Edebiyat okuru, Mehmet Akif’i epik şiirin verimli ve usta bir şairi olarak bilir ve okur. “Safahat”ıyla bu tanımlamayı pekiştiren Mehmet Akif’in çok tanınmayan bir yönü, düzyazıdaki ustalığı ve verimliliğidir. Onun çeşitli türlerdeki/konulardaki düzyazıları şairliğinin yanında hep gölgede kalmıştır. Oysa bu alandaki verimleri incelendiğinde görülecektir ki Akif, yaşamından dokuduğu gözlemleri, yüreğinden taşırdığı duyarlıkları değişik alanlarda anlatabilmenin de yolunu bulmuştur.
Çok boyutlu ama kesinlikle bir kamusal şair olarak Mehmet Akif’i sadece “milli şair” olarak algılayan bir kültür ortamında Mehmet Akif’i bununla sınırlamanın yanlışlığını ortaya koyan bir kitap yayımlandı. “Düzyazılar” adını taşıyan kitap, Akif’in makale ve tefsir yazılarının yanında vaazlarını da içeriyor. Hem bu kitabı hem de Akif’in farklı yönlerini kitabı yayına hazırlayan A. Vahap Akbaş’la konuştuk.
Röportaj: Asım Öz
Konuyu açımlamak için, kitabın adında geçen ‘düzyazı’ kavramı üzerinde de durmak gerekli. Niçin “Düzyazılar”?
Akif, şiire daha çok emek verdiği için, geniş kitlelerce, tabii olarak öncelikle Safahat’taki manzumeleri ile tanınıyor. Çevresinde de “Şair Akif” olarak anılıyor. Ama o düşüncelerini makaleler, söyleşi yazıları, tefsir metinleri ve vaazlar yoluyla da iletmiştir. Şiirini fikrin emrine veren Akif, düzyazılarda şiirin sınırlandırıcı özelliklerinden kurtularak çok çeşitli ve canlı bir fikrî yelpaze çiziyor. Onun bu yönüne vurgu yapmak için kitaba “Düzyazılar” denmesinin uygun olacağını düşündük.
Akif’in bu yazıları daha önceden de kitaplaştırılmıştı. Sizin çalışmanızın onlardan farkı nedir?
Önceki çalışmalarda makaleler, tefsirler ve mevızalar ayrı kitaplar halinde yayımlanmış; yazılar, kitaplara Sırat-ı Müstakim ve Sebilürreşad’daki yayınlanma tarihlerine göre konmuştu. Biz yazıların hepsini bir ciltte toplamaya çalıştık. Dildeki hızlı değişimi hesaba katarak metinleri aşırılığa kaçmadan sadeleştirme yoluna gittik. Bazı tasnifler yaptık. Metinlerin daha iyi anlaşılması için isim, eser ve kavramları dipnotlarla açıkladık. Okura, Akif’e ulaşmada ve onu anlamada yardımcı olma amacı güttük.
Nasıl bir yöntem izlediniz?
Yazıları, muhtevalarını ve Akif’in kullandığı bazı genel başlıkları da hesaba katarak bölümlere ayırdık: İslam’a ve Müslümanlara Dair, Hasbıhal, Edebiyat Bahisleri, Eski Hatıralar gibi… Böylece Makaleler bölümü dağınıklıktan kurtulsun, bir yapıya kavuşsun istedik.
Sebilürreşad’da herhangi bir sıra gözetilmeden yayımlanmış tefsir parçalarını, bazı ayetlerin birbirinin devamı olduğunu da göz önünde bulundurarak Mushaf sırasına koyduk. Tefsir-i Şerifler genel başlığıyla yayımlanan metinlerin başına sure adlarını ve ayet numaralarını koyduk.
