Doğudan batıya çeşitli sosyal, siyasal problemler ve savaşlarla boğuşan İslam dünyası zor zamanlar geçiriyor. Bütün eleştirilere rağmen Osmanlı döneminde sağlanmış olan siyasi birlik dağılmış ve İslam ülkeleri imamesi kopmuş tespih taneleri gibi birbirinden ayrılmıştır. Hem siyasi birlikten yoksun olmanın verdiği disiplinsizlik hem de İslam’ın inşa edici iradesinden uzaklaşmanın neden olduğu yol haritası eksikliği 1960’lı yıllara kadar fiilî olarak devam eden sömürülerin on yıllar boyu Müslüman halkları yıpratıp dönüştürmesiyle beraber İslam dünyasında kalıcı problemlerin, ayrılıkların, ahlaki ve toplumsal problemlerin baş göstermesine neden olmuştur.
Müslüman halklar üzerine musallat edilen Batı yanlısı laik elitler ise sömürgeci efendilerin yardımlarıyla kurdukları diktatör rejimler aracılığıyla halkları yozlaştıran, değerlerinden uzaklaştıran, İslami hareketleri bastıran bir siyaset yürütmüşlerdir. 20. yüzyılın ortalarına doğru büyük oranda son bulan sömürgecilik biraz da Batı dünyasının kendi arasında iki büyük dünya savaşı yaşaması, Rönesans ve sanayileşme ile yakaladığı dinamiği bu savaşlarda harcamasına paralel olarak son bulmuştur. Fiziki sömürgeciliğin son bulmasında askerî işgallerin artan zayiatları ve masrafları da etkilidir.
20. yüzyılın son yarısı ise BM başta olmak üzere kurulan uluslararası örgütler, askerî ve ekonomik paktlar ve çok uluslu şirketlerin doğuşu ile başlayan ABD liderliğindeki “Yeni Dünya Sisteminin” hâkimiyetini inşa ettiği süreçtir. Bu süreç, Sovyetlerin Afgan cihadında yenilgiye uğramasından sonra ABD’nin soğuk savaşın galibi olarak rakipsiz dünya lideri olması ile beraber hızlanmıştır. 20. yüzyılı şekillendiren güçler Anglo-Amerikan dünya görüşüne, Protestan ahlaka ve kapitalist ekonomik doktrine uygun bir dünya sistemi kurmuş, Müslümanları ise bu sistemin dışına itmiştir. Bu, Müslümanların İslam dinine uygun bir dünya sistemi oluşturma amaçları ile çatışmaktadır.
İslam dünyası, bu süreçte tabanda yayılan İhvan-ı Müslimin, Hizb-ut Tahrir, Tebliğ Cemaati gibi davet çalışmaları ile yeni kurtuluş arayışlarına girişmiştir. Genellikle sivil çalışmaları önceleyen ilk dönem davet çalışmaları, sonraki dönemlerde diktatör rejimlerin baskılarının artması ve İslam dünyasında başlayan Batı işgalleri ile etki alanlarını büyük oranda cihad hareketlerine bırakmışlardır. İşte böyle başlamıştır Mali krizi…
1880 yılında Fransızların ülkeyi işgal etmesiyle başlamıştır 2012’de nükseden kriz. Parçacı tarih okuması sonucu yapılan iddiaların aksine henüz Batı’nın enformasyon merkezlerinde ürettiği ve Mali’nin büyük bölümünü ele geçiren İslami hareketlere özenle yapıştırıverdiği damgalar ve insanların medyanın da azıcık yardımıyla zihinlerinde oluşturdukları şablonun aksine Mali krizi en az 100 yıllık bir krizdir. Ataları köleleştirilmiş bir milletin yeniden özgüven kazanıp topraklarına sahip çıkmasıdır yaşanan. Bu açık hakikatin gölgesinde savaşan gruplar da diğer aktörlerin isimleri de önemini yitirmektedir. Bu yazıda bölgedeki aktörlere yer verilmemesinin nedeni savaşın ideolojik boyutuna dikkat çekmektir.
