17 Şubat Libya halkı için sadece bir devrim olmadı, Libya ile ilgili gerek daha önce gerekse savaş sırasında öne sürülen birçok düşüncenin de yanlış olduğunu ortaya koydu. Yıllarca sabreden Libya halkının kararlı direnişi sayesinde yıkılmaz sanılan bir diktatörlük yıkıldı ve halkı hizaya sokmak için kullandığı ordusu da darmadağın oldu.
Hezimete uğrayanların başında elbette ki Muammer Kaddafi geliyor. Sadece 40 yıl propagandasını yaptığı Üçüncü Dünya Teorisi değil muhaliflerle ilgili iddiaları da boş çıktı. Kaddafi başlangıçta olayları, hap kullanan gençlerin boş çabaları olarak değerlendirdi. 17 Şubat’tan sonra birkaç Batılı gazeteci ile görüştüğünde muhalif gösteriler ile ilgili sorulan bir soruya karşılık, muhalif hiçbir gösterinin yapılmadığını, bunların olsa olsa kendisini desteklemek için yapıldığını söylemişti. Aynı konuşmada Libyalılar için "Hepsi beni seviyor ve beni korumak için canlarını verirler!" diyordu. Kendisini desteklemek için gösteri yapan ve "Allah, Muammer, Libya bize yeter!" sloganını atanlar da ne Allah’ın emirlerine riayet ettiler, ne kendisini kurtarabildiler ne de Libya’nın paha biçilmez can ve mal kayıplarını önlemek için bir adım attılar.
Fikirleri yerle bir olanlardan biri de Kaddafi'nin oğlu Seyfulislam’dı. 20 Şubat’ta yaptığı o meşum konuşmada Libya'nın Somali'ye dönüşeceğini, Libya'nın bir kabileler ülkesi olduğunu, el-Kaide’nin Libya’da emirlikler kuracağını iddia etmişti. Aslında o yakalanmadan çok önce ülkeyi kurtarabileceğine dair iddialar da çoktan tarihin mezbelesine atılmıştı. Babasından sonra ülkeyi idare edeceği düşünülen oğluydu. Kendisi de bu yönde girişimlerde bulunmuş ve kardeşleriyle sürtüşme yaşamıştı. "Libya el Gad" (Yarının Libyası) sloganı ile göstermelik birtakım çalışmalar yapıyordu ancak babasının korkusundan buna tam olarak reform ya da demokratikleşme diyemiyordu. Buna rağmen bazı çevrelerce bir umut olarak görülebiliyordu. Ancak daha 17 Şubat eylemlerinin ilk gününden itibaren tutum ve davranışlarıyla, açıklamalarıyla Seyfulislam bu umutların hepsini suya düşürdü. Suya düşen sadece bu değildi. Batı’da eğitim görmüş liderlerin demokrasiyi uygulayacakları, hoşgörülü olacakları tezi de Seyfulislam ile birlikte çöktü. Reform imkânı doğmuşken ve binlerce insanın ölümü ve ülkenin kaynaklarını heba etmenin önüne geçme ihtimali varken Batı’da eğitim görmüş modern Seyfulislam bunu yapmadı. Aksine halkını tehdit etti ve son ana kadar da bu tavrından vazgeçmedi. 19 Kasım’da yakalandığında bir zamanlar yaptığı konuşmaların, etrafına topladığı silahlı kişilerle tank üstüne çıkıp kendi halkıyla savaşmanın ülkeyi ne hale getirdiğini anlamış gözükmüyordu. Son mermiye kadar savaşacağını söylediği halde, araçlarını durduran savaşçılara direnmeden teslim olduğu söyleniyor.
Bütün diktatör ve zalim yönetimlere ders olabilecek bir nokta da baskıyla halkların susturulabileceği düşüncesinin çökmesi oldu. Kaddafi’nin belki de en çok güvendiği ve yıllarca başarıyla uyguladığını sandığı baskı ile susturma politikasının ilânihaye devam edemeyeceği görüldü. 40 yıldan fazla muhalifleri sindirme, öldürme, sürgün ile bitirmeye çalışsa bile nihayet insanların bu baskılara bir gün karşı geleceği ve zalimleri pişman edebileceği anlaşıldı.
Kaddafi'nin bu baskı ve zor politikalarını yürütmek için kullandığı en önemli araç olan ordunun karşılaştığı son da ibret verici. Yıllarca halka karşı konuşlanmış, halkı "iç düşman" görerek yetiştirilmiş, iç düşmanı "sokak sokak, ev ev arayıp yok etmek" üzere hazırlanmış orduların ve yoğun istihbarat ağlarının iç düşman olarak algıladıkları kitleleri yok edemeyeceği ve bu şekilde bir girişimin nasıl bir felaketle sonuçlandığı da görüldü.