Vaazları, Sebilürreşad’daki tarih sırasına göre dizdik. Akif’in İttihad ve Terakki Cemiyeti’nin Şehzadebaşı kulübünde yaptığı “İttihad Yaşatır, Yükseltir; Tefrika Yakar, Öldürür” başlıklı konuşmanın metnini de vaazlara ekledik. Bu konuşma Sırat-ı Müstakim’de çıkmış, Bedir Yayınevi’nce bir risale şeklinde yayımlanmış ancak daha önce yayımlanan kitaplara konmamıştı.
Metinlerin tümünü, daha önce de belirttiğimiz gibi, Akif’in anlatımına halel getirmemeye çalışarak sadeleştirdik. Özel isim oldukları için yazı başlıklarına ve Akif’in meal hususiyetindeki titizliğine olan saygımızdan dolayı meal cümlelerine dokunmadık. Gerekli yerlerde dipnotlar kullandık.
Kitapta çokça isim eser ve terim geçmektedir. Metinlerin anlaşılması ve Akif’in fikir ve edebiyat dünyasının genişliği hakkıyla kavransın diye bunların hepsini dipnotlarla açıklamaya çalıştık.
Öte yandan bu yazılarda ele alınan konularda büyük bir çeşitlilik var: Mehmet Akif’in düşünsel kimliğinin pekiştirilmesi ve kalıcı kılınmasında, kültürel bakımdan kendini ifade edebilmesinde düzyazılarının nasıl bir yeri var?
Akif’le ilgili bazı anılardan onun zamanında da yeterince bilinmediği, anlaşılmadığı sonucunu çıkarmamız mümkün. Mesela onun Fransızca bazı önemli eserleri asıllarından okuyuşunu, ney üfleyişini vs. görünce büyük şaşkınlık geçirenler var. Bu yazılar, onun bir bütün halinde algılanmasına, anlaşılmasına katkı sağlar şüphesiz. Zihinlerdeki eksik Akif portresini tamamlar. Onun bakışını, duruşunu, düşünce ufkunu daha açık görmemizi sağlar. Akif’in sadece bir düşünce adamı ve şair olmadığını aynı zamanda donanımlı bir kültür adamı da olduğunu ortaya koyar.
Düzyazı yazmasında dergicilikle uğraşmış olmasının da büyük payı var mı?
Şüphesiz vardır. Yazılarının hemen hepsini başmuharrir sıfatıyla yazmıştır. Bir başmuharrir olarak böyle bir zorunluluğu vardır, denebilir. Bu zorunluluk onun üslubuna da etki eder. Yazıların neredeyse yarısının “hasbıhal” başlığını ya da üst başlığını taşıması da onun okurla bir şeyler paylaşma ihtiyacına işaret eder.
Tefsir yazıları da dergideki sorumluluğunun ürünleridir. Sırat-ı Müstakim, sekizinci ciltten itibaren Sebilürreşad’a dönüşürken muhteva çeşitlenir ve bölümlerin uzman kişilerce hazırlanması kararlaştırılır. Tefsir bölümünün hazırlanması Akif’e teklif edilir. Akif’in itirazlarına rağmen ona kabul ettirilir.
Dönemin şartlarını da göz önüne aldığınızda Akif’in düzyazılarında hangi konular öne çıkıyor?
İslam dünyasının ve Müslümanların durumu, Batı’yla ilişkiler, ırkçılık, bölücülük, kültür ve ahlâk yozlaşması, eğitim, hurafeler, özünden kopmuş aydınlar, dil ve edebiyat tartışmaları… Akif’in değindiği hemen bütün meselelerin bugün de önemini koruması dikkate değerdir.
Şairlerin görünme biçimlerinden biri olduğu için düzyazıyı da tercih ettiğini biliyoruz. Şairlerin düzyazıyla ilişkileri konusunda ne düşünüyorsunuz?
