“Mekke’ye Giden Yol” İçin Notlar

Eyüp Sabri Togan

“Mekke’ye Giden Yol”, Muhammed Esed’in yarım asırlık hayatını devirdikten sonra Pakistan devletindeki görevinden affını isteyerek kaleme aldığı bir otobiyografik kitap çalışması. 1900 yılında dünyaya gelen Esed, 1920 ila 1932 yılları arasını ele alıyor. Avusturya’da Yahudi bir aileye doğan Leopold Weiss’in bir iç huzur arayışında gösterdiği ömürlük çaba ince ayrıntılarıyla sergileniyor.

Leopold Weiss, 26 yaşında İslam’ı seçti ve Muhammed Esed adını aldı. Bu yaşam öyküsü içinde küresel entelektüel sıfatı yakıştırıldı kendisine. Arap ve yer yer Fars kültürünü iliklerine kadar özümsedi. Mısır’dan Hicaz’a, Suriye’den İran’a, Afganistan’a kadar İbn-i Batuta’nın 28 yıl süren seyahatlerine benzer izler bulmak mümkün. Müslümanlığı seçmesi ile hidayeti bulan Esed, çok geçmeden istikametini bir hac yolculuğu vasıtasıyla Mekke’ye çevirerek ömrünün bu en kilit döneminin penceresini usulca kapatıyor.

“Mekke’ye Giden Yol”, I. Dünya Savaşı sonrasında darmadağın olan coğrafyalarda enkazın arasında çarpıcı gözlemlerde bulunuyor. Ama bu bir umutsuz, yerle yeksan olmuş insanlık tablosu değil. Tersine onca yoksulluk ve zor koşullara rağmen, ekmeği bölüşen kardeşliğin hikâyesi. O kadar ki Esed, özellikle ilk seyahatlerinde cebinde beş kuruş olmadan bölge halkının misafirperverliğiyle tanışır. Sadece onların aşlarını değil, ibadetlerini, duygu dünyalarını da keşfeder. İslam ülkelerini ‘kazan o kepçe’ defalarca dolaşmazdan önce, Viyana’nın entelektüel dairelerinde 20. yüzyılın dini gibi heyecan kasırgası yaratmış ‘psikanalizden’ tatmin olmaz. Alfred Adler, Otto Gross’un konuştuğu meclislerden anladığı I. Dünya Savaşı’nın bıraktığı büyük bunalımın aşılamayacağıdır. Çok dindar bir Yahudi aileden gelmemekle beraber, evde din üzerine yapılan konuşmalarda, konunun gelip durduğu Tanrı’nın Yahudileri neden ‘seçilmiş kavim’ olarak kayırdığı hususunu çok tuhaf bulur. “Sonsuz güce sahip yaratıcı neden garip şekilde bir kavmin çıkarları için çalışıyor olsun?” sorusunu yöneltir kendine.

Batı’nın sadece maddi refahta kurtuluşu bulmasına dair eleştirisi Esed’in, İslam dışı değerlerin çözümsüzlüğüne dair kitabındaki en esaslı vurgularını teşkil eder. Dedesinden gelen aile geleneği sayesinde yuvadan kopup hayatını başka mekânlarda kurma alışkanlığına sahip bir akraba çevresi vardır. Belki de Yahudi diasporasının bir gerçeğidir bu. Genç Esed de (o zamanki adıyla Leopold) annesinin ölümünden kısa bir süre sonra, alıp başını Berlin’e gider; neredeyse beş parasız. Uzun çabalardan sonra, basit bir gazetecilik işiyle basının kapısını aralar. Aslında iş hayatı monoton ve verimsiz başlamıştır. Ancak önemli bir Madam Gorki röportajını zorlamış; basın camiasında tanınmasını sağlamak adına kapıyı çalmakla kalmayıp kapıyı itmiş ve resmen içeri girmiştir. Ama gözü dışarlardadır, farklı kültürleri tanımak için. Bu nedenle, basındaki bu ilk pırıltılar yerini ‘Frankfurter Zeitung’ gazetesinde ‘yer tutayım’ tercihine dönüşmez. İslam ülkelerini tanıma ve seyahat etme arzusu ağır basar. Yerel haberlere ve siyasete artan ilgisi sayesinde zamanla Kudüs ve Suriye’deki seyahatlerini haberleştirir ve basında ‘Ortadoğu muhabiri’ etiketiyle sivrilir.

