İnsanlık tarihi boyunca dünya üzerindeki medeniyetler insan var oluşuna ve onun doğa ve tanrı ile ilişkisine bir derinlik kazandırmaya çalışmıştır. Her medeniyetin en temel kurgusu tanrı, evren ve insan üzerinedir. Bunun kadim biçimleri mitolojilerdir. Mitler tanrı düşüncesinden yola çıkarak evrenin kozmolojisi ve insanın anlamına odaklanmıştır. İnsana yüklenen ontolojik anlam, onun bu dünyadaki etik yönelimini de belirlemiştir.
Dünya üzerinde yitip giden sayısız medeniyetin bugün sadece izleri kalmıştır. Binlerce yıl Afrika ve Nil deltasında hüküm süren Mısır medeniyeti, Hint alt kıtasında zengin bir teleoloji ve metafizik söylemlere dayalı Hint medeniyeti, insan gerçekliğini kendi ruhsal deneyiminde araması gerektiğini dile getiren Çin ve Orta Doğu’da kurulu Sümer, Babil, Asur, Akad, İran medeniyetleri dünyanın kadim uygarlıklarıdır. Her medeniyet kendi yaşamış olduğu coğrafyada bir anlam arayışına girmiş, eşyaya ve doğaya yönelmiş ve ona biçim kazandırmıştır. Her medeniyetin beslendiği kaynak farklı olmakla birlikte medeniyetler, insanı bir üst kimliğe bağlama çabası içinde olmuştur.
Bugün dünya üzerinde hayatiyetini sürdüren canlı medeniyetler içerisinde öne çıkan ikisi Batı uygarlığı ve İslam medeniyetidir. Batı uygarlığı özellikle son üç yüz yıl içerisinde dünyaya egemen olmuş hem maddi hem de etki gücü sayesinde küresel bir hegemonya haline gelmiştir. Dünya tarihi içerisinde 3 bin yıldan uzun süren Mısır uygarlığı düşünülürse üç yüz yılın ne kadar az bir dönemi ifade ettiği görülebilir. Batı uygarlığını diğer uygarlıklardan ayıran temel farklar nelerdir? Batı ile mücadele edebilmek için bu uygarlığın temelleri ve onun insan kavrayışı üzerine odaklanmak gerekir. Felsefi temeller doğru analiz edilebilirse bugün yaşadığımız sorunların nedenleri ve çözüm yolları da daha kolay anlaşılabilir.
Batı uygarlığı ontolojik olarak üç kökene dayanır. Bunlar Grek (Yunan) felsefesi, Roma devlet geleneği (Roma hukuku) ve Hristiyanlıktır.
Yunan felsefesi kökleri eski Miken, Girit uygarlıklarına kadar giden M.Ö.6. Yüzyılda Güney İtalya, İyonya ve Trakya bölgesinde kurulmuştur. Yunanlılar diğer kültürlerin medeniyet birikimlerini absorbe edip, onu yeni baştan yorumlamış ve ona bambaşka bir anlam yüklemiştir.
Yunan felsefesini diğer uygarlıkların düşünme birikiminden ayıran temel özellik, dünya kavrayışının kaynağını tanrıdan veya metafizik mistifikasyondan değil akıldan almış olmasıdır. Kendinden önceki dünya kavrayışının bağlamını tanrıdan koparıp ona akli bir temel kazandırmaya çalışan Yunan felsefesi bir yönüyle tanrının yaratmış olduğu dünyaya alternatif, paralel bir evren inşa etmeye çalışmıştır. Doğa felsefesi biçiminde başlayan Yunan felsefesi, evrenin var oluşunu maddi gerçeklikte aramış, insanı da buna paralel olarak maddi dünyanın atomik bir metaforu görünümüne indirgemiştir. Bedeni, yaşamı ve hazzı kutsayan Yunan düşüncesi, insanı dünyevileştirmiştir. Tanrısal dünyayı nesneleştirip, onu temsilin biçimine indirgeyerek tanrıları bir nevi insan formuna dönüştürmüştür. Prometheus’un tanrılar katından ateşi çalıp, insan neslini özgürleştirme teşebbüsü Yunan felsefesinin özüdür. İnsanın içine hapsolduğu metafizik evrenden, geçmiş ve mitolojiden arındırılması amaçlanmıştır. Böylece insan arzusuna boyun eğmiş, güç kutsanmış, ölümün yerini yaşam almıştır. Tanrıya ihtiyaç duymadan, meşruiyetini insanların iradesinden alan demokrasi ile tanrısız bir dünya bağlamı siyasal bir biçime kavuşmuştur.
