Masum Suçlu

Nehir Aydın Gökduman

Elindeki dantelden başını kaldırmadan geliniyle arasındaki geçimsizliği anlatıyor saatlerdir. Bildim bileli uzaklardasın, diye içleniyor. Lafı, şöyle oturduğu yerin kıyısında köşesinde bir ev edinemediğime, araya ille de yüzlerce kilometre koymayı hüner bellediğime getiriyor. Gündelik şeylerden konuşsak, yine çıkmaz sokaklara dalıp gitmesek diye çabalıyorum. Fırsat vermiyor. Kimsenin kendini kaile almadığından, zamane evlâtlarının, gelin ve damatlarının kendi sularında dolaşıp durmaktan başka bir şey bilmediğinden yakınıyor. Serpil için yapmaya başladığı masa örtüsünün ilk motifini bitirmenin keyfiyle arkasına yaslanıyor sonra; buğulu gözlerle küçük beyaz parçacığı seyretmeye koyuluyor. Her motif bitişi böyle yapar annem. Oturduğu koltuğa yaslanır ve bir yandan geriye kalan motif sayısını bitirmeyi plânladığı zaman dilimine yayan hesaplamalar yapar; bir yandan da yüzlerce motifin eklenmesiyle oluşacak muhteşem örtüyü tahayyül etmeye çalışır. Bu yaşta gözlerini bu kadar yormaması gerektiğini söyleyecek olsam, Serpil'im çeyizsiz çimensiz mi kalsın, diye içlenir. Yeğeninin çeyizine bir patik örmekten bile aciz, hayırsız bir hala olmakla suçlar beni. Serpil'in de yüksek okullar okuduğunu ama 'dünyalı' kalmayı başarabildiğini vurgular.

Benim öğrencilik yıllarımda çektiği sıkıntıları anlatırken, Rüveyda Teyzenle televizyon kuşu olmuştuk o yıllarda, diye başlar her seferinde. O, Güneydoğu'ya askere uğurladığı oğluna bir şey olmuş mu diye, elinde kumanda; o haber bülteni senin, bu haber bülteni benim televizyon kanallarını gezinir dururdu; ben de üniversite okutmaya gönderdiğim kızımın derdine düşerdim. Ah bir rahat dursaydım, Serpil gibi olsaydım, haber bültenleri yerine ağız tadıyla yemek programları seyretme şansı tanısaydım anneme; bugün böyle evde oturup, kitap okuyarak ufkumu geliştiriyorum ya işte, diye avutup durmazdım kendimi. Yalnızlığını müzayedeye çıkar da gör kaç para edeceğini, diyemezdi hiç kimse. Geçen hafta Nurullah Dayımın gönderdiği düğün davetiyesini elime bile almayışım; içkili, eğlenceli diye oğlunun düğününe gitmeyişim, kopukluğumu bir kez daha tescilledi annemin gözünde. Senin çocuklarının düğününe de kimse gelmez, nikâh şahidi bile bulamazsınız, yaşa da gör, diye azarladı beni. Serpil'e örülen masa örtüsünün beş yüzde birlik parçasına bakarken dalıp gidiyorum. Hep muhasebesini yapıp durduğum gençlik yıllarıma...

Genç kızlığım, ömrümün en güzel yılları mı yoksa çözmeye çalıştığım düğümün çetrefilliğinden dolayı ben farkına varayım varmayayım benliğime ince bir sızının tebelleş olduğunu ancak anlayabildiğim zaman dilimi mi halen karar verebilmiş değilim. Ne çok şey var sorguladığım ve iç aynamda her nesneyi, her kimseyi uzun irdelemeler sonucu layık olduğu yere koyduğum. Pek çok kimse aynamda ki görüntüsünden memnun değil oysa. Aynamın ödünsüz çehresi, kainatı çepeçevre kuşattıkça, pastelleşen renklerini sahiplenmek istemiyor hiç kimse. Öyle olduklarını bile bile beni acımasız bir yargıç mesabesine indirgeyerek gerçekleri örtbas edeceklerini sanıyorlar. Ne çok sitem alırdım aynama sahip olduğum o ilk yıllarda. Aynama vuran güneş ışınlarıyla bir bir ortaya dökülen hakikatin izinde diklenmeyi, direnmeyi, 'hayır' demeyi, ya da rızayı kutsalca benimsemeyi öğrendikçe ne çok eleştiri alırdım. İlk kopukluk belirtilerini farkeden annem oldu doğal olarak. Rutinlerle inatlaşmamı halen kabul edebilmiş değildir.

