Ramazan Yazçiçek tarafından kaleme alınan ve 2008 Eylül ayında Ekin Yayınları tarafından yayımlanan Anonim Din Arayışı ve Dinsel Çoğulculuk adlı kitap, küresel sistemin zihin haritasını oluşturan birçok kavramın eleştirisi ve küresellik olgusuyla beraber dalga dalga yayılan sekülarizmin küresel ve yerel boyutta meydana getirdiği yıkımların tahlilini yapıyor olması hasebiyle üzerinde tartışılmasını elzem kılıyor.
Yazar, kutsalın arayışı içindeki insanlığın bu arayışına bir cevap olarak sunulmaya çalışılan; temeli mistik, hurufi, gizemci, ruhçu ve maneviyatçı sütunlara dayanan, yeni bir fikri zemin olan gelenekçiliğe ve küreselleşmeyle uyumlu bir teolojik talebe dayanan ‘dini plüralizm’i (dinsel çoğulculuk), İslam açısından sorgulamaya çalışmaktadır.
Yazar, farklı din mensuplarının bir arada yaşama imkânı olarak tartışılan dinler arası diyalogu, dinlerin doğruluk iddialarından vazgeçmeleri gerektiği fikri ile iç içeliğinden dolayı dinsel çoğulculuk bağlamında ele almaktadır. Diyalog ve hoşgörü doğrudan eleştiri konusu edinilmemekte, bunlarla beraber gelen hakikatin kıymetsizleştirilmesi fikri ve kurtuluş iddialarından vazgeçme eksenindeki anonim din arayışı eleştiriye tabi tutulmaktadır.
Kitap boyunca, gelenekçilik, senkretik inançlar, dünyevileşme, popüler kültür, Kur’an’ın işaret ettiği güç odakları, tüketim toplumu, ilahi adalet gibi konular dini plüralizm pazılının parçaları olarak ele alınmakta ve eleştirilmektedir.
Yazar, kitapta birkaç bölümde yer alan ve pratiği olmayan bazı konuları (cehennemin ebedi olup olmadığı vb.) ise, küresel güçlerin kendilerini meşrulaştırma sürecinde kullandıkları birer ideolojik argümana dönüşümlerinden dolayı ele aldığını ifade etmektedir.
Altı bölümden oluşan kitabın, Modernizm ile Gelenekçilik Arasında İnsan başlığını taşıyan birinci bölümünde, modernlik, modernite, modernizm, aydınlanma, anonim bir din talebinin kendisiyle dillendirildiği dinsel ırkçılık (Türk Müslümanlığı vb.), sekülarizm, kültürel popülizm, gelenekçilik (tasavvufi, batıni, mistik, hurufi boyutlarıyla) ve gelenekçiliğin dine yaklaşımı tahlil edilmekte ve bunların insan, cemaat ve cemiyet üzerinde meydana getirdiği tahribatlara dikkat çekilmektedir. Daha çok vahyi ve insani gerçekliği bir bütün olarak dikkate almamaları eleştirisinin temelinin teşkil edildiği modernizm ve gelenekçilik insanın arasında kaldığı iki cehennem olarak nitelenmektedir.
Yazarın, İslam-gelenek ilişkisi bağlamındaki “İslam, geleneğin doğasına değil, meşru kurucu değerini yitirmiş, belli konjonktürel şartlarda oluşmuş biçimsel bir geleneğe (başka bir deyişle gelenekçiliğe) karşıdır.” yaklaşımı yerinde bir değerlendirme olarak öne çıkmaktadır.
Kur’an’ın Dikkat Çektiği Dünyevileşmebaşlıklı ikinci bölümde, sekülerleşme, dünyevileşme kavramlarının tahlili ve aralarındaki ilişki boyutu incelenmekte. Kitapta, sekülerleşme dünyevileşmenin bir alt birimi olarak ele alınıyor. Dünyevileşmenin insan ve sosyal hayatta meydana getirdiği yozlaşmaya dikkat çekildikten sonra, Yahudilerin ve Hıristiyanların dünyevileşme serüvenine ilişkin eleştirileri eşliğinde, benzer bir sürecin Müslümanlar için de düşünüldüğü ve bunun İslam’ı Protestanlaştırarak yapılmak istendiği vurgulanıyor.