Yunan felsefesinin önemli yönlerinden biri de arzu ve buna eşlik eden görüntünün (simülark) kutsanmasıdır. Görmek, sahiplenmektir. İnsan hayal gücüne zengin bir repertuar kazandıran kelamın yerini imgeler almıştır. Dikkat edilirse modernitenin ve bugünkü yaşamın temelinde de imgesel bir dünya vardır. Görüntünün fetişizmini simgeselleştiren Batı uygarlığı, kadim dinlerin kelamına karşı koymaya çalışmıştır. Kelam, simgeselleştirmeye değil hayal gücüne, somutlaştırmaya değil soyutlamaya dayanır. Kelam, insanı sınırlamak yerine onun önüne geniş bir dünya açar, onun kavrayışının sınırlarını genişletir. Aynı zamanda kelam, görüntünün dünyasına alternatif olarak insanın manayı dışarıda değil kendi içinde aramasına olanak sağlar. En zengin metafizik söyleme dayanan Platon bile nihayetinde bir mağara alegorisi ile kendi felsefesini somutlamak zorunda kalmıştır.
Dikkat edilirse modern düşüncenin pek çok niteliği Yunan felsefesinden sızmıştır. Bu sızıntılar zaman içerisinde bir çağlayana dönüşmüş ve önündeki Orta Çağ bariyerini aşarak tekrar düşünceye egemen olmuştur. Elbette Yunan felsefesi tek boyutlu, tek bir çerçeveye hapsedilmeyecek kadar zengin çağrışımlara sahiptir. Sokrates gibi dünyevi bir ahlak kahramanı, Platon gibi zengin bir metafizik ve aşkın bir evren tasarımına dayalı fakat dünyevi bir siyasette karar kılan bir politika ustası, Aristoteles gibi kılı kırk yaran, mantıkçı, deneyimci ve gözlemci bir biyolog bu zenginliğin farklı noktalarını temsil etmiştir. Yunan felsefesi evreni bir kadavra gibi masaya yatırmış ve onu türlü cerrahi hamlelerle delik deşik ederek insanı sorumsuz bir varlığa dönüştürmüştür.
Batı uygarlığının diğer bir dayanağı Roma devlet deneyimidir. Roma, üretmiş olduğu hukuk kodeksleri ile herhangi bir devlet deneyimi olmayan Cermen kavimlerine yol göstermiştir. Batı’nın seküler hukuk kodları, kaynağını Roma’dan almıştır. Roma felsefeyi devlet deneyimi ile bütünleştirmiş, yerel ve bölgesel kimliklerin üzerinde küresel bir kimlik inşa etmiştir. Bir yönüyle Yunan deneyimini evrenselleştirmiştir. Yunan felsefesini absorbe eden Roma, onu Latinleştirmiştir. Hukuku merkez almış ve geniş bir coğrafyada Roma kimliğini egemen kılmıştır.