Çocukluğumda hemen her günü aynıydı evimizin. Öyle kalabalık bir aile olmadığımızdan mı bilmem, ne fazlaca kavgamız gürültümüz olurdu ne de şenliğimiz şamatamız. Annem anneliğini, babam babalığını sanki ilk günden devralmış, hiç çocuk olmamış da dünyaya ebeveyn gelmiş gibiydiler benim gözümde... Babam maden fabrikasında üçlü vardiyada çalışırdı. Kasketli, elleri nasırlı, orta boylu, kirli sakallı, günde bir pakete yakın sigara içen ve her sabah ciğeri sökülürcesine öksüren, giyimine kuşamına önem vermeyen, bu yüzden annemden sık sık sitem işiten, eve yiyecek taşımayı seven, para biriktirmekten hoşlanmayan, daha doğrusu biriktirecek para bulamayan, insan içine karışmaktan ve ulu orta konuşmaktan hoşlanmayan kendi halinde bir adamcağızdı. Annem ise babamın, evimizin ve kardeşimle benim eksik-gediğimizi tamamlamak için didinen, bizi çekip çeviren tınaz titiz müdiremizdi sanki. Başına taktığı beyaz tülbent kadar saf ve temiz olsun isterdi her şey. Fazla mı temizdi ya da biz mi temizlikten nasibimizi alamamıştık bilmiyorum. Çoğu zaman babamın çıkmayan yaka kirleri, benim halıya döktüğüm silgi kırıntıları ya da kardeşimin aynadaki parmak izleri evde soğuk rüzgarların esmesine neden olabilirdi. Üşüdüğümüzde babam çoğunlukla mahalle kahvesini seçerdi; kardeşim ve ben ise içinde sekiz çeşit meyve ağacının bulunduğu bahçemize sığınmayı yeğlerdik. İşittiğimiz azar ne denli büyük olursa olsun ağlayıp küsmek, karşılık vermek, tafra satmak yer bulmazdı dağarcığımızda. Evimizde kimi zaman da yetmedi bitmedi kavgaları hız alırdı. O zaman oturduğumuz yere otuz kilometre uzaklıktaki salça fabrikasına gündeliğe giderdi annem. İşçi taşıma servisinde boş yer olursa yanında bizi de götürür, olmazsa kendi tabiriyle beni kardeşimin başına çoban bırakırdı. O zaman büyük bir sorumluluk aldığımdan mı bilmem akşamı edemezdim. Benden on yaş küçük kardeşimin isteklerini kâh severek, kâh söylenerek yerine getirmeye çalışırdım. Annem eve döndüğünde kendini yorgun argın kanepeye bırakır, mutlaka okumamızı ve onun çektiği güçlükleri yaşamamamızı öğütlerdi. Binbir zorlukla tamamlanan kooperatif evimize taşındığımızda belki en mutlu günümüzdü. Yıllarca kirada dolaştıktan sonra annemin deyimiyle rüya gibi bir daireye taşınmak tutumluluğumuzun, iş bilirliliğimizin, cefakarlığımızın mükafatıydı bize Allah'tan.

