‘Rasyonalite Dini’nin En Güçlü Mezhebi: Liberalizm
“Batılı birey”i (ve nihayetinde homo economicus’u) vesayet ilişkilerinden kurtarma amacını taşıyan tartışmalar, tıpkı antik Yunan’da geleneğin sorgulanması esnasında oluşan fikirler hercümercinin sofizme yol almasında olduğu gibi liberal fikirlerin de doğum sancılarını oluşturuyordu. Tarih, ‘insan’, ‘bilgi’1 ve ‘ahlak’ konusunda farklı versiyonlarıyla tekerrür etmekle birlikte, form ve mahiyette bazı değişiklikler söz konusuydu.
Öte yandan bu vesayet ilişkileri gerçekten de sorunluydu. Ne Hıristiyanlık teolojisi (dogmaları) ne devlet düzeni (otoritesi) ne de ekonomik ilişkilerdeki sınıfsal yapılanmanın savunulabilecek bir yönü vardı. Bu anlamda ‘bireycilik’ ve ‘özgürlük’ merkezli arayışların bu alanlarda sesinin yükselmiş olması, vesayet ilişkilerinin sorgulanmasını (ve bu ameliyedeki haklılığı) pekiştirmekteydi.
Bu sorgulamalar neticesinde, -Aydınlanmacı zihinlerin terkipleşmesine karşı çıkacaklarından emin olduğumuz- ‘Religion of The Rationalism’ diye tabir edebileceğimiz ‘rasyonalizm dini’ doğdu.2 Böylelikle rasyonalizm ve empirizmin (deneycilik) ‘bilgi’ ve ‘insan doğası’ konusunda ortaya koydukları zanlar, geleneksel düşünüş ve inanç biçimleriyle hesaplaşmanın sonucunda yepyeni bir dinin de habercisi oluyordu.3 Aynı zamanda bu ‘din’in (religion) en güçlü mezhebi olan liberalizmin de.
Habil-Kabil Örneği Üzerinden Liberalizme Bir Bakış
Son vahiy, aslında Habil-Kabil kıssası üzerinden bize insan fıtratının özelliklerini verir. Bu özelliklerden kimisi onaylanmakta ve teşvik edilmekte, kimisi ise yerilmekte ve terbiye edilmesi/ıslahı istenmektedir.4 Liberalizmde özellikle önplana çıkan husus Kabil’in özellikleridir. Çıkar, fayda, haz, acıdan kaçınma, mutluluk ve benzeri kavramsallaştırmalar insan doğasının öne çıkan özellikleri olarak “birey”in ahlaki donanımının temeline yerleştirilir. İnsanlığın başta “özgürleşmesi” olmak üzere, ekonomik-siyasi tüm hasletleri bu özellikler üzerine bina edilir:
-Bireycilik (Kendi yasanı kendin yap -Kant-)5
-Özgürlük (Herkes kendisinin yargıcıdır -Locke-)6
-Doğal Düzen (Kendiliğinden düzen -Piyasa ekonomisi-)7
- Liberal Devlet (Liberal demokrasi ve sınırlı devlet)8
Diğer hasletler, bunların önünde engel oluşturmayacak bir düzlemde açıklanır. Habil’in açıklanamayan, bilinemeyen, tecrübe edilmemiş pek çok özelliği arka plana itilmiş;9 bilinebilenlerin ise bu değerlerle birlikte anlam kazanacağı ileri sürülmüş,10 hatta birçoğunun insanın kendisini var kılmasının ve özgürlüğünün önünde engel teşkil edeceği tasarlanmıştır.
Dolayısıyla insan doğası önce parçalara ayrılıp yapıbozumuna uğratılmış, ardından neyin değer/ilke, neyin bunların önünde engel oluşturduğu liberalizmin üstatlarınca tanımlanagelmiştir.
