönemde bir kez de Suriye meselesine yaklaşım farklılıkları ile tazelenmiş oldu. Kuzey Afrika’da başlayıp Ortadoğu’nun bütününe sirayet eden intifada olgusu Suriye halkını da harekete geçirdiğinde Arap halklarının ayağa kalkışını coşkuyla karşılayan bazı Müslümanların bir anda mütereddit bir ruh haline büründüğünü gördük. Suriye halkının katliam pahasına taleplerini ve muhalefetini yükseltmesi, genelde dayanışma eğilimini geliştirirken, kimi çevrelerde ise alabildiğine bir korku, kuşku senaryoları geliştirme, giderek muhalefeti şaibeli gösterme, mahkûm etme tavrı belirginlik kazandı.
Taassup Adalet Duygusuna Yer Bırakmaz!
Bilhassa öteden beri Ortadoğu’da, hatta dünyada yaşanan her gelişmeye İran merkezli bakma ve konum alma zaafı içindeki bazı Müslümanlar dolaylı biçimde Baas diktasına meşruiyet atfetme, muhalefeti ise açık biçimde karalama çabasına giriştiler. İş o noktaya vardı ki, Suriye politikası dolayısıyla İran’ı ya da Hizbullah’ı eleştirenler Şii düşmanlığıyla, İsrail-Amerikan çıkarlarına hizmet etmekle suçlanır oldu.
Bu iddiaların, tezlerin tutarsızlığını tartışmak, temelsizliğini delillendirmek için uğraşmak, nefes tüketmek pek anlamlı bir çaba gibi gözükmüyor. Ne var ki, on yıllardır malum çevrelerce İrancı, Humeynici diye suçlanmış, İsrail’e karşı tavrından ötürü Hizbullah’ı ümmetin iftiharı olarak selamlamış, desteklemiş Müslümanların bir çırpıda İran ya da Şii düşmanlığıyla, Hizbullah aleyhine kampanya yürütmekle itham edilmeleri nasıl bir adalet anlayışının göstergesidir doğrusu sormak lazım!
Birtakım siyasi mülahazalarla, komplo teorileriyle yüzlerce masum insanın, kardeşimizin kanını döken, binlerce insana işkence eden, tutuklayan, koca bir ülkeyi hapishaneye çevirmiş bir rejimi şu veya bu gerekçeyle, politik kaygıyla tezkiye etmeye çalışmanın, Müslümanlar aleyhine delil, malzeme, gerekçe bulma çabalarına girişmenin insafla, adaletle bağdaşır bir yanı yok. Suriye muhalefeti denilen amorf yapı içinde yer alan kimi unsurların şaibeli ilişkiler içinde olduğuna projektör tutanlar, neden açık diktatörlüğe tavır almakta bu kadar zorlanıyorlar, İslami taleplerle sokakları, meydanları dolduran bir halkın çağrısını nasıl duymuyorlar anlamak zor! Anlaşılması daha zor olan şey ise tüm bu manzara karşısında merhametli olmak, adil olmak, müşfik olmak emirlerinden ne anladığımız!
Benzeri bir dengesizliğe, aşırılığa Kürt sorunu merkezli tartışmalarda da sıkça şahit oluyoruz. Hayatları boyunca asla resmi ideolojiden yana olmamış, bilakis ellerinden geldiğince düzene, düzenin kurumlarına, değerlerine, zulümlerine tavır alma çabası içinde olmuş Müslümanlar, ya örgütsel dağınıklık ve dağılmanın zihinlere de kafa karışıklığı şeklinde yansıması veya yükselen ulusal duygusallık ve duyarlılığın etkisiyle bir çırpıda “devletçi”, “inkârcı”, “gizli Osmanlıcı” vb. yaftalara muhatap olabilmektedirler. Müslümanlar hakkında bu tarz bir ölçüsüzlük, insafsızlıkla keskin hükümler verebilen, adeta bir öfke krizine yakalanmışçasına kırıp döken, geçmişi sıfırlayıp atmaktan kaçınmayan bir tutum var karşımızda. Ve bu tutumun sahiplerinin İslam’a ve Müslümanlara düşmanlıkta sınır tanımayan kesim ve şahıslara yaklaşımlarında sergiledikleri sıcak, samimi, sahiplenici tavırlar ise kuşkusuz çok daha ibretlik bir manzara arz etmektedir. Ayette ikili bir tarzda belirtilen, Müslümanlara ve kâfirlere karşı takınılması emredilen tutumun bu kişilerin pratiklerinde adeta yer değiştirdiğini ve tersinden işletildiğini görürüz.