Yeni evimiz ve eşyalarımız arasında geçen sonraki yıllar gözümde yaşamın büyüsünü yitirmeye başladığı yıllardır diyebilirim. Çocuk gözümü yitirdiğim günden beri onu bunu eleştirmekten başka bir şey bilmediğimi söylüyor annem. Yüceltilmeyi, tıpkı eskisi gibi her direktifinin itinayla uygulanmasını istiyor. Halbuki genç kızlık günlerimde ne çektim elinden. Bir türlü taviz veremediği rutinleri vardı annemin. Günde bazen iki, bazen üç vakit temizlik yapardık. Sabah erkenden halılarımızın ve parkelerimizin, (sonradan sahip olsak da çok çabuk benimsediğimiz) beş bölmeli vitrinimizin ve avizelerimizin tozunu alır, öğleden sonraları balkon yıkar, cam çerçeve siler, ikindiye yakın küvet, lavabo fırçalar, akşam üzerleri yemek telaşına girişirdik. Kardeşim ancak sokakta oynamayı bildiğinden işin çoğuncası bana düşerdi. Belki halıları, yollukları süpürüp silmeyi sevebilirdim; avize taşlarını parlatmayı da benimseyebilirdim belki, fakat temizlik sonrası yapılan teftiş yok mu sinirlerimi altüst ederdi. Sehpadaki bir toz zerresi ya da çelik çaydanlığın dışında kalan bir damla su lekesi yeterdi annemi öfkelendirmeye. Üç-beş cümleyle özetleyebileceği uyarılarını saatlere yaymayı ve sanki yorgunluğumla alay eder gibi yaptığım işlerin üzerinden geçmeyi matah bir şey sanırdı. İş yaparken başka şeyler düşündüğümü, hiçbir şeyi bilinçli yapmadığımı tekrarlar dururdu. Çiçeklerin dibine su dökmekten vazoları parlatmaya kadar her şey temizlik bilinci dahilinde yapılmalıydı ona göre. Zaten yeterince sakardım. Yaptığım işe konsantre olamazsam böyle elime geçeni kırıp dökerdim işte. Evin içinde neler neler yaşatmamıştım ki! Seramik fabrikasında çalışan mühendis dayımın getirdiği iki canım kül tablasını, pazardan aldığı fakat kalitesi keskinliğinden belli ekmek bıçağının kemik sapını, yeşil cam şekerliğin ikram sırasında tutulan kelebek başını... Nasıl aklında tutardı hâlâ merak ederim. On ikiye yakın kınlan parça sayardı. On üçüncüsünü ne zaman yaşatacağımı sorardı bir de; yaşat da bak ben de senin canına okumayacak mıyım, der gibi.

Evdeki eşyaların bizden kıymetli görülmesi belki o zamanlar çok iyi algıladığım bir şey değildi. Sonra sonra şekillenmeye başladı pek çok şey zihnimde. Kimseye duygularımı aktaramazdım ki? Ne zaman incinmişliğimi dışa vuracak olsam, "Yaptığın banaysa, öğrendiğin kendine" derdi annem. Kendisi anne baba kapısında bir şey görmemişti. Çocukluğu keçi, oğlak peşinde kayalıklarda geçmişti. Çizgi film Heidi'yi seyrederken tıpkı benim çocukluğum diye iç geçirirdi. İlkokul üçe kadar okul vardı köylerinde. Öğretmende değil, eğitmende okumuştu. Yazması yok denecek kadar azdı ama bizim bile çözemediğimiz en çirkin doktor reçetesini okuyabilirdi. Biz uzay çağı nesli şanslıydık. Yediğimiz önünde yemediğimiz arkamızdaydı. O yüzden dört dörtlük olmalıydık. Bir de dantel örmeyi öğrenmemi çok isterdi. Okuyor olmak ya da yüksek okullar okuyacak olmak dantel gibi toplumda hayati öneme sahip bir nesneye uzak durmamı gerektirmezdi. Daha ilkokulu bitirmediğim yıllarda dayımın kızından bana dantel örmeyi öğretmesini istemişti. Ne sıkıcıydı İncecik beyaz ipi pire başı kadar tığla şekle şemaile sokmaya çalışmak. Bir türlü dikkâtimi toplayamazdım. Muzaffer İzgü'nün Ökkeş, serisi aklıma dolanırdı. Dantel seansları başladığında bile Ökkeş'in maceralarını düşünürdüm... Ökkeş Kapıcı, Ökkeş Tatilde... Ökkeş Dantel Öğreniyor!... Dayımın kızı anneme ne zor öğrendiğimi duyurmak ister gibi çıkışırdı: "Kaç kere söyledim, üç kere zincir çekerek, ipi tığa beş kere dolayıp şu tomurcuğun üzerine batıracaksın." Sıkıntıdan ellerim terler; beyaz ip önce sarıya, sonra griye, kimi zaman da siyaha dönüşürdü. Kırdığım tığ sayısının neredeyse babamın maaşına denk düşeceğini söylerdi annem. Suç benim mi? İnsan ilk öğrendiği işe basit bir yastık başıyla falan başlamaz mı? Hayır! İkna olmazdı. İlle de karyola eteği örecektim, ileride loğusalıkta ya da çocuklarımın sünnetinde kullanmak üzere şöyle geniş dantelli bir karyola takımım olmalıydı. Bilmem kimin kızının çeyizinde doğru dürüst danteli yokmuş da bu yaşına kadar ne yapmış bu diye ayıplamışlar... Binbir çeşit hazır yatak örtüsü var ya anne, diye kurtulmaya çalışsam da; ikisinin de yeri ayrı diye kestirip atardı. Millet dedikodu yapmak için fırsat kollayıp duruyordu zaten... İlk yalanımı dantel yüzünden söyledim o yüzden. Ve o yalanım sonraki yıllarda öyle kronikleşti ki, annem ne zaman dantelini eline al dese müthiş bir baş ağrısına tutulurdum! Kanepeye oturur, başımı ellerimin arasına alır eni konu bir o yana bir bu yana kıvranırdım. Annem sanki karnım ağrıyormuş gibi nane limon kaynatırdı. Aspirini ikiye bölüp içirirdi. Ben dantel çantama bakıp bakıp geçmiyor, diye inledikçe doktora gidelim diye tuttururdu. Beyninde ur falan olmasın sakın! Hâlâ zaman zaman sorar aklına geldikçe; senin küçükken çok başın ağrırdı. Artık hiç sızlanmıyorsun...