Şiir sıkı bir düzeni, disiplini gerektirir. Dağınık olanı toplar, yoğunlaştırır, örter. Düzyazı ise kapalı olanı, yoğunlaştırılmış, örtülmüş olanı açar, saçar. Nesir kelimesinin sözlük anlamı, bilindiği gibi, saçmaktır. Bu bakımdan şairlerin görünmeleri, anlaşılmaları için gerçekten düzyazıya ihtiyaçları vardır. Şiir, özel bir dildir ve onunla her şey anlatılmaz. Cemiyetin canlı bir uzvu olan şairin şiir diliyle anlatamayacağı çok şey vardır. Şiirin reddettiğini şair ancak düzyazıyla dışarı atabilir.
Akif söz konusu olduğunda şiirlerindeki sesin, söyleyiş biçiminin etkisi görülüyor mu bu yazılarda?
Akif’in düzyazılarında bir şiiriyet aramamak gerekir. Esasında onun şiirinde nesrin izleri daha belirgindir, denebilir. Akif’in şiiri ile düzyazı arasında naif bir akrabalık vardır. Bu noktadan bakınca Akif’in düzyazılarında mesajın muhataba açıkça iletilme kaygısının önde olduğu görülür. Onları güzelleştiren dil ve anlatımdaki sağlamlık ve samimiyettir.
Akif’in yazmaya başladığı dönemlerde edebiyat ortamı Servet-i Fünuncuların nüfuzu altındadır. Nesir denince de onların sanatlı nesri akla gelmektedir. Bu bakış açısıyla bazı yakın dostları bile Akif’in nesrini zayıf bulmuş. Orhan Okay Hoca, onun otuzlu yaşlarda yazdığı bir şiirinden hareketle bir dönem şiir yazıp yazmamakta ciddi tereddütler geçirdiği görüşüne varır. Bu şiirde Akif, düzyazıda yeterince başarılı olamadığı “dilinde rekâket” bulunduğu için nazım yazmaya başladığı intibaı uyandırmaktadır. Ancak günümüz kriterlerine göre Akif’in nesri Servet-i Fünuncuların nesrinden çok ileridedir.
Kitabın bir bölümü “Edebiyat Bahisleri” adını taşımakta. Bu bölümdeki yazıların, yaşamla edebiyatın ayrılmaz bir bütün olduğu görüşünde birleştiklerini söyleyebilir miyiz?
Elbette söyleyebiliriz. Özellikle Akif için bunu rahatlıkla söyleyebiliriz. “Edebiyat başlıklı yazısında şöyle diyor: “…Bizim gibi aç, çıplak milletlere süsten, çerezden önce giyecek, yiyecek lazım. Onun için ne kadar süslü, ne kadar tatlı olursa olsun, elbise hizmetini, gıda vazifesini görmeyen edebiyat bize hiçbir şey söylemez.” Bu bölümdeki yazılar, hayata giydirilecek edebiyat elbisesinin özelliklerini veriyor bir bakıma bize. Başka bir deyişle, Akif’in edebiyata bakışının ayrıntılı resmini görüyoruz burada.
Peki, edebiyat hakkındaki genel yaklaşımları nasıl Akif’in? Bunu ömrü boyunca sürdürmüş müdür?
Akif’in gençliğinde garamî (aşkla ilgili) şiirler yazdığını, başlangıçta Ziya Paşa, Muallim Naci, Abdülhak Hamid Tarhan yolunda gittiğini biliyoruz. Ancak bu tarz çalışmalarını yok etmiş ve II. Meşrutiyet’e yakın yıllarda farklı bir yol seçmiştir. Şiirini cemiyetin emrine vermiştir. Safahat’ın ilk iki kitabında tamamıyla toplumsal kaygılarla yazılmış manzumeler vardır. Sonraki şiirlerinde düşüncenin ölçülü bir sanat kaygısıyla harmanlandığını görüyoruz. Safahat’ın son kitabı olan Gölgeler’de ise Akif’i bambaşka bir vadide görüyoruz. Mistik ve estetik kaygı hâkimdir Gölgeler’de.