Ayrıca, dünyevileşmeyi ‘ifsad’ bağlamında ele alması yerinde bir yaklaşımı ifade etmektedir. Ancak bu açılımını ifsadın çeşitli boyutlarıyla desteklememesi bir eksiklik olarak değerlendirilebilir.
Yine bu bölümde, Kur’an’ın dikkat çektiği güç odaklarının (mele ve mütref) dünyevileşme sürecinde oynadıkları rolü, Firavun, Karun ve Samiri protipleri eşliğinde örneklendirmesi, kurulu düzenleri tahlil açısından önemli açılımlar sağlamaktadır.
Anonim Din ya da Yesak’ın Yeni Yüzü başlıklı üçüncü bölümde, belli din ve geleneklerin, çoğulculuk ile örtüşen bir muhtevaya sahip olmaları ve senkretik bir karakterle dini plüralizme giden yolu işaret etmeleri eleştiriye konu edilmektedir.
Bu bağlamda dinsel çoğulculuk, bir dünya dini oluşturma amacına matuf, siyasi iradeyle eş güdüm içerisinde olunması, konjonktürel beklentileri karşılaması, aynı zamanda ortaya; Manicilik, Cengiz Han’ın Yesak’ı, Ekber Şah’ın din-î ilâhîsi, Moonculuk, Kadiyanîlik, Yahova Şahitleri, Bâhaîlik, Siyonizm vb. senkretik yapılara benzer tarzda talepleri içerdiğinden, eski kastın yeniden dillendirilmesi olarak nitelendirilir.
Dinsel Çoğulculukadlı dördüncü bölümde, dinler arası diyalog yoluyla, dinsel çoğulculuğun dinlerin hakikat taleplerinden vazgeçmelerini istemesine karşın, üretilmiş değerleri mutlaklaştırması, anonim bir din istemi taşıması, aynı zamanda İslam’la ilgili Protestanlaştırma girişimleri bağlamında incelenerek eleştirilir. Yazar, dinler arası diyalogda fazlaca gündeme gelen hoşgörü, tolerans, müsamaha kavramları ve ahlâki değerlerin dinsel çoğulculuk ile ilişkisini inceleyerek İslam’ın bu kavramlara ilişkin yaklaşımını Kur’an’dan örneklerle izah eder. Kur’an’ın farklı din ve inanç sahiplerine karşı Müslümanların tutum ve davranışlarının nasıl olması gerektiğine ilişkin hükümlerini hatırlatır.
Yazar yine bu bölümde, İslam dünyasının tanınmış bazı simalarının görüş ve düşüncelerine yer vererek onların eleştirisini yapar. Bu minvalde, Seyyid Hüseyin Nasr’ın “Diyalogun Önündeki Teolojik Sorunlara” ilişkin görüşlerini, Abdülkerim Süruş’un “Kelam-ı Muhammed” yaklaşımını Kur’an’dan hareketle eleştirir.
Gerek bu kitapta yer alan diyaloga ilişkin görüşler ve gerekse farklı zemin ve zamanlarda dile getirilen, istismara ve manipülasyonlara sebep olan diyalog meselesine ilişkin görüşlerin değerlendirilmesinde şu üç hususun önemli olduğu söylenebilir:
Değişik inanç, ideoloji ve dinlerin referans metinlerinin diyalog meselesine ilişkin yaklaşımları; buna izin verip vermedikleri ve nasıl yaklaştıkları önemli bir husustur. Bkz: “Allah, sizinle din konusunda savaşmayan, sizi yurtlarınızdan sürüp-çıkarmayanlara iyilik yapmanızdan ve onlara adaletli davranmanızdan sizi sakındırmaz. Çünkü Allah, adalet yapanları sever.” (60/8)
Diyalogun mahiyetinin ne olacağı; diyalogun çerçevesi, ilkeleri ve nasıllığı sorularının cevabıdır. Bkz: “De ki: Ey kitap ehli, bizimle sizin aranızda müşterek bir kelimeye gelin. Allah’tan başkasına kulluk etmeyelim, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım ve Allah’ı bırakıp bir kısmımız bir kısmımızı rabler edinmeyelim. Eğer yine yüz çevirirlerse, deyin ki: Şahit olun, biz gerçekten Müslümanlarız.” (3/64 ve ayrıca bkz. 3/19, 85, 100)
Diyalogun hedefinin ne olduğu hususu; karşılıklı ön yargıların ortadan kaldırılması, olumsuz imajların düzeltilmesi, adaletin tesisi, iyiliğin emri ve kötülüğün men edilmesi vb. Bkz:“Yüzlerinizi doğuya ve batıya çevirmeniz iyilik değildir. Ama iyilik, Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitaba ve peygamberlere iman eden; mala olan sevgisine rağmen, onu yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, isteyip-dilenene ve kölelere (özgürlükleri için) veren; namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren ve ahitleştiklerinde ahitlerine vefa gösterenler ile zorda, hastalıkta ve savaşın kızıştığı zamanlarda sabredenler. İşte bunlar, doğru olanlardır ve muttaki olanlar da bunlardır.” (2/177 ve ayrıca bkz. 2/143, 3/104, 110, 22/72)
Diyalog meselesi bu üç husus göz önünde bulundurularak okunursa, hangi diyalogun verimli hangi diyalogun manipülatif olduğu konusunda farklı perspektifler edinilebilinir.