Bazen, okumak için evden ayrıldığım o ilk günü düşündüğümde, azat olan bir kölenin özgürlüğünü duyumsadığımdan mıdır nedir suçluluk psikozuna kapılıyorum. Aynama kavuştuğum ilk günden beri sevdiklerime ihanet etmediğimi tekrarlayıp duruyorum kendime. Ama kimseyi inandıramıyorum. Onlara göre, üniversitenin ilk yılındaki istikrarımı koruyabilseydim, bugün hem yakınlarımla cedelleşip durmayacaktım, hem de herkese faydamın dokunabileceği geçerli bir işim olacaktı. Rüveyda Teyzemin oğlu, ateş çemberinin içinden sağ selamet tezkeresini alarak ailesine kavuşmuştu ve komutanlarınca askerliğini fedakarca ifa ettiğine dair verilen övünç belgesini gururla salonlarının baş köşesine asmıştı; ama ben onun yaşadığı tehlikelerin biriyle bile karşılaşmadığım halde yaldızlı bir diplomayla eve dönmeyi başaramamıştım. Benimle birlikte okumaya gidenler adam olup çoktan işe güce sarılmışlardı. Her biri mesleğinin zirvesinde, paraya para demiyorlardı. Karşı komşumuzun kızı Yasemin kendi kazancıyla aldığı lüks otomobiliyle bürosuna gelip gidiyordu her gün. Üstelik kaç kere, onunla diyalog kurarsam bana iş bulabileceğini söylemişti anneme. Ama ben... Ah ben...

Gerçi aç açık değildim. Her işte kendi borumu öttürdüğüm gibi evlenirken de kafalarımız uyuyor dediğim biriyle; dayıma sormadan, halamın fikrini almadan, ağabeyim ne der acaba diye irdelemeden nikâhlanıvermiştim. Aslında bal gibi düğündü yaptığımız. Ama 'nikâhtan gitti' demeyi severlerdi. Eğer orkestra denen çalgıcı grubunun tıngırtıları yoksa düğün yerinde ve pistte efsunlanmış gibi salınıp durmuyorsa insanlar o meclise düğün denemezdi. Nikâhtan gitti demelerine alınmıyorum ama kendi doğrularını aynama tutmuyorlar mı o zaman yıldızlarımız karışıyor, hep konuşayım hiç susmayayım istiyorum. Her seferinde türümün tek örneği olduğumla ya da cenneti tek başıma sahiplenmekle suçlanırım. Orada yalnız başına kal da gör yalnızlığın ancak Allah'a mahsus olduğunu diye alaya bile alırlar. Gülerler, eğlenirler; Öyle ki bütün şarkıcı, türkücü tayfasının cehennemde olacağına, bu nedenle hiç canlarının sıkılmayacağına kadar getirirler lafı. Mühendis dayım, iyi bir Müslüman olduğunu iddia eden kırk sekiz yaşındaki karısının halen mayoyla denize girmesini, kumsalda güneşlenirken önde gelen medyatik otoritelerin fetvalarını okumasını anlaşılabilir bulur da; benim inancım ekseninde yol almamı bir türlü İslam'la bağdaştıramaz. Aynama kavuşmadan önce severdi beni oysa; yo, ona açık açık ayna tutmuş da sayılmam. Sırf ona olan saygımdan dolayı bana yönelttiği eleştiri oklarının altında kaldığımı bile söyleyebilirim. Ama aynam öyle berrak ve muhteşem ki herkes özünde ondan bir şey bulduğundan, konuşmasam da anlıyor. Ve hiç yüzleşmek istemiyorlar o şeffaf parıltının yüreklerine akseden ışınlarıyla.