Bir yandan insanlık dışı yollarla muhalifleri yok etmeye çalışırken diğer yandan da elindeki medya gücünü kullanarak yalan ve propaganda ile bu yapılanların gizlenebileceği teorisi de çökmüş oldu. 17 Şubat ile birlikte artık yalanlarla bir ülkenin idare edilemeyeceğini ve yaşanan gerçekliğin medyadaki yalanlarla bezenmiş kurguları alt edeceği de bir daha ortaya çıkmış oldu. Bu çerçevede savaş boyunca sürekli dünyayı kandırmaya çalışan Kaddafi yönetimi basın sözcüsü Musa İbrahim'in de iddiaları havada kaldı. Rixos Otelinde yaptığı açıklamalarda, dışarıdan gelen silahlı çetelerle savaştıklarını, Trablus'u çok sayıda kabilenin koruduğunu, Libya'nın büyük bir kısmının kendi kontrollerinde olduğunu iddia ediyordu. Trablus’tan kaçtıktan sonra da Rey televizyonunda yayınlanan ses kayıtlarında binlerce savaşçılarının olduğunu söylemişti.
Libya'da bir süre yaşayan her yabancının fark ettiği başlıca olgulardan biri de Libyalılar hakkında yapılan genellemeler ve önyargılardır. Yalnızca Kaddafi gibi birinin bu halkı zapturapt altına alabileceği, Arapların tembel olduğu gibi genellemeler ve ırkçılığa varan birçok buna benzer yargı hem Libya'daki yabancılar hem de Arap toplumlarına dışarıdan bakanlar arasında yaygındır. Her toplumda olabilecek aksaklıklar veya tartışmalar yaşandığında sanki bütün toplum bu olumsuzluklarla malulmüş gibi bir intibaya sahip olunuyor. Libya 17 Şubat’tan sonra dünya gündemine girdiğinde de aynı genellemelere ve önyargılara maruz kaldı. Kaddafi gibi bir diktatör olmadan Libyalıların adeta birbirini yiyeceğini düşünenler Kaddafi sonrası asla siyasi istikrar kazanılamayacağı kehanetine belki de bu yüzden kolay varabiliyorlar. Arapların tembel olduğunu söyleyenlerin bu ırkçı ve küçük düşürücü fikirleri de 17 Şubat ve diğer intifada hareketleri sayesinde yerle bir oldu.
Bu önyargıların yanında başka bir açıdan bakıldığında yine Libya halkını küçümseyen bir bakış açısı da bazı söylentilere inanıp Libya'nın adeta tam bir refah devleti olduğu ve Libya halkının kışkırtmalara kanıp gereği yokken isyan ettiği sonucuna götüren yaklaşımdır. Libya ile ilgili bazı söylentilerin gerçekmiş gibi kabul edilip Kaddafi’nin temize çıkarılmaya çalışılması ilginç bir şekilde Türkiye’de de gündeme geldi. Libya halkının bir daha göremeyecekleri nimetler hakkında Kaddafi döneminin övgüleri ile süslenmiş dedikodular yayıldı. Kaddafi döneminde elektriğin, suyun ve doğalgazın bedava olduğu söylendi. Oysa Libya'da bütün mekânlarda elektrik ve su sayacı bulunuyor ve fatura ödenmediği zaman elektrik ve su derhal kesiliyordu. Şebeke suyu yaygın değildi. Birçok evde kuyu suyu vardı. Doğalgaz zaten iç piyasada kullanılmıyordu. Eğitim, sağlık hizmetleri ve ilaçların parasız oluğu söylendi. Oysa eğitim çalışanlarının maaşları çok düşük ve eğitim sistemi hiç de mükemmel değildi. Devlet hastanelerinde muayene ücretsizdi. Ancak devlet hastaneleri çok yetersizdi. Ayrıca ücretsiz olması, bu hizmetlerin iyi yapıldığı anlamına gelmez. Hastalar çoğu zaman komşu ülkelere gitmek zorunda kalıyordu. Reçetedeki ilaçların ancak onda biri devlet hastanelerinde bulunuyordu. Diğerleri eczaneden parayla alınıyordu. Yeni evlenenlere binlerce dinar verildiği, çiftçilik ile uğraşmak isteyenlere bedava toprak verildiği, okumak isteyenlerin yurtdışına gönderildiği, yeni alınan arabaların parasını devletin ödediği, mezun olanların iş bulamaması halinde devletin maaşa bağladığı iddiaları da tamamen gerçek dışı.