Roma iç ve dış tehditlere karşı yeni bir çıkış yolu aramış ve böylece karşısına en iyi çözüm olarak Hıristiyanlık çıkmıştır. Roma’nın küresel bir güç olma stratejisine uygun bir teolojik araç olan Hıristiyanlık, Roma’nın tek boyutlu uygarlığına da bir genişleme olanağı sağlamıştır. Bir Doğu dini olan Hıristiyanlığın mesajı hızlı biçimde anlamından ve bağlamından koparılmıştır. Pavlus’la başlayan bu süreç Augustinos’la sürmüştür. Roma, Hıristiyanlığı kendine benzetmiştir. Tek tanrılı bir din olan Hıristiyanlık, Roma’da pagan Roma toplumu ve Avrupa’nın parçası olmuştur. Hristiyanlık kendi değer sistematiğini Avrupa toplumlarına kabul ettirememiş, tam aksine Roma ve Cermen deneyimi kendi medeniyet perspektifini Hristiyanlık içerisine sokmuştur. Hristiyanlık Orta Çağ boyunca bir üst kimlik olmuş, Batı uygarlığının dünyevi çıkarlarının gerisindeki metafizik bağlamı sağlamıştır. Doğulu bir din olan Hristiyanlık Batılılaştırılmıştır, özünü kaybetmiştir. Paganlık Hristiyanlık içerisinde aziz ikonları, görseller ve tanrının çoğullaştırılması yoluyla yaşamını sürdürmüştür. Yukarıda söz ettiğimiz gibi kelama dayalı bir din olan Hristiyanlık, görselliğin kadrajına ve imgeselin içine hapsedilmiştir.
Batı uygarlığının bu üç kurucu öğesi Batı kimliğinin ayrılmaz parçası haline gelmiştir. Başat olan öğe ise Yunan felsefesi olmuştur. Rönesans’la birlikte akıl otorite, gelenek ve tanrı ile hesaplaşarak Antik kökenlerine yönelmiştir. Aşkın ve sembolik insan tasavvurları yerine Antik Yunan ve Roma’daki sapkın insan karakterleri, onun hedonizmi devreye girmiştir. İlk olarak insan yeniden tanımlanmış, düşünebilme insan olmanın geçer koşulu haline gelmiştir. Orta Çağ evren kavrayışı, Hristiyanlık ve Yunan felsefesinin bir kolajı iken modern felsefe insan aklına geri dönüşü yansıtmıştır. Felsefe artık bütün cüretiyle şunu vaaz etmektedir: Artık bir yol gösterene, ahlaki kodlara, tanrının vaazlarına ihtiyacımız yok. Biz kendimiz, kendi adımıza daha etik, politik ve estetik bir dünya inşa edebiliriz. Bu kendine güven Kant tarafından “Aklını kullanma cesareti göster. Erişkin ol.” vaazıyla dile gelmiştir. Seküler bir siyaset inşa etme amacında olan Machiavelli, idealize edilmiş insan imgesine karşı çıkmış, bunun yerine insanı “çıkarcı”, “bencil” bir varlık olarak tanımlamıştır. Machiavelli der ki siyaset tamamen dünyevi/sekülerdir. Biz artık tanrının vaaz ettiği hükümlerle değil tamamen dünyevi-ki kast ettiği çıkarlardır- saiklerle siyaset yapacağız. Yani özünde hümanizma, rasyonalite, Aydınlanma, sekülerleşme dediğimiz bütün bu sürecin özünde Tanrısız bir evren ve insan kavrayışı yer alır.
Peki insan neden dünyadan tanrıyı kovmak istemiştir? Bunun yanıtını Kur’an vermiştir: “Kendi hevasını ilah edinmek için.” Yani artık insan ahlaki ve insani bağlarından kurtulmuştur. Ona haddini aşmaması, diğer insanlara barbarca davranmamasını söyleyen bir ses duymak istememektedir. Böylece Batı düşüncesi milyonlarca insanı köleleştirmiş, onları kendi kurmuş olduğu atölyelerde, tarlalarda köle olarak kullanmış, işine yaramayacak olanları katletmiştir. Bunun en güzel örneği II. Dünya Savaşı’nda yaklaşık 100 milyon insanın ölmesidir. Bu savaşta en temel ahlaki hükümler çiğnenmiş, şehirler, okullar, hastaneler vurulmuş, esirler öldürülmüş, kadınların ırzına geçilmiştir.