Bazen insanların birbirine dünyayı zindan etmek için didinip durduğuna İnanıyorum. Geçmişin izleriyle oyalanıp durmanın bana bir faydası olmadığını söylüyorlar. Hiçbir şeyin durağan olmadığını ben de biliyorum. Fakat aynamın ödünsüz çehresini, gelişim ya da değişim adını verdikleri sığ argümanlara nasıl heba edebilirim. Hayatı tanımadığımı, sıkıntı yaşamadığımı, darda kalmadığımı dillerine dolayarak ütopyalarıma sarılmamı maruz gördüklerini anlatmaya çalışıyorlar bana. Kitaplarım ve ölümüne dostluklarım olmasa, daha çekilir bir insan olacakmışım! On beş yıllık dostluklarımı korumak adına, bir daha yüz yüze gelme umudumuzun bile olmadığı, memleketin dört bir yanında yaşayan arkadaşlarımla rutin telefonlaşmalarım, dünyanın bir ucundaki mazlum halklar için üzülüp içlenmelerim ya da kitaplığımdan okunmak için götürülen kitabın adını not almam garip geliyor insanlara. Her şeyi, aynamı korumak için yaptığıma inanmıyorlar. Takıntı mı, saplantı mı öyle bir şeymiş bunun psikiyatri literatüründeki adı. Kimse kendi çıkmazını kabullenmek istemiyor. Yine de onları anlayabilirim. Mazur görebilirim. Aynamın aydınlığında dimdik kalmayı başarabilirim. Yine de...

Serpil'in masa örtüsünün beş yüzde birlik parçasını bitirip bir diğerine başlıyor annem. Dört yüz dozsan dokuzda birlik motifine. Böyle böyle sıfıra doğru yol alabilirse, Serpil'in henüz hangi ceviz tarlasında şu an ağaç olarak duran fakat yarın bir gün önce kereste, sonra eskitme boyalı bir yemek masası olacak olan materyalin üzerine serilecek. Bazen bu dantellerin ağaçlar işlenmeden götürülüp dallarına asılmasının daha bir yakışacağını düşünüyorum. Anneme söylesem esprili bir dille, gülümsemek yerine celallenecek biliyorum. Kendi çeyizimdeki masa örtümü Filistin yararına düzenlenen bir kermese bağışladığımdan beri benimle el işi muhabbetine girmiyor. Serpil'le telefonda konuşuyorlardı geçen gün; annem: "Masa örtünü çarkıfelek mi, yoksa kanser örneğinden mi başlayayım?" diye soruyordu. Serpil: "Aman babaanne çarkıfelek olsun, kanser örneğinin adı hoşuma gitmedi." demiş olacak ki, "Adını boş ver evlâdım" dedi, annem. "Adı kötü olsun ne yazar. O, daha ağır bir örnek, çeyizde göz doldurur. Kanser örneği örmeyle kanser mi olurmuş insan!" Söylerken bir yandan da telefonluğun ahşap pervazına vurmaz mı, üzgün gülümseme olmalıydı dudaklarımdaki.

Bir zaman, insanları değişmeye zorlamakla, kendini beğenmişlikle suçladılar beni. Dünyayı kurtarmaya çalışan Don Kişot'a benzetilmek hoşuma gitti diyemem. Fevri olmamaya özen gösterdim hep. Fakat kendisi zavallı olanlar bana zavallı muamelesi yaparlarsa başımı dik ve mağrur tutmam gerektiğini de iyi bilirim. Aynamı doksan derecelik açıyla üzerlerine yansıtmaktan geri durmam. Tarih tekerrürden mi ibarettir. Peygamberin(a) ne kadar yumuşak huylu, merhametli, hoşgörülü olduğunu dinlemişimdir defalarca. İnatçılığım yüzünden çok acı çektim ama hiç pişman olmadım. Bütünün parçalarına tutunmak yerine, büsbütüne inanmaya çağırdım herkesi. Mazeretlerini terk edemeyenlere ise hiç acımak gelmedi içimden.