Bu çerçevede Libya’da bir herhangi bir hareket olmaz diyenlerin de yanıldıkları anlaşıldı. Genel olarak Arap ülkelerinde bu şekilde halk hareketlerinin olacağı tahmin edilmiyordu. Libya'da ise özellikle var olan baskı ve yasaklar yüzünden bunun mümkün olmadığı sanılıyordu. Libya’da 17 Şubat’a kadar birçok ülkeden yüzlerce şirket çok sayıda ihale almış ve yoğun bir faaliyet içinde bulunuyordu. Hatta 15 Şubat’ta Trablus'ta bir uluslararası otel büyük bir törenle açılmıştı. Kaddafi’nin istihbarat örgütünün güçlü olduğu, Libya’da ayağa kalkacak aç ve sefil insanların olmadığından bahisle olaylar başladığında bunun kısa bir süre içinde bastırılacağı ileri sürülüyordu. Ancak bütün bu iddiaların temelsiz olduğu ortaya çıktı.
17 Şubat'ta başlayan hareketin tek sebebinin Libya petrolleri olduğunu düşünenler ise olup biten olayları, katliamları, ölümleri, tecavüzleri görmezden gelerek her şeye hâkim büyük güçlerin sadece bir senaryosundan ibaret olan isyan ve ardından müdahalenin Batı’nın mutlak kontrolü ile sonuçlanacağını iddia ediyordu. Batı’nın NATO aracılığı ile Libya'yı işgal edeceğini söyleyen bu kesimler Irak ve Afganistan’da yaşananlara bakarak Libya’nın kara birlikleri de indirilerek kesinlikle işgal edileceğine inanıyordu. Oysa Kaddafi ilk başa geldiğinde petrolleri millileştirdiğini söylemesine rağmen gerçekte çok büyük bir değişiklik yapmamıştı. Hatta Amerika ile yaşanan onca soruna rağmen Amerikan petrol şirketleri bütün çalışmalarına olduğu gibi devam etmişti. Dolayısıyla Batı ülkelerinin petrol ile ilgili Kaddafi’den yana bir şikâyetleri zaten söz konusu değildi ve Libya ile ilişkileri düzelmeye başlamıştı. Kaddafi de bazı ülkeleri ziyaret etmiş, ilişkiler normalleşmeye başlamıştı. NATO müdahalesinin başlamasına kadar Saddam Hüseyin örneğinde olduğu gibi Libya'nın ve Kaddafi'nin kötülendiği bir propaganda dönemi de olmadı. Aksine NATO, Kaddafi’nin kendisinin bir hedef olmadığını açıklamıştı. Trablus düştükten sonra istihbarat binasında ele geçen belgeler Kaddafi ile İngiliz ve Amerikan istihbarat örgütleri arasında samimi bir ilişki olduğunu gösteriyor.
Buna rağmen komplo iddialarını ortaya atan ve NATO müdahalesine karşı olanlar muhalifleri yerden yere vurmaya devam etti. Örneğin bunlardan biri de Londra’da Arapça olarak yayımlanan Kudsül Arabi gazetesinin başyazarı Abdulbari Atvan'dı. Atvan, Mısır ve Tunus devrimleri esnasında bu iki ülkedeki gelişmelere destek veriyordu. Libya'da muhalefet eylemleri başladığında aynı tavrı Libya için de gösterdi ve muhalefetin yanında yer aldı. Ancak Atvan'ın bu desteği kısa sürdü ve özellikle de NATO müdahalesinden sonra muhalefetin aleyhinde yazmaya başladı. Atvan’ın Libyalı muhalifler için kullandığı “NATO devrimcileri” ifadesi Kaddafi yanlıları arasında epey rağbet gördü. Atvan Amerika’nın herhangi bir müdahalesinin Libya devrimini boşa çıkaracağını, güvenirliği ve destekleyicileri hakkında çok sayıda soru işareti doğuracağını ve bu ak pak devrime leke gelmemesi için sadece bir Arap müdahalesi gerektiğini söylemişti.