Esed için asıl önemli olan gazetecilik merakı değil, hakikati bulmaktır. Başka bir deyişle gazetecilik için yazı yazmaz; kendini aşma ve çağına yakın şahitliği yazacağı malzemeyi hazır eder. Kudüs’ün sonbahar günlerinde, o zaman nüfusun beşte dört çoğunluğunu oluşturan Arap Müslümanların bir araya gelip saf tutuşlarını meraklı gözlerle takip eder. Namaza ilişkin gözlemini yazar; hayatın o kadar içinde namaza duran insanlar beş dakika sonra işlerinin başına dönüp hayatlarına devam ediyorlar, diye not düşer.

Bir gün cemaatle namaz kılanların çakı gibi hizaya geçip kıyam ve secde etmeleri üzerine düşünürken, Hacı lakaplı imamın yanına gidip şu soruyu yöneltir: “Allah’ı içinizden zikrederek ibadet edemez misiniz? Bu bedensel hareketlere eğilip kalkmalarınızın nasıl bir yakınlaştırıcı yanı olabilir ki?” Hacı, kendisine mealen şu cevabı verir kırık dökük İngilizcesiyle: “Bizde Hristiyanlıktaki gibi ruh ve beden ikilemi yoktur. İkisi bütündür ve ibadetlerimizi bedenle de yaparak bu bütünlüğe uyumlu bir ameliyede bulunuruz.”

Esed, bu gösterişsiz insanların dinlerine sade ama güçlü bakışlarından etkilenir. Filistinli Müslümanlara yapılan haksızlıklar da bilhassa dikkatini çekmektedir. Bir yanda kültür ve dinî ritüeller içine işlemektedir, diğer yandan üst politik bir bilinç geliştirmektedir. Henüz 23 yaşında Siyonizm’in önde gelen isimlerinden Chaim Weizmann ile Kudüs’ün neden Arap toprağı kabul edilmesi gerektiğini savunacağı bir sohbete girer. Weizmann’ın o topraklarda, Yahudilerin Araplardan daha eski olduğunu söylemesi üzerine, Muhammed Esed şu cevabı verir: “O zaman Yahudilerden de önce başka topluluklar vardı, Edornites, Filistin halkı gibi, Moabites, Нititler gibi. Araplar işgal etti diyorsanız, o zaman Yahudiler de saydığım kavimlerin toprak haklarını ihlal etmiş olmazlar mı? Araplar en azından son beş yüz yıldır diğer halkları da bilhassa Arapçanın gücü sayesinde Araplaştırarak medeniyet ve hayatlar kurdular, esas belirleyici olan şimdi budur.” Weizmann, Esed’in tartışmadaki cevvaliyetini görür ve devam etmez.

Hem kültürel iklimin hem de politik sorgulamaların onu İslam’a yaklaştırdığının farkındadır ama henüz tavına gelmediğini de düşünmektedir. Eve sessizce giren ve eşyaları ayak ucuna basarak teker toplayan hayalet hırsızın olumlu şekline benzetmektedir kendi durumunu. “İslam’a yakınlaşıyorum; tıpkı her şeyi sessizce ve derinden toplayan bu hırsız gibi.” diye yazar.

Esed’in çabalarını Müslümanlıkla taçlandırdığı 1926 yılına yani 26 yaşına gelmeden, bilhassa Müslüman Arap dünyasındaki kültürel etkilenme dikkat çekici. Savaş sonrası bütün dertlere rağmen Mısır’da karşısına oturup pencereden satın aldığı bir dilim keki kendisiyle bölüşen, kapılarını açan fakir ama mütevazı insanlar onu etkiler. Batı’dan farklı bir dünya ile karşı karşıya olduğunun farkında olmakla kalmaz, bunun kökenlerini bulmak ister. Marmaduke Pickthall’ın ondan yaklaşık 10 yıl önce Müslüman oluşu gibi önce Müslüman halkın içine karışarak, onlarla yiyip içip sevinip üzülerek gelişen bir etkileşim bu. Cat Stevens (Yusuf İslam) gibi Müslümanları tanımadan Allah’ın kitabı Kur’an-ı Kerim ile tanışıp Müslüman olan şahsiyetlerin aksine, önce Müslümanları tanıyıp Müslüman olanlar safında Muhammad Esed. Viyana ve Berlin’de yetişmiş biri olarak ne Araplar ‘pis’ deyip kestirip atmış ne de onları başkaca modern bir insanın rahatlıkla eleştirebileceği nedenlerden ötürü dudak büküp kategorik olarak kusurlu görmeye çalışmış. Aynı etkileşimi örneğin o dönem İstanbul’da alır mıydı? Bu soruya cevap vermek imkânsız olsa da kitaptaki notlar, Türkiye’nin insanlarını daha az saydam ve daha az ferah gördüğüne işaret ediyor. Sınırları olsun olmasın, onca Arap ülkesini yeri geliyor pasaportsuz, sırtında bir Arap entarisiyle sanki tek bir beldeymiş gibi dolaşabiliyor. Şam çarşılarında el ele tutuşup çocuklar gibi mesut bahtiyar insanların mutluluğuna gıpta ediyor. Çok değil sadece 100 sene önce bile İslam coğrafyalarında görünen bütünlük hali bugün bölgeye bakınca sahiden ne kadar uzak.