Alışverişe çıkmaktan bile acizsin, diye söyleniyor annem. Yaşıma başıma uygun giyinmediğimden, kocamın ve çocuklarımın beslenmesine gerekli özeni göstermediğimden yakınıyor. Benim yaşımdakilerin tesettürü nasıl zevkli bir hale getirdiklerini anlatıyor ha bire. Ferhunde Yengemin gelinini örnek vereceğini anlamam hiç zor değil. "Ferhunde'nin gelini daha üç ay oldu örtüneli, git gardırobuna bak, onlarca başörtü, ceket, pardösü... Takıp takıştırmayı, giyip yakıştırmayı biliyor, ya sen? Üç sene mi olduydu lacivert pardösünü alalı. Otuzuna değil üç otuzuna girmiş gibisin." Derin bir iç geçirip susması, ne çok kahırlandığının işareti. İçinden, gören de çok fakir bir hayat sürdüğünü sanacak, dediğini duyar gibiyim. İflah olmayan evlâtlarla uğraşması ne zor. Beni Ferhunde Yengemin geliniyle kaynaştırmak için çok uğraştı annem. Hatta, bir araya gelebilmemiz için hiç üşenmeden akrabalar arasında kabul günleri düzenledi. Ferhunde Yengemin geliniyle yan yana oturup butik, market, örgü, yemek muhabbetleri kurmamızı sağladı. Fakat aramızdaki iletişimsizliğin benden kaynaklanmadığına inandıramadım annemi. Ferhunde Yengemin gelini konuşanın hep kendisi olduğundan, benimse dinler gibi göründüğümden dert yanmış. Hiç de değil! Haliç Butik'ten söz ederken yerini biliyorum der gibi başımı salladım ya... Altın künyesini karbonatla parlatabileceğim, yayla çorbasının nanesini fazla kavurursak yeşilliğini yitirdiğini ve çorbada hoş görünmediğini de söyledim, defalarca. Hatta poğaça yapmak isterse irili ufaklı plastik kalıplarımı verebileceğimi bile hatırlatmıştım çay içtiğimiz sırada. Benden hoşlanmadıysa bunu açıkça söyleyebilirdi ama o aynamın parıltısından rahatsız oldu ve kaçmayı yeğledi. Yani ne öğrenciliğimde Serpil'e benzeyebildim; ne aslanlar gibi evine dönen Rüveyda teyzemin oğlu gibi olabildim, ne de Ferhunde yengemin gelinini örnek alabildim kendime. Hiç değilse, ev hanımlığımı ilân ettiğim şu günlerde kırmızı ya da pembe renkli küçük bir eşarp, ince topuklu bir çift ayakkabı ya da modernliğimi her halimle yansıtabileceğim şık, daracık bir pardösü annemin gönlündeki yarayı onarabilecekti. Çok şey mi istiyorum, diyen bakışları; ha şöyle, diyen ifadelere dönüşebilecekti. Aynamın tozlanması, pas tutması pahasına deneyemez miydim? Okul yıllarımda, toz zerreciklerinden bir şey olmaz deyip toplumsal değerleri tabulaştıranlan ve o toz zerrelerinin zamanla nasıl sele suya karışıp çamura dönüştüğüne çok şahit oldum. Onları uyarmayı denedim, ama çamur deryasında yüzerken okyanuslar fethettiklerini sanıyorlardı ne yazık ki! O yüzden aynamın bir tek toz zerresiyle bile tanışmaması mühim benim için.

Aynam ve ben yalnızlığımızla mutluyuz, özgünlüğümüzle gururluyuz, bizi anlamak istemeseler de yolumuzda kararlıyız.