Akif’in baştan beri bilinçli bir tercih içinde olduğu anlaşılıyor. Bu tercihi, kendisinde var olan şiir kudretini bastırarak yapıyor. O, kendini devrinin şartlarıyla sınırlandırmıştır. Ülkenin içinde bulunduğu olumsuz şartlar onu kendini cemiyetin önünde görmeye itmiş ve kalemini de millete hizmet etmek için kullanmaya kendini mecbur hissetmiştir. Nitekim kendini bu şartlardan soyutladıktan sonra şiiri de değişmiştir. Kendi ifadesine göre asıl vadisine dönmüştür. Bu bağlamda Hasan Basri Çantay’ın söyledikleri önemlidir. Akif’in Mısır’da yazdığı “Secde” şiirini dinledikten sonra, “Üstad siz vadiyi değiştirmişsiniz!” der Çantay. Akif, vadisinin hep aynı olduğunu, Safahat’taki şiirleri millete hizmet için yazdığını söyler. Bu anekdotun, Akif’in şiir serüveni hakkında bize yeterince ipucu verdiğini düşünüyorum.
Safahat’ı da yayına hazırladınız. Akif’in şiirini diğer şairlerin şiirinden farklı kılan nedir?
Akif, müstesna bir şahsiyettir. Safahat’ın en önemli özelliği, bu şahsiyetin tezahürü olmasıdır. Akif’in samimiyeti, tevazuu, karakter sağlamlığı, dürüstlüğü, takvası, vatanseverliği, derin bilgisi, titizlik ve çalışkanlığı ve başka örnek özellikleri şiirlerine aksetmiş, mısraların arasına adeta sinmiş. Akif, herkesten farklı bir insandır. Bu kişilik farklılığı onun şiirini de farklılaştırıyor. Akif kadar çağıyla ilgilenmiş, toplumunun dertleriyle dertlenmiş, onun üzerine düşünmüş başka bir şair yoktur. Bu hassasiyet Safahat’ı koca bir çağa tutulmuş bir ayna kılar. Böyle, derin ve toplu bir bakış başka şairlerde pek görülmez.
Akif kendi şiiri için “üç beş manzume” der. Bir anlamda onları yüceltmez. “Düşüncelerden şiir üretmek” tabirini Akif için kullanmak mümkün mü?
Akif, sessiz yaşamış, mütevazı bir adamdır. Safahat’ı hakkındaki bu kanaatleri onun tevazuunun bir tezahürüdür. Başka bir şiirinde “Rahmetle anılmak, ebediyet budur ancak / Sessiz yaşadım, kim beni nerden bilecektir?” der. Mithat Cemal, bunun Akif’in hayatta söylediği tek yalan olduğunu söyler. Yazdıklarının “üç beş manzume”den ibaret olmadığını Akif’in de çok iyi bildiğinden şüphe etmemek gerekir.
Akif’in şiirindeki düşünce ağırlığı ise tartışılmaz. O, Sezai Karakoç’un ifadesiyle “Şiirle düşünmenin kapısını açmıştır.”
Akif’in şiirlerinde tasavvuf için olgun şıra tabirini kullandığını biliyoruz. Öte yandan Mesnevi’yi önemsiyor. İran ve Arap edebiyatından sufileri ezbere biliyor. Bir yandan medeniyeti yeriyor öte yandan Asım’a örnek olarak Batılıları anıyor. Buna benzer çelişkili durumlardan hareketle Akif’teki zıtların birlikteliğini nasıl yorumlamak gerekir?