Batı uygarlığı dünyanın tamamına yakın kısmını 20. Yüzyılın başında sömürge haline getirmiş, onların bilinçleri üzerinde de bir iktidar kurmak için oryantalizm üzerinden bir tanrılık iddiasında bulunmuştur. Batı, Doğu üzerindeki üstünlüğünü ezeli ve ebedi kılmak istemiş, tarihi yeniden yazarak kendi hegemonyasını Doğulu bilinçlere kabul ettirmeye çalışmıştır. Kendi tarihsel deneyimini paylaşmayan toplumları gelişmemiş, ilkel türlere indirgemiştir.
Kendi ülkesindeki insanlara da el atmış, kentlerin gettolarında kurulan işçi banliyöleri ile yoksullardan bir şehir inşa etmiştir. Çoluk çocuk, kadın demeden milyonlarca insanı makinenin bir aksamına dönüştürmüştür. Kadını özgürleştirmek adına onu evden koparmış, sanayi ve hizmet sektörünün ucuz işgücüne dönüştürmüştür. Zorunlu eğitim politikaları ile insanları kendi ideolojik araçlarının bir payandasına dönüştürmüştür.
Batı uygarlığının bir diğer önemli yönü ise insanı eşyaya indirgemiş veya dönüştürmüş olmasıdır. Araçsal akıl adı verilen düşünce ile insanın ontolojik hakikati ortadan kalkmış, insan ile nesne arasındaki ayrım flulaşmıştır. İnsan, ‘yeryüzünün halifesi’ makamından herhangi bir nesne, araç veya malzemeye indirgenmiştir. İnsan, üreten ve tüketen bir varlık olarak tanımlanmış, insan performansı istatistik ölçümlere tabi tutulmuştur. İnsanın değeri üretim potansiyeli ile tanımlanmaya başlamış, insan makinenin bir aksamından bizzat makinenin kendisine dönüşmüştür. İnsanın makineleşmesi, insan eliyle düzenlenmiş mekâna hapsedilmesi ve ontolojik yalnızlığı bugün onun yaşadığı sessiz çığlıklarının, artan depresyon ve şizofreninin de kaynağıdır.
Seri üretim bantlarından eşya üretir gibi insan üreten ve insanı hasta eden bugünkü kurgu insana bir çıkış yolu sunmamakta, onu olabildiğince soru sormaktan uzak tutmaya çalışmaktadır. Sürekli eşya değiştiren, yıl sonu yapacağı tatilin hesabını yapan, hisleri ve hayatı kurgulanmış insan için küçük mutluluklar sağlanarak yaşamış olduğu depresif psikoloji sınırlandırılmaya çalışılmaktadır. Deleuze’ün dediği gibi kapitalizm bir hastalıktır. Bu hastalığını ancak sağlıklı kişilere bulaştırarak işler. Nietzsche’nin dediği gibi Batı uygarlığı nihilizmle sonuçlanmıştır. Hayatın bir anlamı yoktur. Camus’nun dediği gibi çıkar yol sadece intihardır. Kendi kaderimizle gelmediğimiz bir dünyadan kendi irademizle çıkmak…
Bütün bu çıkmazlar ortada iken bizim gibi ülkelerde Batı bilimine tapan, onun sosyal bilimlerini değiştirilemez bir hakikatmiş gibi kutsayan akademisyenler, kendi medeniyet perspektifinin sağlamış olduğu zengin deneyime bigâne kalmaktadır. Batı, bugün bir çıkmazdadır. Batı düşüncesi faşizmle sonuçlanmıştır. Faşizm milyonlarca insanın iradesini birkaç zalimin eline terk etmiştir. Etik bağlamını yitiren Batı, kendi yarattığı dünyadan bir çıkış yolu aramaktadır. Fakat Batı felsefesi kendi fasit dairesi içinde dönmekte, bir çıkış yolu bulamamaktadır. Kamusal tartışma ve iletişimsel eylem kuramı diyen Habermas veya yersiz yurtsuzlaşma, bütün kimliklerden arınmayı öneren Deleuze, iktidara karşı söylem üzerinden bir direnişi vaaz eden Foucault gibi çıkışlar da bir alternatif üretememiştir. Bugün insan hiç olmadığı kadar totaliter bir dünyada yaşamaktadır. O, sayılara indirgenmiş bir istatistiktir. Sürekli gözetlenen, takip edilen ve verimlilik testleri ile ölçülen bir varlıktır. O, bir yatırım, bir beşerî sermayedir. O, artık bir insan değil bir metadır. Meta kapitalizminin elinde bir araçtır.