Ölçüyü Korumak, Kaybetmemek Gerekir!
Bu ve benzeri konuların siyasal arka planını, yol açtığı farklı eğilimleri, çelişkilere sürükleyici, hatta zaman zaman ayrıştırıcı boyutlarını uzun uzadıya tartışmak mümkün elbette. Ama ne var ki, politik yaklaşım ve görüş ayrılıklarından ziyade tüm bu tartışmalarda Müslümanlar arasında korunması gereken ahlaki düzlem ve sahip olunması elzem hususiyetler belirleyici pozisyona oturtulmalı ve asıl kabul edilmeli. Muhatapların, velev ki yanlış da yapsa, eleştirilmesi gereken yaklaşımlar da serdetse, zaaflar da sergilese Müslüman olduğu; asla kâfirlerle, zalimlerle İslam’a mesafeli unsurlarla bir tutulamayacakları; aramızdaki farklılıkların ve ayrılıkların mutlaka uygun bir üslup ve kuşatıcı bir yaklaşımla giderilmesi için çaba sarf etmek gerektiği akıldan çıkartılmamalı.
Bu noktada son yıllarda gerek kullanımı gerekse de etkisi bir hayli yaygınlaşan internetin bu tür olumsuzlukları besleyici özelliğine ayrıca dikkat çekmekte yarar var. Müslümanlar zannın niteliği, zan ile hareket etmenin mahiyeti, fasıklar tarafından iletilen bilgiye yaklaşımın usulü, İslam cemaatine yönelik korku ya da güvene ilişkin haberin nasıl bir mekanizma içinde iletilmesinin gerekliliği ve benzeri konularda Kur’an’ın açık emirlerine muhataptırlar. Buna rağmen hiçbir usul, ölçü, maslahat gözetmeksizin adeta beyin abur cuburu şeklinde birtakım sözlerin, kime ne fayda sağlayacağı belli olmayan bilgilerin, manipülasyon amaçlı üretildiği anlaşılan ve ispatlanması imkansız iddiaların çoğu zaman kolay biçimde tedavüle sokulduğu, zihinlerin ve ağızların bu tür kirliliklerle, gereksizliklerle doldurulduğu da bir vaka.
Buna bir misal olarak, geçtiğimiz ay Mavi Marmara hadisesi üzerine yaşanan, merkezinde İHH’nın yer aldığı tartışmaları hatırlayalım. Gazze ablukasını kırmaya yönelik filo çabalarının akamete uğraması ve Mavi Marmara’nın sefere çıkamayacağının ilan edilmesi üzerine bazı Müslümanların, bilhassa da internet ortamında dillendirdikleri tepkiler nasıl bir sanal denizde yüzüldüğünün bir göstergesi gibiydi. İlan edilen programın gerçekleştirilemeyeceğinin anlaşılması üzerine, İHH’ya yöneltilen suçlamalar ve karalama kampanyasının Müslümanların hayırda yarışmaları, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye etmeleri, zorluklara ve saldırılara hep birlikte karşı koymaları ve benzeri emrolunduğumuz ilkelerle uzaktan yakından bir ilgisi var mıydı? İHH’yı, Hükümetten Fethullah Hoca’ya ve hatta ABD’ye kadar pek çok gücün inisiyatifinde hareket etmekle suçlayanlar, Gazze’ye ihanetle, Müslümanlara kazık atmakla itham edenler sonuçta bu “asil ve sorumlu” tutumlarıyla ne yapmak, ne tür bir hayra öncülük etmek istemiş olabilirler acaba?
Şüphesiz her kuruluş, her çaba gibi, yaptıkları ya da yapmadıklarından ötürü İHH da eleştirilebilir, sorgulanabilir; sorgulanmalıdır da! Mamafih, bunu mahkûm ederek, silerek, adeta bir karalama kampanyasına dönüştürerek yapmanın kime ne faydası olabilir ki? Üstelik de bu yapılan doğrudan ve somut verilere dayanmaksızın, dedikodular esas alınıp yapılıyorsa, bilgiyle değil zanla hareket ediliyorsa açıkça günah işleniyor demektir.