Akif’e bütüncül bir bakış açısıyla bakmak gerektiğini düşünüyorum. Zıtlık gibi görülen bu durumlara Akif’in bütün hayatı ve eseri içinde baktığımızda gerçekte bir zıtlığın söz konusu olmadığı görülür. Soruda belirttiğiniz gibi, Mesnevi’yi önemseyen, Safahat’ında ve düzyazılarında birçok ünlü sufiye hayranlıkla göndermeler yapan Akif’in, bazılarının ileri sürdüğü gibi tasavvufu topyekûn kötülemesi ya da reddetmesi mümkün değil. Babasının Nakşî olduğunu ancak kendisine telkinde bulunmadığını Akif’in kendisi söylüyor. Tasavvufla alakalı kişilerle yakın dostlukları vardır. “Secde”, “Gece” gibi şiirlerinde tasavvufî çeşni vardır. Akif, gerçekte tasavvufa karşı değil; yozlaşmış, sufiliği yanlış yorumlamış, halkı uyuşturmuş sahte sufiliğe karşıdır kanaatimce.
Batı medeniyeti karşısındaki durumu da aynıdır. Onun medeniyete, bilim ve tekniğe karşı olmadığı ayan beyandır. O medeniyetle makyajlanmış sömürgeci zihniyete karşıdır. Öyle de olmak gerekmez mi?
Sonrasındaki gelişmelerin kimisinin içinde en azından Yakup Kadri’nin “Ankara” romanının ilk dönemine tekabül eden kısmının içinde yer alan Akif’in 23-25 arasında ve sonrasında tamamen suskunlaşmasını nasıl anlamak lazım? Cemil Meriç’in deyimiyle olanlar karşısında konuşmaktan korkan bir Akif mi var? Hatta sizin başarılı olarak gördüğünüz şiirleri genel Akif portresini göz önünde aldığımızda bir tür çözülme şiirleri olarak da göremez miyiz?
Akif, imparatorluğun çöküş sürecini yaşar. Bu sürecin bütün acılarını yüreğinde hisseder. Dağılan imparatorluğun yerine idealleri doğrultusunda yeni bir devletin kurulacağını ümit ederek ‘Milli Mücadele’yi destekler. Birinci Meclis bu idealleri gerçekleştirecek bir ruh taşımaktadır. Bu ruh Akif’i heyecanlandırır, coşturur. Ancak işgal güçleri bertaraf edilir edilmez memleketteki hava değişir. Rüzgâr muhalif taraftan sert eser. Akif ve onun idealini paylaşanlar da bertaraf edilir. Birçok muhalifin başına olmadık çoraplar örülür. Gençlik Akif’e karşı kışkırtılır. Falih Rıfkı, devletin sesi olan gazetede “Git kumlarda oyna!” der. Akif, bu durumlar karşısında korkmuş mudur, bilemem. Bir insan olarak korkmasından daha tabii bir şey yoktur. Ancak korkudan çok, hüsranın, hayal kırıklığının ve inandığı ideallerin gerçekleşme şansının kalmamasının onu derinden etkilediği kanaatindeyim. Akif’in kavgacı olmayan, suskun kişiliğini de hesaba katmak gerekir.
Mısır’da, yıkılmış umutlara bir de memleket hasreti, yalnızlık, sağlık sorunları, ekonomik sıkıntı gibi dertler eklenir. Belirttiğiniz tarihlere kadar dışa dönük bir durum arz eden Akif, bu tarihlerden itibaren içine döner ki bir insan için bundan tabii ne vardır? Bu dönemde yazılmış şiirlerinde onun bu ruh halinin etkisi vardır elbette. Ancak bunlara “çözülme şiirleri” demek ne kadar doğrudur? Bence daha fıtrî şiirlerdir bunlar. Onun için de şiir sanatı açısından başarılıdır. Liriktir bu şiirler. Akif’e yalnızca idealist bir adam olarak bakarsak, içinde bulunduğu bu durumu belki “çözülme” olarak niteleyebiliriz. Ama artık onu ete kemiğe büründürerek de görebilmeliyiz. O, bu haliyle belki celadetli, heybetli değildir ama doğaldır, munistir.
Akif’e özgü eleştirel ve siyasal bir söylemden de söz edebiliyor muyuz bu düzyazılardan hareketle?