Kültürel Mirasa Sahip Çıkmak
Bugün en önemli sorunlardan biri de yaşadığımız zihin karışıklığıdır. Ne düşmanı görebiliyoruz ne de kendimizi nasıl müdafaa edebileceğimizi kestirebiliyoruz. Düşman artık bilincimize sızmıştır. Düşman bir işgalci olmanın ötesinde bir düşünme biçimi, bir bilinç düzeyidir. Sorunumuz İslam medeniyetinin sahip olduğu düşünme biçimi ile olaylara bakmak yerine hâlihazırdaki durumumuzu veri olarak kabul edip buna uygun bir meşruiyet arayışına girmiş olmamızdır. Bu da bizi yeni sorunların içerisine hapsetmektedir.
İslam medeniyeti dediğimiz ise bugün yaklaşık 14 asırlık bir deneyimdir. Bu deneyim Allah’ın Adem’den beri göndermiş olduğu dinlerin son halkasıdır. Mesaj hep aynıdır. Kula kulluğu ortadan kaldırmak, dünyaya adalet temelinde bir nizam vermek ve insana ontolojik olarak var oluşunun amacını göstermek… İslam medeniyetinin son halkası olan dinimiz binlerce yıl içerisinde kurumsallaşmış, zengin bir kültür, bir hukuk sistemi, çevre ve toplum etiği, madde ve mana medeniyeti inşa etmiştir. Allah, evren ve insan üçlüsüne bambaşka bir anlam yüklemiştir. Kaynağını Allah’tan alan dünya düzeni, evreni insanın emrine amade kılmış fakat onu sorumsuz bırakmamıştır. İnsana dağların bile yüklenmekten çekindiği bir yük yüklemiştir. Bu yük, onun adına yeryüzünde düzeni sağlamaktır.
İslam medeniyetinin mesajı çağlar üstüdür ve her çağda yeniden yorumlanmaya uygundur. Tarihsel olarak baktığımızda bu medeniyetin ilim, estetik ve siyaset üreten Müslüman toplumun katkısı ile şekillendiği görülür. İslam dünyasında Kur’an dili olan Arapçanın ilim dili haline gelmesi hem ilmî hem de dinî eserlerin Arapça yazılmasını sağlamıştır. Farklı milliyetlerden ilim adamları bile eserlerini çoğunlukla Arapça yazmışlardır. Bu durum Arapçanın Müslümanlar arasında önemli bir medeniyet dili haline gelmesini sağlamıştır. Araplar özellikle 12. Yüzyıla kadar Bağdat, Şam, İskenderiye, Kurtuba gibi şehirlerde İslam’ın hem felsefi hem de ilmî derinliğinin gelişmesini sağlamıştır. Yunan felsefesi ile temas eden ve onu yorumlayan Müslüman filozofların Yunan yaşamından etkilenmemiş olması, Yunanlığın içimize sızmasına engel olmuştur. Oysaki Avrupa’da Latinlik hatta Hıristiyanlık üzerinde Yunan düşüncesi Batı düşüncesine sızmayı başarmıştır.