Recai Dayımın küçük oğlu, karısıyla yaptıkları kavga sırasında çok sinirlenmiş ve ağzından, 'seni boşadım' gibi fevri bir cümle çıkmış. Beni hiçbir zaman dinlemek istemezler ama abdesti bozan hallerden, böyle karı koca arasındaki hukuki boyuttaki olaylara kadar hemen her meselede çözüm ve öneri getirmemi isterler. Recai Dayımın oğlunun, karısıyla nikâhı düşmüş muymuş? Recai Dayımın çocuklarını bugüne kadar İslam dahilinde bir iş yaparlarken hiç görmedim. Öyle sanıyorum ki abdest almayı bile bilmezler. Ama nikâhları var mı, yok mu tartışması aylarca sülaleyi meşgul etti. Onlara temelsiz bir binanın üzerinde güvenle oturulamayacağını anlatmaya çalıştım. Senin şu temel dediğin aynam, aynam deyip durduğunla bir olmasın diye alay ettiler benimle. Büyükbabam söylediklerimin ipe sapa gelir bir yanı yok, diye bir cuma namazı çıkışı ilçe müftüsünü alıp geldi ve torununun nikâhını tazeletti. Hatta müftüyü bulmuşken komşularımızdan üçü ve Recai Dayımın büyük oğlu ve gelini de nikâh tazelettiler. Recai Dayımın küçük oğlu için belki bir şey diyemeyeceğim ama büyüğünün gözünün dışarıda olduğunu ve ailesine sadık kalmadığını bilmeyen yok etrafta. Müftüye nikâh tazeletirken bıyık altından gülüp durduğunu bir ben farkettim desem; imkansız. Aile büyükleri dini bir vecibeyi tekrarlama huzuruyla müftüyü uğurlarken o: "Her hafta gelsen daha iyi olur müftü amca!" diye eğleşiyordu arkasından. Annem ise beş sene önce ölen anneannem için karşı komşumuza para karşılığı indirttiği hatimlerin ne kadar faydası olduğunu sorduğundan ve benden gerekli cevabı aldığından beri fetva üretmemi istemiyor. Umduğu cevabı duysa şaşarmış zaten.

Bazen öyle sıkıcı oluyor ki hayat; hem bu dünyadan nasiplenen hem de öbür dünyayı garantilediğini sanan yığınla insan arasında aynama istediğim gibi sahip çıkamadığıma üzülüyorum. Cuma için sala verildiği sırada annem dantel örmeyi bırakıp arkasına yaslanıyor ve gözlerini kapatıp huşu içinde dinlemeye koyuluyor. Medyada, kadınlar da cuma namazı kılabilir diye açıklamalar yapıldığından beri alt kattaki komşum Ebru, haftanın yedi günü gittiği aerobik salonundaki zayıflama egzersizlerini altı güne indirdi. Cuma günleri röfleli saçlarının dörtte birini örtüp, asetonla ojelerini çıkardıktan sonra mahalle camisine gidiyor ve huzur içinde cemaatle cuma namazı kılıyor. Geçen gün merdivende karşılaştığımızda: "Bundan böyle yakınlarımın cenaze namazlarına da katılacağım." derken öyle heyecanlıydı ki; bir an önce etraftan biri ölse de namazını kılsak, demek istemediğine zor inandırdım kendimi.

İkilemler, belkiler, acabalar, hipotezler, ya 'tutarsa'lar dehlizinde oyalananları gördükçe ve yalnız kendi kurtuluşuma inanmadıkça işim zor biliyorum.

Sala sonrası çalan telefon, anneme... Hattın diğer ucundaki Serpil... Finalleri başarıyla tamamladığını fakülteyi bitirdiğini müjdeliyor. Annemin gözleri mutluluktan dolu dolu... "Evladımda göremediğimi torunumda yaşadım ya, ölsem de gam yemem bundan böyle." diyor titrek sesiyle. Sessiz adımlarla odayı terkediyorum. Annemin kelimeleri ses duvarımı aşamadan odanın matemli havasında uçuşuyor... Ne iyi ettin... Aferin benim güzel kızım... Hukukta okuyan erkek arkadaşın nasıl?... (Sevgili lafını eskiden beri hazmetmez annem). İyi bir çocukcağıza benziyordu... Masa örtünü altı aya kalmaz bitiririm... Halan mı?... Şimdi buradaydı ama... Sağma soluna bakınıyor lüzumsuz bir ayrıntıyı araştırır gibi...

Aynam ve ben lacivert göğün altında yıldızları sayıyoruz.

Ölesiye önemsiyoruz birbirimizi... Aynam toz zerreciklerini sevmiyor; bense düş kırıklıklarını...

Yine annemin sesi... "Serpil'in selamı var... Duydun mu?... Heyy!.. Masum suçlu..."