Bu zeminde en çok can sıkıcı bulduğumuz, ayıpladığımız husus ise tüm bu çirkin eylemler icra edilir, dedikodu kazanı fokur fokur kaynatılırken, bugüne kadar yapılanın edilenin hiç hatırlanmaması, adeta tümden yok sayılması. Müslümanlar adaletli olmak zorundadırlar. Adaletli olmak ise vefalı olmayı, “günün çocuğu” psikolojisi ile hareket etmemeyi, yaşananları bütünlük içinde değerlendirmeyi zorunlu kılar. Varsayalım ki, İHH Mavi Marmara’nın da katılması planlanan Filo konusunda yanlış yaptı, kusurlu davrandı. Bu onca geçmişine rağmen İHH’yı yok saymayı, adeta yok etme kaygısıyla hareket etmeyi mazur gösterir mi?
Yüz yüze olunduğunda asla sarf edilemeyecek sözlerin, ithamların “sanal âlem”de pervasızca, ölçüsüzce dillendirilmesi, yaygınlaştırılması kimilerince sanal âlemin doğası olarak algılanabilir ve normal karşılanabilir ama İslami kriterler açısından bunun tam bir hastalık hali olduğu tartışma götürmez. “Hakkında kesin bilgi sahibi olmadığın şeyin peşine düşme. Çünkü kulak, göz ve kalp bunların hepsi ondan sorumludur.” (İsra, 17/36) ve “Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz?” (Saff, 61/2) ve benzeri emirlere muhatap olan Müslümanlar olarak “internet ortamı” adı verilen bu zeminin aslında tam bir fitne ortamı oluşturduğunu görmek durumundayız. Çünkü gaybe iman ediyoruz. Çünkü Rabbimiz her şeyi görüyor. Bu ise şüphesiz kendisine ilişkin bir iddiayı dillendirdiğimiz, eleştirdiğimiz ya da mahkûm ettiğimiz muhatabımızın veya muhataplarımızın bizi görüp görmemesinden çok daha belirleyici bir hakikattir.
Nefsimizi Değil, Kitab’ı Belirleyici Kılmalıyız!
Etrafımızda olan biteni doğru anlamak ve doğru konumlanmak için politik bilgi ve analiz tutarlılığı büyük önem arz ediyor. Mamafih temel sorunumuz buradan kaynaklanmıyor. Temel sorun, Kur’an’ın emrettiği ahlaki vasıflarla bezenmiş İslami şahsiyet teşkili. Bu zeminde yaşanan zaafları, ortaya çıkan eksikleri hiçbir bilgi, tecrübe ya da kazanımla gidermek mümkün olmuyor. Bu yüzden önceliklerimiz hususunda sorgulayıcı bir tavır şart. Müslümanlar arasında merhametli olmayı, adaletle davranmayı becerememiş bir anlayış ya da pratiğin hiç kimseye bir şey verebilmesinin mümkün olmadığı görülmeli.
Ne yapılması gerektiği hususuna gelince öncelikle zaaflarımız hususunda açık yürekli bir tavrın öneminin altını çizelim. Kendimizden başlayarak zaaflarımızla ve bilhassa da İslami bir şahsiyet inşasının, iddiasının önünde engel oluşturan eksiklerimizle, yanlışlarımızla yüzleşmeye çalışalım. Ve birbirimize yaklaşımımızda mutlaka merhametli olmayı, merhametle davranmayı ilke edinelim. Birbirlerine merhametli olanlara şüphesiz Rabbimiz de merhamet edecek, onlara gerek bu dünyanın ağır yükleri gerekse de kıyamet gününün dehşeti karşısında yardım edecektir.
“…Mü'min erkekler ve mü'min kadınlar birbirlerinin velisidirler. Marufu emreder, münkerden nehyederler. Namazı dosdoğru kılar, zekâtı verirler. Allah'a ve Resulüne itaat ederler. İşte bunlara Allah merhamet edecektir. Şüphesiz Allah mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Tevbe, 9/71)