İlahi Adaletbaşlıklı beşinci bölümde, kadim bir mesele olan ilahi adalet (teodise), dinsel çoğulculuk ekseninde ele alınır. Dinsel çoğulculuk, ‘bütün insanların kurtuluşuna itikad etmek’ şeklinde gündeme gelen boyutuyla eleştirilir. Ve daha özelde ‘Allah’ın neticede inancı ne olursa olsun hiçbir insana ebedi ceza vermeyeceği zira bunun ilahi adalete sığmadığı’ yönündeki kanaatlerin kritiği yapılır. Böylesi bir yaklaşıma sahip olan Musa Cârullah Bigiyef’in görüşleri ile şirk koşanların cehennemde ebedi kalmayacaklarına ilişkin yaklaşımları Kur’an’dan örneklerle eleştirilir ve bu iddiaların İslami bir temelinin olmadığı vurgulanır.
İslam’ın Değişen Anlamları ve ‘İbrahimi’lik İddiasıadlı son bölümde ise, İslam’ın kelime ve ıstılahi anlamlarından yola çıkılarak yapılan tartışmalar irdelenmektedir. İslam’ın İbrahimi çizgiyi ifade ettiği, bundan ötürü her bir din mensubunu (Yahudi, Hıristiyan vs.) da kapsadığı fikrinin temelsizliğini, Kur’an’ın ilgili ayetleri bağlamında inceler ve buradan yola çıkarak dinsel çoğulculuğa kapı aralamanın imkânsızlığını belirtir. Dinsel çoğulculuk, siyasaldan soyutlanmış bir din anlayışının ikamesi olarak değerlendirilir. Dinsel çoğulculuğun, omurgasız bir din öngördüğünü ve dini değil siyasi bir talep olduğu belirtilir. Said Nursi’nin siyaset ile ilgili görüşleri bu bağlamda eleştirilir.
Yazar, araştırmada vardığı nihaî sonucu “Dinsel çoğulculuk; Manicilik, Cengiz Han’ın Yesak’ı, Ekber Şah’ın Din-i İlahisi mukabili bir yaklaşım, Moonculuk, Kadıyanilik, Yahova Şahitleri hatta Bâhâilik türevi ancak yeni postmodern, dini, felsefi bir tez” olarak belirtir.
Yazar, kitap boyunca ve bu son yargısında da olduğu gibi dinsel çoğulculuğu daha çok bir senkretizm ve anonim bir din oluşturma ekseninde ele alıp tartışmaktadır. Ancak dini çoğulculuğun, farklı hakikat iddialarına sahip dini gelenekler, dinlerin paralel ve eşit doğrulara sahip olduğu, kurtuluşa götüren yolların farklılığı gibi eksenlerde de tartışıldığı da dikkatlerden kaçmamalıdır. Elbette bu görüşlerin senkretizme de varacağı veya vardığı şeklinde de tartışılabilir. Ancak, her dinsel çoğulculuk yaklaşımı zorunlu olarak senkretizmi ve anonim bir din talebini içermeyebilir. Biz bu söylemleri, yazarın da yaptığı gibi, İslam’ın ‘ed-din’ olduğu hakikati ekseninde tartışır ve değersizliğine hükmedebiliriz.
Netice itibariyle, dinsel çoğulculuğu, Protestanlaştırma, senkretizm, anonim din, dünyevileşme ekseninde ele alıp tartışan ve yoğun bir emeğin ürünü olan kitabın, okuyuculara önemli açılımlar sağlayacağı kanaatindeyiz.