NATO müdahalesine karşı çıkan ve muhalefeti eleştirenlerden bir kısmı da eski düzen savunucuları olup baskı ile oluşturulan sükûneti istikrar ve refah sanan ve muhaliflerin anarşiye sebep olduğunu iddia edenlerdi. Bu bağlamda özellikle muhalefetin bu eylemlerinin tamamen bir komplo sonucu Amerikan, İsrail ya da diğer Batılı istihbarat örgütlerince organize edildiğini iddia ediyor ve bütün Kuzey Afrika ve Ortadoğu’daki olaylar gibi Libya devrimini de bu ülkelerin bir oyunu olarak görüyordu. Oysa muhalefet eylemlerinin başladığı Şubat ayında Libya'nın hemen tüm şehirlerinden yüz binlerce insanın bir komplo sonucu meydanları doldurduğunu düşünmek hangi vicdana sığar? "Ey diktatör Kaddafi, senin de sıran geldi!" sloganını haykırmanın Libya şartlarında ne kadar zor olduğunu bile bile binlerce insanın Batılı ajanlarca meydanlara sürüklendiği söylenebilir mi? Kaddafi'nin acımasız ellerine düşme ihtimaline ve onca istihbaratına rağmen sokağa çıkan binlerce insanı hangi yabancı ajanlar tahrik etmiş olabilir? Eylemlerin başından beri çocukları, kadınları muhaliflerin öldürdüğü, bütün bir Zaviye ve Mısrata sokaklarını muhaliflerin yerle bir edip sonra da suçu Kaddafi’ye attıkları söylenebilir mi? Bütün bunlar olurken Kaddafi istihbaratı ve medyası bütün imkânları kullanarak yayın yapabiliyordu. 17 Şubat’tan sonra Kaddafi yönetimi ülkedeki yabancı medya mensuplarını dışarı atmış ardından tekrar geri çağırmıştı. Ancak bir otelde adeta hapis hayatı yaşatmış ve haber yapmaları yasaklanmıştı. Elindeki bütün imkânları kullanarak Kaddafi’nin yapabildiği ise yalan, iftira, hakaret ve propaganda idi. Acaba Kaddafi'nin konuşmaları ve bütün bu yaptıkları da bu komplonun bir parçası mıydı?
Komplo iddialarının yanında bir de doğrudan olayları yaşayanların, gösterilerde yaralananların, ölenlerin, gözaltında kaybolanların ne yaşadıklarını düşünmeden bütün gelişmeleri medyanın yönlendirdiğini düşünenler de vardı. Öyle ki Kaddafi’ye ait televizyonlar yaşanan bütün gelişmelerin el-Cezire, el-Arabiye ve BBC kurgusu olduğunu iddia ediyorlardı. Hatta Katar'da Şehitler Meydanı gibi bir sahte meydan yapıldığını ve Trablus'un düşüşü ve Şehitler Meydanı'nın ele geçirilişinin buradan yapılacak yayınlarla ilan edileceğini söyleyenler bile oldu. Ancak her şeye hâkim büyük güçlerin olayları çekip çevirdiklerini ve bu amaçla medyayı etkin bir şekilde kullandıklarını düşünenlerin bu yöndeki iddiaları da çürüdü.
Kaddafi ve oğlunun vurguladıkları, Libya'yı yakından tanımayanların da hemen sarıldıkları bir konu da kabileler arası savaş konusuydu. Buna göre Libya bir kabileler ülkesiydi ve Kaddafi'den sonra bu kabileler birbirine girip ülkeyi tam bir iç savaş bataklığına çevirecekti. Kaddafi ve ailesi kendilerinden sonra böyle bir durumun çıkmasından elbette ki memnun kalacaklardı. Bu yönde girişimlerde de bulunmuş, NATO'nun havadan bombardımanı ile savaşma perdesi altında silah dağıtmıştı. Hatta Seyfulislam 19 Kasım’da yakalandığı gün bile devrim için bir araya gelenlerin kısa bir süre sonra birbirlerine ihanet edeceklerini iddia ediyordu. Ancak bazı Müslüman kesimlerin de NATO müdahalesinin bu sonuca yol açacağını düşünüp Libya halkını devrimden vazgeçirmeye çalışması ibretlik bir olay olarak tarihe geçecektir.