Arap ilmi, kadim bir toplum olan Fars estetiği ve deneyimi ile birleşmiştir. Farsçanın musiki, zevk ve söyleyiş gücü hızla yükselişe geçmiş, Acem şiiri ve sanatı Müslümanları etkilemiştir. Farsların devlet tecrübesi de İslam toplumlarını etkilemiştir. Fars dili, estetiği ve düşünme biçimi özellikle Türkistan ve Hindistan alt kıtasında etkili olmuştur. Fars estetiği kendini mimari, edebiyat, sanat gibi alanlarda göstermiştir.
İslam öncesinde de devletler kurmuş olmakla birlikte Türklerin, Orta Asya bozkırlarında egemen bir konuma yükselmelerini sağlayan İslam olmuştur. Fetih ve gaza anlayışı Türkmen toplulukların Anadolu, Balkan ve Orta Doğu coğrafyalarına hükmedebilmesini sağlamıştır. Şamanizm yerel bir kimlik iken İslam küresel bir nizamın kapılarını açmıştır.
Türkler özellikle İslam dünyasının Haçlı ve Moğol saldırıları sonucu ağır baskı altında kaldığı dönemde başta Kürtler ve Çerkezler olmak üzere farklı milliyetlerle birlikte Arap kardeşlerine omuz vermiş, saldırıların İslam dünyasını yıkmasının önüne geçmişlerdir. Bölgede İslam deneyimi üzerine geliştirmiş oldukları siyaset deneyimi ile diğer İslam milletlerini ortak bir devlet çatısı altında 20. Yüzyıla kadar getirmeyi becerebilmişlerdir. Osmanlı Devleti son nefesini verinceye kadar Batı sömürgeciliğine karşı direnç göstermiştir. Fakat Batı’da yeniden hayat bulan koşullar ki bunların başında sömürgecilik, sermayenin belirli ellerde birikmesi olan kapitalizm ve insanı makinenin bir parçasına indirgeyen Sanayi Devrimi, Osmanlı’nın rekabet edebilme olanağını ortadan kaldırmıştır.
Çeşitli milliyetlerin deneyimine dayanan İslam medeniyeti Adriyatik’ten Çin seddine, Afrika çöllerinden Moğol bozkırlarına, Hint alt kıtasından Malay topraklarına kadar geniş bir bölgeye yayılmıştır. Bugün ne siyasi ve askerî ne ilmî ve ne de estetik açıdan eski gücündedir. Bu güç olmaksızın yeni bir diriliş hamlesi yaratmak zordur. Elbette bunu bilen Batılı siyasi karar alıcılar bu üç kültürün arasına milliyetçilik, kavmiyetçilik ve mezhepçilik gibi fitneleri sokarak kendi aralarında bir birlik oluşturmalarını engellemeye çalışmaktalar. İslam’ın Batı uygarlığı karşısında direnç gösterme potansiyeline sahip tek medeniyet olduğunu bilen, onun bozulmamış sahih kökenlerini tanıyan Batılılar için en büyük tehlike bu medeniyetin yeniden kültürel mirasına sahip çıkmasıdır.
Medeniyeti Yeniden İnşa Etmek
Peki ne yapılmalıdır? En can alıcı sorulardan biri “Çare nedir?” sorusudur. Elbette biz insanız. Elimizde bütün dünyayı düzeltecek bir çare de yoktur. Dünyayı var eden Allah’tır. O, dilemedikçe biz de dileyemeyiz. Yani Batılıların düştüğü hata gibi elimizde ne bir ideolojik çerçeve ne dört başı makbul bir çizelge var. Çünkü bu düşünce de Batı’ya özgü bir hastalıktır. İdeolojilere alternatif yaratma, bütün insan gerçekliğini bir ideoloji ile açıklama indirgemeci bir hastalığın göstergesidir. Fakat elbette gerekli tedbirleri almak da bizim sorumluluğumuzdur. Bütün eylemlerimizden önce niyetimizin halis olması gerekir. Biz Müslümanca yaşamayı ve ölmeyi niyet etmedikçe eylemlerimizin istediğimiz sonucu vermesi mümkün değildir. Dünyaya tıpkı Batı gibi hükmetmek, daha fazla maddi güç veya servet elde etmek niyetiyle yaklaşıyorsak yine totaliter bir düşünce üretiriz.