Mali’de Fransa öncülüğünde Batı ülkelerinin desteği ve bölge ülkelerindeki diktatör rejimlerin de taşeronluğu ile uluslararası toplum tarafından başlatılan işgal operasyonu birkaç cümle ile ana hatlarına değindiğimiz yukarıdaki sürecin devamı niteliğindedir. Mali krizini parçacı bir tarih anlayışı ile değerlendirip bölgedeki çatışmanın sadece 2012 yılının ilk günlerinde meydana gelen darbe sonrası küresel cihad yanlısı hareketlerin bölgeyi ele geçirmesine Fransa ve Batı’nın tepkisi olarak değerlendirmek oldukça dar bir bakış açısını yansıtmaktadır. Bölgedeki gelişmelerin 1800’lü yıllarda Batı Afrika’yı işgal eden Fransa’nın o zamandan günümüze sürdürdüğü bölge politikası ile yakından ilişkisi vardır.
Fransa ilk olarak Mali’yi 1880 yılında işgal etmiş ve bu işgalini 1960 yılına kadar sürdürmüştür. 1960 yılında işgal sona ermiş ancak sömürgecilik devam etmiştir. Bölgedeki çıkarlarını garanti altına almak amacıyla Fransızlar sahip oldukları askerî ve ekonomik nüfuzu kullanmış, ülkeyi de Fransa’da eğitim almış bir avuç aristokrata teslim etmişlerdir.
Halkın Yüzde 97’si İslam Devleti İstiyor
Mali halkının %95’i Müslümandır. 14 milyon nüfusa sahip bu ülkede İslam yaşamın merkezindedir. 70 yıldan fazla süren Fransız işgal projesi bütün çabalara rağmen kabilecilik ve düşük şehirleşme oranı (2013 yılında %68) gibi etkenler nedeniyle geniş halk kitlelerini beklendiği ölçüde dönüştürememiştir. 2010 yılında yapılan PEW araştırmasına göre Müslüman halkın %94’ü İslam şeriatının mutlaka uygulanmasını istemekte, %3’ü ise uygulanması gerektiğini (toplam %97) düşünmektedir. Bu oran ülkede İslami hareketlerin ne derece güçlü olduğunu göstermesi açısından oldukça anlamlıdır. Ancak halkın bu güçlü iradesine rağmen yönetim geriye kalan %3’lük Batı yanlılarının elindedir ve Mali Kemalistleri laikliği Batı’dan aldığı destekle halka dayatmaktadır.
Mali’de Ocak 2012’de merkezî hükümetin ordu ile yaşadığı kriz sonrasında gerçekleşen darbe ile bölgede zaten halk nezdinde sorgulanamayacak kadar ciddi meşruiyete sahip İslami hareketler birkaç hafta içerisinde ülkenin Fransa genişliğindeki büyük eyaletlerini ele geçirmiştir. Ülkede etkinliğini artıran Ensaruddin ve Batı Afrika Tevhid ve Cihad Hareketi Afrika’da uzun süredir Batı ile hesaplaşmaya hazırlanan köklü İslami hareketlerdir.
Müslüman halklarla dünya görüşlerinin çatışmasına dayanan ve haçlı söyleminin büyük oranda hâkim olduğu bir hesaplaşma içerisine giren ABD liderliğindeki Batı ittifakı bölgede yükselen İslami hareketlerin askerî varlığının genişlemesi karşısında alarma geçmiş ve durumu kendi lehine çevirmek amacıyla siyasi girişimlere başlamıştır.
Hedef Mali Kaynaklar mı?
Dünya tarihinde yaşanan savaşlar incelendiğinde bunların birbirinden bağımsız ya da paralel birçok nedeninin olduğu açıkça görülür. Ancak hiçbir neden inanç kadar etkili değildir. Kimi ekonomik amaçlar da tarih boyunca dinî kılıflarla gerçekleştirilmiştir. Böylece dinî olmayan çatışmalar bir anda dinî hüviyete bürünmektedir. Ancak özellikle de son 30 yılda Irak, Afganistan, Bosna, Somali, Yemen gibi İslam ülkelerinden meydana gelen savaşların bilinçli bir biçimde din savaşı kimliğinden soyutlanmaya çalışıldığına şahit olmaktayız. Bu çabalar Mali çatışması da dâhil halen onlarca İslam ülkesinde devam eden savaşların bir Haçlı Savaşı olduğu yönündeki güçlü kanının ortadan kaldırılmasını amaçlıyor. Oysa Mali’de Batı’ya meydan okuyan güçlerin tümü Batı emperyalizmine ve laik dünya düzenine meydan okuyan küresel cihad yanlılarından oluşmaktadır. Batı için öncelikli olan ise bu hareketlerin marjinalize edilip halk kitleleri ile ilişkilerinin koparılması ve Afganistan, Irak, Somali, Cezayir, Yemen, Nijerya, Suriye ve daha onlarca ülkede İslam’ın yeryüzüne hâkim olan özne güç olması için mücadele eden İslami hareketlerin bu amaçlarını gerçekleştirmelerinin engellenmesidir. Dolayısıyla savaşın dinî boyutu kesinlikle göz ardı edilemeyecek derecede etkilidir. Ancak bununla beraber ekonomik gerekçeler de önemlidir.