Esasında Safahat’ta var olan eleştirel söylemi burada da görüyoruz. Bu haksızlığa, zulme, cehalete, ahlâk çöküntüsüne, yenilgilere bir başkaldırı, isyandır bir bakıma. Akif’i, burada da yoldan çıkmış kalabalıkların önünde kollarını açmış, onlara doğruyu haykırırken görüyoruz.
Hangi adlar/kitaplar, hangi konular üzerine yazacağını nasıl belirliyor acaba?
Bu konuda elimizde somut deliller yok. Ancak yazdıklarına baktığımızda bazı ad ve eserlerin farklı gerekçelerle yazılarına konu olduğunu gözlemliyoruz. Bazen yapılan bir haksızlığı bildirmek için; bazen, çoğu yazarın yaptığı gibi, vefat etmiş şahsiyetleri anmak, meziyetlerini hatırlatmak için; bazen faydalı bir kitabı tanıtmak için; bazen bir eserdeki yanlışları göz önüne sermek için; bazen iyi işler başarmış birini takdir ve teşvik etmek için…
Tartışmaların bazı gerçekleri ortaya çıkardığını yadsıyamayız. Bu noktada Akif polemiklerinde nasıl bir yol tutuyor?
Akif, polemikçi bir kişiliğe sahip değildir. Kişilerle uğraşmaktan hazzetmez. Esasında bu onun inancına da ters düşer. Safahat’ta Mehmet Rauf’a, Rıza Tevfik’e bazı eleştirel göndermeler yapar ancak bu onların kişiliğine karşı değildir. Yaptıklarını doğru bulmaz. Bu eleştiriler polemik boyutunu da kazanmaz. Polemiğe girdiği tek kişi Tevfik Fikret’tir. Fikret’e de şahsına yönelik eleştirilerinden dolayı değil, mukaddesatına sövüşünden dolayı kızar. Mukaddesatına sövenleri affetmeyeceğini söylediğini dostları aktarır. Buna rağmen Fikret’le ilgili mısraları Safahat’a almaz.
Burada daha genel olarak başka bir soruna geçmek istiyorum: Bilindiği üzere Tevfik Fikret'in Servet-i Fünun'dan ayrılışından ölüm tarihi olan 1915'e kadar geçen dönemde karşılaştığı en önemli eleştiri Mehmet Akif'in kendisine yönelttiği eleştiridir. Fakat bu eleştiri Tevfik Fikret'in şiir anlayışına değildir; kişiliğine ve düşüncelerine karşıdır. Tevfik Fikret'in Han-ı Yağma, Tarih-i Kadim, Doksan Beşe Doğru başlıklı şiirlerindeki İttihat ve Terakki eleştirisi, Osmanlı Tarihi eleştirisi, İslam inançlarına ters düşen düşünceler Mehmet Akif'in saldırılarına neden olmuştur. Bu açıdan “Tevfik Fikret ile Mehmet Akif kavgası”na bir edebiyat tartışması değil İslamcı-Batıcı çatışması demek daha doğru olur. Bu boyutun yanında iki şairin özellikle de 1907’de bu yapıya dâhil olan Akif’in İttihat Terakki ile ilişkileri ya da bu yapıya dönük eleştirileri hakkında ne söylersiniz?
Akif, Tevfik Fikret’e “Tarih-i Kadim” ve “Tarih-i Kadim’e Zeyl” manzumelerinden dolayı karşı çıkar. Onu öfkelendiren, Fikret’in bu manzumelerde İslam ve Müslümanlar için hakaretamiz ifadeler kullanmasıdır. “Berlin Hatıraları”ndaki (daha sonra çıkarılan) yüz kadar mısra Fikret’in bu saldırılarına cevap mahiyetindedir. Akif’in, “Han-ı Yağma” ve “Doksan Beşe Doğru” şiirlerine herhangi bir eleştiri getirdiğini bilmiyorum. Aslında kendisi de benzer eleştiriler yapmıştır.