Hemen şu notu düşelim ki Esed, Müslüman toplulukların dinlerinden uzaklaşarak yer yer zelil duruma düştükleri gerçeğini de gözden uzak tutmuyor hatta İslam tarihi perspektifini bu eleştiriyi yaparak geliştiriyor. Kitabın satır aralarının bize öğrettiği açık bir kalp ile ve halklara önyargısı olmadan yaklaşmanın meyvelerini topluyordu aslında Esed. Evet, İbn-i Batuta gibi bir seyyahtı belki ama ondan önemli bir noktada ayrılıyordu. İbn-i Batuta bütün hayatını Arapça konuşulan bir dünyada geçirmişti. Onun için tek ve kendi içinde entegre sistem vardı; o da Müslüman Arap dünyası. Esed ise sadece duyguları parçalanmış ve çözümleri neredeyse tükenmiş iki dünya savaşı insanlarına hem Avrupa zaviyesinden hem de Müslüman ve diğer Asyalı ülkeler zaviyesinden bakmayı biliyordu. Nitekim, Berlin metrosunda karşısında oturan bond çantalı, pırlanta yüzüklü profesyonel bir adamın yüzündeki mutluluğu bir Arap bedevinin en ufak bir şeyde sevincini ve üzüntüsünü gizleyemeyen aşırı doğallıkları ile kıyaslayacak gözlem malzemesi olmasaydı, belki de o mutsuzluğun adını koyamayabilirdi.

Akşam eve gelip yeni nikâhlandığı eşi Elsa’ya metrodaki insanların bedbaht ve karamsar bakışlarını anlatan Esed, ardından rafta duran Kur’an-ı Kerim’i açar. Zaten o günlerde Elsa ile evde Kur’an-ı Kerim üzerinde durmakta, karşılıklı okumalar yapmaktadırlar.

Esed, kısa bir göz attıktan sonra Kur’an-ı Kerim’in kapağını kapatır. Tam yerine koyacakken, bir şey dikkatini çekmiştir. Birden tekrar açar. Tekasür suresine takılır gözleri:

O çokluk kuruntusu sizleri oyaladı,

Ta kabirlere gidip ziyaret edişinize kadar!

Öyle değil, ileride bileceksiniz!

Sonra yine öyle değil, ileride bileceksiniz!

Öyle değil, kesin olarak bilseniz,

Andolsun ki cehennemi mutlaka göreceksiniz!

Sonra yine andolsun ki onu yakin gözüyle göreceksiniz!

Sonra andolsun ki o gün her nimetten sorgulanacaksınız!

Elsa’ya döner ve der ki: “Sence bu, metrodaki yolcuların mutsuzluğuna ilişkin muhteşem bir cevap değil mi?”

Esed, kadim sorusunun cevabını vermek üzeredir artık. Hayatı boyunca Kur’an’ın farklı ve yüce bir kitap olduğunu görmektedir, sadece onu bir insanın yazma ihtimalini zihninden uzak tutmamıştır, o ana kadar. Ancak biraz düşündükten sonra, “Günümüz insanının akıbetini bu kadar emin ve bütün gerçeklik ve isabetle anlatabilecek bir beşer olamaz, olsa olsa Allah olur.” der. Böylece zihnindeki son düğüm çözülür ve şehadet getirir. Kendisini iki hafta sonra Müslüman olan Elsa takip edecektir.

Muhammed Esed için Müslüman olması bir son değil, İslam olma iddiasının ispatı için sadece başlangıçtır. Otobiyografisi düz kronolojik bir seyir izlemez. Müslümanlığı tercih etmesinin ardından Mekke’ye yönelme şevkiyle hayatının asıl başlayacağı yere döner hikâyesi. Kitabı yazarken 52 yaşındadır ama 26 yaşının tazeliği ve cevvaliyeti ve ışıltısı artık ömrünün hiç bitmeyecekmiş gibi duran sonsuz baharıdır. Saçtığı ışık bugünleri de aydınlatabildiğine göre ona bir meşale diyebiliriz.