İşgal Sömürü İçin mi Sömürüyü Sürdürmek İçin mi?
Mali konusunda yapılan değerlendirmelerin temel yanılgılarından birisi de Fransa’nın ülke kaynaklarını sömürmek için işgale başladığı düşüncesidir. Oysa gerçek bunun tam tersidir. Fransa zaten 1960’da ülkeden çekildiğinde bölgedeki çıkarlarının bekçiliğini yapacak yönetici kadroyu yetiştirmiştir ve o dönemden beri Mali’nin uranyum başta olmak üzere yeraltı ve yerüstü kaynakları Fransa’ya akmaktadır. Fransa uranyum ihtiyacının %70’ini Mali’den karşılamaktadır. Mali halkına ait altınlar Fransız kuyumcularında sergilenmektedir. Ancak tüm dünyada yükselen İslami hareketler Afrika’da da etkinliğini artırmış ve kıtadaki Batı çarklarına çomak sokmaya başlamıştır. Fransa’nın sömürü makinesi tehlike altındadır. Dolayısıyla askerî operasyonun dinî çatışma amacı dışında ülkede yükselen İslami güçlerin tehdit ettiği sömürge çıkarlarının koruma altına alınması olarak değerlendirilmesi gerekmektedir. Bu Mali direnişinin anti-emperyalist ve anti-kapitalist kimliğinin de açık bir göstergesidir.
Savaşın Muhtemel Sonuçları
Mali savaşı başlangıçta ABD’li generallerin ifadesiyle “birkaç paraşütçü birliğin birkaç hafta içerisinde diskalifiye edeceği” Taliban’la savaşa benzemektedir. Afrika’da da Fransa tarafından yakılan savaş ateşi uzun süre yanacak ve tabi işgal güçlerini de yakacaktır. Savaş on yıllar sürecektir. İslam ümmeti savaşla yaşamaya alışmak, savaş hazırlığına başlamak zorundadır. Eğer bunu gönüllü yapmazlarsa savaş kapılarını pek yakında çalacaktır. Tıpkı Irak, Suriye, Somali, Yemen, Afganistan gibi bölgelerde olduğu gibi… Uzak görülen gerçek yakınlaşıyor, kendisinden kaçılan hakikat kaçanları buluyor. Batı, İslam’a meydan okuyor!
Fransa’nın, savaşçılığıyla bilinen Tuareglere savaş açması aslında 8 ayrı ülkeye bölünmüş Berberi kökenli bu halkın tüm ülkelerde Fransız çıkarlarını hedef alacakları anlamına geliyor. Zaten Hıristiyanlarla Müslümanlar arasında Kona ve Maidiguri gibi büyük eyaletleri kapsayan geniş bir alanda ciddi çatışmaların yaşandığı Nijerya’nın ülkeye asker göndermesi ise Kenya’nın Somali’ye asker göndererek yaptığı hataya benzemektedir. Sonuçta Nijerya’da kardeşlerinin öldürülmesine sessiz kalmayacak 100 milyonu aşkın Müslüman cihad düşüncesine daha da sarılacaktır.
Savaş zaten büyük ekonomik buhran yaşayan Batı ülkelerinin daha da zora girmesine neden olacak, Fransa başta olmak üzere Avrupa’da alınacak iç ve dış güvenlik önlemleri ekonominin kaldırmakta zorlanacağı ek masraflar çıkaracaktır. Daha önceki tecrübelerde de görüldüğü üzere Fransa Mali’de ABD’yi bile gölgede bırakacak vahşetlere imza atabilir.