Akif bağımsız bir kişiliğe sahiptir. Zalimin, yanlış yapanın yanında durmamıştır. Meşrutiyetin ilanından önce devlet yönetiminden memnun değildir. Onun için o da devrinin birçok aydını gibi sıkı muhaliftir. Meşrutiyetten iyi şeyler ummaktadır. Ancak meşrutiyetin ilanından sonra yapılanları da doğru bulmaz. Safahat’ta onları da eleştirir. Gelenin gideni arattığı görüşündedir.
Mehmet Akif çalışmalarında eser sahiplerinin ya da onu önemseyenlerin genellikle Akif’i İttihatçı olarak görmemeleri ya da onun bu yönü üzerinde fazla durmamaları neden kaynaklanır?
Bence bu, Akif’in cemiyete girdiği zaman bile gerçek bir İttihatçı olmamasından kaynaklanmaktadır. Akif’in, İttihat ve Terakki’ye çok da isteyerek girmediği bilinmektedir. Bütün yaşantısına ve eserine bakıldığında onun İttihatçılarla bir kan uyuşmazlığı taşımasının kaçınılmaz olduğu görülecektir. Cemiyete girerken de herkes gibi yemin etmediğini ve yemindeki, cemiyetin emirlerine kayıtsız şartsız uyma şartını reddettiği malum. Akif üzerine çalışanlar ya da sizin tabirinizle onu önemseyenler bunu fark ettikleri için onun bu macerasını üzerinde fazla durulacak bir husus olarak görmüyorlar, diye düşünüyorum.
Vaazları ile diğer yazıları arasında bir fark var mı?
Şüphesiz var. İstanbul’un Beyazıt, Fatih ve Süleymaniye camilerinde, Balıkesir’deki Zağanos Paşa Camii’nde, Kastamonu’daki Nasrullah Camii’nde ve Kastamonu havalisindeki başka camilerde verilmiş vaaz ve hutbelerin metinleri konuşma üslubuyla Eşref Edib tarafından yazıya geçirilip neşredilmiş. Bu metinler, Akif’in hitabetteki başarısının da belgeleri niteliğindedir. İstanbul’daki konuşmalar, Müslümanların ve ülkenin içinde bulunduğu duruma ayna tutması bakımından önemlidir. Anadolu’daki vaazlar da bilindiği gibi, belli bir amaca matuftur. Halkı birlik ve beraberlik içinde tutma çabası güdülmektedir.
Akif’teki kültürel söylemin bir boyutuna özellikle Afgani etkisine de değinmemiz lazım. O boyut da onun kültürel söylemini analiz etme, geçmişin kimi klişelerini ve yalanlarını temizleme, otoriteyi sorgulama, alternatifler arama gücü. Dergilerinde Menar hatta bir öncesinde Urvetü’l Vuska’da seslendirilen fikirleri gerek tercüme gerekse telif yazılarda Türkçe olarak yeniden ifade etmiştir. Bunları değerlendirirken -kitaba yazdığınız giriş yazısında- sadece Sezai Karakoç’un analizlerine bağlı kalmayı seçmişsiniz, niçin?
Giriş yazılarının muhtasar olması esastır. Yazıda amaçlanan, Akif’i bütün fikrî dünyasıyla anlatmak değil; okuyucuya düzyazılarının çerçevesini belirli bir sınır içinde çizmektir. Bu çerçeve içinde, hem Akif’in fikrî istikametine işaret etmiş olmak için hem de kitapta Efganî ve Abduh hakkında fikirler ihtiva eden yazılar bulunduğu için bir paragraf ayırma gereği duyduk. Akif’in bu kişilerden etkilendiği, onların görüşlerini dillendirdiği inkâr edilmez. Ancak Akif’in beslendiği diğer kaynakları bir tarafa bırakarak yalnızca onların tesirinde görmek Akif’e haksızlık olur. Ayrıca onu anlamamak demektir bu. Bu anlamda Sezai Karakoç’un cümleleri düşüncelerime tercüman olduğu için onları alıntılamanın yerinde olacağını düşündüm.