Elbette bugün elimizde her yönü ile standardize edilmiş bir teorik bağlam yoktur. Fakat yaşanmış bir İslam deneyimi vardır. Bu deneyimi eleştirel bir biçimde ele alarak, geleneği ihya ederek, bugünü Batı’nın illiyetinden vareste biçimde ele almak gerekir. Akademilerimizin Batı’nın hastalıklı teorilerini hıfzettirmek yerine ilhamını medeniyetimizden alan fikirleri araştıran, inşa eden mekânlar olmasına çalışmalıyız. Batılı teorilerin hastalığı önlemek yerine hastalığı derinleştirmek amacında olduğu hatırdan çıkarılmamalıdır. Bugüne kadar gözümüz önüne çekilen perdeleri yırtmadan diriliş mümkün gözükmüyor. Bu perdeler daha iyi yaşam, maddi güç, servet biriktirme, metanın esiri olma gibi gözümüze çekilmiş perdelerdir. Allah, “İzzet Allah’a ve O’na tabi olanlara aittir.” demişken izzeti Batı’nın onamasına bağlayan kafalar içine düştükleri gaflet çukurundan çıkamazlar. İman ve niyet en güçlü irade iken Batı’ya teknoloji üreterek direnmeye çalışmak sadece yeni kısır döngüler üretir. Bu, teknoloji üretmemek anlamına gelmez. Fakat onu kullanacak insanın niyeti belirlenmeden üretilen teknoloji insanı esir eder. Batı, sürekli çatışmayı kendi en iyi bildiği alan, maddi kuvvetlere çekmeye çalışmaktadır. Oradaki üstünlüğünü bize meydan okuyarak göstermek niyetindedir. Biz de Müslümanlar olarak onlar gibi zengin, onlar gibi silahlara sahip olunca güçlü olacağımız zehabına kapılıyoruz. Oysa ki Golyad’ı öldüren Davud, silahıyla değil niyetiyle zafer kazanmıştı.
Kendi dahlimiz olmadan yaratılmış sorunlara çözüm bulmaya çalışmak, bataklıkla değil sivrisinekle uğraşmaktır. Bugün insanı demir kafese hapseden, anlamını yitirmesine yol açan, yoksullaştıran, dünya çapında sömüren bir uygarlık bizden çözüm beklemektedir. Bu çözüm bu sorunları tedavi etmekle değil, sorunun kaynağına inmekle mümkündür. Bu hastalığı üreten bünye, bu sorunlar çözülse bile yeni sorunlar üretecektir. Bu nedenle Batı’nın periferisi, onun arkasını toplayan birileri olmak yerine kendi medeniyet perspektifimizi önce kendi nefsimizden, sonra aile ve yakın çevremizden başlayarak yeniden inşa etmemiz gerekir. Bunun da kılavuzu binlerce yıldır elimizde olan, tertemiz akan bir nehir gibi Allah’ın kitabı ve onun kutlu nebisinin yaşayan deneyimidir. Son peygamberin kılavuzluğu, Kur’an’ın ışığı ve onun muhkem hükümleri bu karanlık çağda bize yol gösterecektir. Yolumuz zor ve çetindir. Fakat nice zorlu düşmanlar, Allah’ın iradesi ile müminlere boyun eğmiştir. Niyet bizden, cehd bizden, sonuç Allah’tandır. O, ne güzel vekildir.