Mali savaşı Batı’nın Afrika’daki şirketlerini tehlikeye sokacak bölgedeki misyonların hareket kabiliyetini büyük oranda azaltacaktır. Savaş İslam dünyasında ve özellikle de Afrika’da siyasal tepkilerin daha da organize olmasına; ABD ve Avrupa öncülüğündeki güçlerin Haçlı Savaşı yürüttüğü düşüncesinin daha da yaygınlaşmasına neden olacaktır. Çin’in Mali’deki etkisi nedeniyle Çin-Rusya hattı ile Avrupa hattının arası daha da açılacaktır.
Bölge Fransız Sömürüsünün Etkisini Kırmaya Çalışıyor
Sömürgecilik bölge halklarında kalıcı problemlere neden olmuştur. Sömürgecilik araştırmalarıyla bilinen Fanny Colonna, Fransa’nın Cezayir’i kültür ve düşünce yönünden de dönüştürme amacı taşıdığını belirtmekte ve Fransa Kamu Eğitimi Bakanı Rambaud’a ait şu sözleri aktarmaktadır.
“Kolonilerimizdeki ilkel insanları değiştirmek, amacımıza olabildiğince adanmış yapmak ve ticaretimize olabildiğince uygun hale getirmek için… En güvenli metot yerli çocukları alıp bizimle sürekli iletişimini sağlamalı ve onları ardı ardına gelen yıllar süren bir entelektüel ve ahlaki alışkanlıklar dizisine konu etmeliyiz. Diğer bir deyişle onlara, zihinlerini isteğimize göre dönüştüreceğimiz okullar açmalıyız.” (Tarık İbrahimi, 1973, 13)
Fransızlar Colonna’nın ifadesi ile Cezayir’i medenileştirmek için geldiklerinde Cezayir şehirlerinde okur-yazarlık oranı Fransa’dan çok yükseklerde, %40 civarındaydı. Ancak 130 yıl sonra ülkeyi terk ettiklerinde bu oran %10-15’lere gerilemiştir.
“Cezayir işgalinin ilk adımı Kabyllia bölgesinin silahsızlandırılması ile gerçekleşti. İkinci adım yerlilerin bize ait yönetim ve yargı sistemini kabul etmesini sağlamaktı. Üçüncü adım ise eğitim sistemidir. Dilimizin yerel deyimleri dönüştürmesi, Müslümanların zihnindeki Fransa algısının değiştirilmesi, cehalet ve fanatik ön yargıların Avrupa biliminin basit ve isabetli kavramlarıyla ortadan kaldırılmasıyla son adım gerçekleştirilecektir.” (Colonna, 1975. Akt: Robert Philipson, Linguistic Imperialism, 2007, 112)
İşgalci ülkeler İslam toplumlarında baskın gücün kimliği belirlediği melez bir kültür oluşturmuştur. Melez kelimesi sözlük anlamı itibariyle iki ayrı cinsin birleşmesi sonucu ortaya çıkan üçüncü türe verilen isimdir. Melez bitki ya da hayvanların ortak özelliği üretici olamamalarıdır. Afrika’yı değerlendirirken de bu gerçeğin göz önünde tutulması gerekir. On yıllar boyunca devam eden sömürgeciliğin bu ülkede nelere mal olduğu değerlendirilmelidir.
Uzun sömürge yılları Mali dâhil olmak üzere Afrika halklarını bitkin düşürmüş, pasifleştirmiş, özgüvenlerini ellerinden almış ve özgün üreticiliklerini büyük oranda tüketmiştir. Ancak 1980’lerden sonra yükselen İslami davet çalışmaları halkların üzerlerindeki ölü toprağını atmasını sağlamıştır. Mali ve tüm Afrika uyanışa geçmiştir. Batı’yı korkutan asıl gerçek işte budur. Bu savaş bir dünya görüşü içindir. Mali halkının İslami talepleri hem Batı’nın materyalist dünya görüşüne meydan okumakta hem de Afrika’yı beyaz adamın çiftliğine dönüştüren sömürü projesinin son yüzyılda karşılaştığı en net, en İslami, en organize ve işgal güçleri açısından en tehlikeli karşı duruşu sergilemektedir. Bu savaş zamanı gelmiş bir fikrin mücadelesidir ve zamanı gelmiş fikirleri durduracak güç yoktur. Afrika’da İslam dünyasının vurucu gücünü oluşturan hareketler liderliğinde cihad başlamıştır.