Peki, Akif üzerinde Said Halim Paşa’nın tesiri hakkında neler söylersiniz?
Said Halim Paşa, şüphesiz devrinin en önemli devlet ve fikir adamlarındandır. Uzun makaleler halinde, Fransızca olarak yazdığı eserleri devrin aydınlarını etkilemiştir. Akif de Said Halim Paşa’nın eserlerini okumuş, beğenmiş, onlardan etkilenmiştir. Öyle ki Paşa’nın “İslamlaşmak” adlı eserini Fransızcadan çevirerek Sebilürreşad’da tefrika etmiştir. Kitap olarak basılması üzerine de onu tanıtan bir yazı kaleme almıştır. Akif, Said Halim Paşa’yı sağlam, gerçek görüş sahibi, samimi bir kişi olarak görür. Akif’e göre o, eserleriyle İslam düşünürlerine araştırmak ve incelemek için çok önemli gerçekler sunmuş.
Tefsir yazılarının nasıl bir yöntemi var? Bu yazılara Akif’in İslam tasavvuru ne oranda yansımıştır?
Bahis konusu tefsir yazılarının Sırat-ı Müstakim’in ad değiştirilerek Sebilürreşad olarak çıkarılmaya başlanması sırasında kararlaştırıldığını ve bunun en iyi Akif tarafından yapılabileceğine inanıldığı için ona bu görevin verildiğini söylemiştik. Tefsir yazılarına başlanmadan önce “Tefsir-i Şerif” başlıklı bir yazı yayımlanarak okuyucu takip edilecek yöntem konusunda bilgilendirilir. Nitekim bu açıklamalar doğrultusunda, ilim ve fenne, tarihe, sosyal hayata ve gündelik işlere temas eden ayetler bahis konusu edilmiştir. Daha çok amelî konular üzerinde fikir yürütülmüş. Ayetlerden hareketle zamanın gereklerine göre İslam’ın genel durumu hakkında görüşler belirtilmiştir. Ayetler, mealleri verildikten sonra tefsir edilmiştir.
Şüphesiz bunlar derli toplu, iddialı bir tefsir çalışması değildir. Dergi okuyucusunu aydınlatmak, bilinçlendirmek için yapılmış çalışmalardır ve Akif’in konu kendisine teklif edildiğinde belirttiği gibi öyle çok sıkı yöntemler uygulanarak, araştırmalar yapılarak kaleme alınmamıştır. Yine de Akif’in Safahat’ında, vaazlarında ve bazı yazılarında ele aldığı fikirlerle, bakış açılarıyla burada açıklananlar büyük ölçüde örtüşmektedir.
Söyleşimizi Akif’in eleştiri anlayışına ilişkin bir soruyla bitirelim. Kimileri eleştiri yazılarının hep olumsuz yargılar içermesi gerektiğini, iyi kişi/kitap üstüne yazmanın pek de anlamlı olmadığını düşünür. Bu konuda Akif’in yaklaşımı nasıl?
Akif, eleştiriye dair görüşlerini “İntikad” adlı bir yazıda açıklar. Bu yazıda, eleştirinin küçümseme, kötüleme demek olmadığını; bir edebî eseri dikkatle okuyarak iyi yerlerini, fena yerlerini ayırmak demek olduğunu ifade eder. Akif, eleştiri kavramı yerine intikad kelimesini kullanır ve bunun nakd kelimesinden geldiğine dikkat çeker. Buradan hareketle eleştirmeni bir sarrafa benzetir. Sikkeleri inceleyerek sağlamını sahtesinden ayıran ve “bu geçer, bu da geçmez” diyen bir sarrafa… Akif’in yaptığı eleştirilerde de bu ilkelere uyduğu söylenebilir.
Söyleşi için teşekkür ederiz.
Ben de size teşekkür ederim.