Libya’da yaşananlar geniş Müslüman kesimlerin, Müslümanların yanında yer almak yerine komplo teorilerine inandığı ve Batı’nın kirli geçmişi yüzünden olayları net olarak göremediğini de gösterdi. Ecdebiye, Bingazi, Mısrata gibi şehirlerin tanklarla dövülmesi, havadan bombalanması ve yaşanan tecavüz olayları karşısında bile yardım edecek bir İslami güç olmaması şöyle dursun, "Yeter ki NATO müdahale etmesin, bu cinayetler devam etse de olur!" noktasına gelindi. Öte yandan Libya'daki Müslümanlar da savaş boyunca ne yazık ki esirlere yapılan muameleler ve Afrika'nın değişik ülkelerinden Libya'ya para kazanmak için gelenlere reva görülen uygulamalar gibi bazı konularda iyi sınav veremedi. Savaş hukuku ile ilgili Müslümanların sahip olduğu literatür ve sağlam ahlaki ilkeler ne yazık ki savaşın yoğun ve yıpratıcı psikolojisi altında zaman zaman etkisini kaybetti. Bunun da Müslümanlar açısından ibret verici olması gerekmektedir. Bu konudaki hatalar Kaddafi'nin öldürülmesi ile zirveye çıktı.
Buna rağmen Kaddafi'nin öldürülmesiyle birçok gerçeğin de üstünün örtüldüğü konusu muğlâk kalmaya devam edecektir. Seyfulislam sağ yakalandığına göre bu konuda sırları ifşa imkânı hâlâ bulunmaktadır. Irak’ın idam edilen lideri Saddam Hüseyin, mahkemede bile “Bir ülkenin cumhurbaşkanıyla böyle konuşamazsınız!” diyordu. Trablus'u terk edip saklanarak yaşadığı halde Tunus'ta mahpus olan Bağdadi Mahmudi'yi yeni hükümeti kurmakla görevlendiren Kaddafi’nin hapiste bile olsa bütün Libyalıların devrim lideri olarak kendisini çok sevdiğinden bahsetmeyeceği ve yaptıklarından pişman olup her şeyi açık yüreklilikle anlatacağı söylenebilir mi?
Ceberut yönetimlerin, acımasız liderlerin, her türlü yok etme planlarını sınırsızca kullanan orduların etrafında oluşturulan ve adeta bu güçleri daha da korkunç hale getiren söylentilerin de bir anlamının olmadığını 17 Şubat ortaya koydu. Örneğin Kaddafi'nin gizli güçleri, silahları, askerleri konusundaki söylentilerden biri de Rusya’nın Libya özel temsilcisi tarafından ortaya atılmıştı. Kaddafi’nin Trablus’u füzelerle havaya uçuracağını iddia etmişti. Bu iddianın sebebini bilmiyoruz ama 20 Ağustos’ta Trablus, muhaliflerin eline geçtiğinde Kaddafi, sarayını terk edip kaçmış, her yıl Eylül ayında büyük gövde gösterisi yapan ihtişamlı askerlerinden eser kalmamıştı.
Petrol gitti gidecek derken Kaddafi yanlılarının yaptığı katliamlar göz ardı edildi. Libya’da olaylar başlar başlamaz Libya petrollerine yapılan vurgu adeta oradaki bütün ölümleri gölgede bıraktı. Libya petrolünün kalitesinden hacmine kadar çok sayıda iddia ortaya atıldı. Petrolün insanlardan daha da önemsendiği bu koroya ne yazık ki bazı Müslümanlar da katıldı. Ancak petrolün insanların canından daha önemli olduğu fikri Libyalılar sayesinde çöktü.
Savaşın bir süre sonra çıkmaza girdiğinin sanılmasıyla birlikte dile getirilen bir fikir de Libya’nın bölünmesi konusuydu. Buna göre Trablus Kaddafi’nin, Bingazi ise muhaliflerin elinde kalacaktı. Trablus muhaliflerin eline geçince de bu sefer Kaddafi’nin Sebha ve güneyinde bir devlet kuracağı iddia edildi. Kaddafi öldürüldükten sonra ise Seyfulislam’ın bu amaçla Tuareklerle görüştüğü iddia edildi. Ancak bunların hiçbiri gerçekleşmedi.
Libya ve diğer Afrika ve Ortadoğu halkları sürdürdükleri onurlu direnişleri sayesinde hem bu önyargıları ve genellemeleri önemli ölçüde çürütmüş bulunuyor hem de bütün ihtişamlarına ve büyüklenmelerine rağmen zalimlerin ne kadar da korkak ve sistemlerinin ne kadar kırılgan olduklarını göstermiş oluyor. Ancak her olumlu gelişmenin ardında bile bir başka komplo arayanlar için bunun da sadra şifa olmayacağı belli. Hali hazırdaki diğer zalim yönetimlerin bundan ders alıp almayacaklarını ise zamanla göreceğiz. Bu halkların görünmeyen güçlerinin farkına vararak zalimlere baş kaldırmasının mümkün olduğunu göstermeleri bile tek başına büyük bir başarıdır.