Kabilleşmeyle ilgili tespitlerde isabet kaydetmeleri, kendilerinden önceki son ikiyüzyıllık sömürgeleştirme sürecini iyi tahlil etmeleriyle alakalıdır; yoksa onlar yazmış Batılı insan da oynamış değildir. Tarihteki sosyal, siyasal, ekonomik dönüşümler, liberallerin tezlerinden önce gelmiş; onlar da bu gelişimler muvacehesinde ahlaka ve insana dair metafiziklerini ve bunlar üzerinde yükselen ekonomi ve siyasaya ilişkin teorilerini oluşturmuşlardır. Krallıkların aristokrasi ve kiliseyle birlikte açageldikleri kapıların liberallere ilham kaynağı olması söz konusudur. Yükselen burjuvazinin açılan kapılar ve destekler sayesinde kendisini geliştirdiği; sermaye birikimlerinin sömürgecilik sayesinde (köle ticareti, kaynakların sömürülmesi vs.) oluştuğunu göz ardı etmezsek, liberallerin gelişmelerin teorisini önceden kuran akıl hocaları değil, aksine gelişmeleri koruyan, kollayan, izleyen, tanımlayan ve devamlılığı için kemikleşmiş (ama paradigma içerisinde olabildiğince içtihada açık) teoriler oluşturmaya çalışan ideologlar (aynı metafiziğe bağlı ruhbanlar) olduğunu gözlemlemek zor değildir. Kabilleşmenin çok önceden başladığı bu şekilde ortaya konduğunda, insan doğasında varolan bu Kabilleşmeyi iyi gözleyen liberallerin, Kabilleşmenin çağdaş normlarını oluşturup, Kabil’e daha kalıcı, formu ve muhtevası değişmiş bir elbise giydirmeye çalıştıkları gözlemlenmiş olur. Dizginlerinden boşalmış Kabil’i gerçeklerden ve gelişmelerden yola çıkarak tanımladığınızda elde, bu kişiliğin önünde engel oluşturabilecek Habil’e ait değerlerin değersizleştirilmesi, küçümsenmesi, yoksayılması ya da alt yapıda varolan Kabilleşmenin üstyapıdaki keyfi öğeleri olmak konumu biçilmesi söz konusu olmuştur. ‘İnsan’ı bu şekilde bir yapıbozumuna uğrattığınızda, sosyal darwinizmi, kişisel çıkarı, rekabeti,11 mutluluğu, arz-talep kanununu, fikrî özgürlüğü, şahsi-dinî özgürlükler12 meselelerini de bu dinin (rasyonalite) çerçevesinde tanımlama yoluna gidilmiştir. Hıristiyanlığın ‘insan’ tanımı yapıbozumuna uğratılırken, onun taşıdığı çarpıklıklar bu yeni dinin üzerinde yükseldiği zaafları da beslemiştir. Eski teolojinin hata ve sapmaları, yeni teolojinin tersinden kurguladığı kodların (zanların) sahihliği anlayışını tetiklemiştir.
Bu yeni din, “Batılı birey”i eski teolojinin zindanlarından kurtarırken, kendi yeni ve geniş mahzenini (ve tabii ki uzun soluklu ve zorlu süreçlerin ardından) inşa etmiş, “Özgür Birey’in Dini”nin hayata dair tüm itikadi umdeleri, bütün insanlığın önüne “Özgürlük Dini’ne Mensup Olan Birey”lerin kurtuluş reçetesi olarak lanse edilmiştir. Böylelikle dinî düşüncelere ve yaşam biçimlerine de kendi dinlerinden yola çıkarak özgürlük alanları oluşturdukları söylenip, bunun adı da “dinî özgürlükler”, “fikrî özgürlükler”, “siyasi özgürlükler” gibi çerçevelerle tanımlanmıştır. Mezkûr konular, rasyonalizm dininin liberalizm mezhebinin izin verdiği ve biçimlediği ölçüde kabullenilmek ve eldekine razı olmak kaydıyla tanımlanagelmiştir. Merkezde modern/postmodern bir dinin tanımları ve bu tanımlardan yola çıkarak bu kurgulara yol vermiş güçlü devletlerin emanı altında eldekine razı olmak, hatta eldekiyle mutlu olmak durumu hâsıl olmaktadır.13 Kabil bize; “Seni, doğanı (fıtratını), yaşam alanlarını ve özgürlüğünün boyutlarını ben tanımlarım.” demektedir. Oysa ‘insan’, ‘fıtrat’, ‘ahlak’ ve ‘maruf’ konusu tanımlanmadan (insanlığın yaşatageldiği ortak değerler ve bunların kaynağı) ve bunların neler oldukları ortaya konmadan yapılan tanımlar, sadece ideolojilerin sınırlılığı içerisinde kendisine yer bulabilir ve evrensel ölçüler yutturmacasına kurban verilir. Liberallerin tüm yaşam alanlarını kendi tanımlarının ardından kategorize edip “İşte en iyisi, sahihi, doğrusu budur!” demeleri sadece kendilerini bağlar ve bize bu dinin, kendi ideolojik sınırlılıklarını göstermiş/öğretmiş olur. Mesela anayasal liberal demokrasi, hukuk devleti,14 insan hakları, kuvvetler ayrılığı ve sınırlı siyasal iktidar15 vb. çağdaş uygarlığın ulaşmış olduğu nihai noktalar olarak sunulan çerçevelerdir. Bunların “insanlığın ortak değerleri” olduğu ifade edilmekte ve bunlardan mülhem “Liberalizm evrensel uygarlık, barış ve refahın anahtarı olan bir düşünce sistemidir.” diye buyrulmaktadır. Oysa mezkûr konular üst yapıda varolan ve seküler zihnin kodlarıyla atbaşı bir tarzda tartışılan meselelerdir. Devlet-Toplum-Birey üçgeninde en ideal formu yakalama çabası bir üst yapı tartışmasıdır. ‘İnsan-fıtrat-ahlak’a ilişkin altyapıda yer alan hususlar konuşulmadan, bu konulara ‘değerler’ muamelesi yapmak ve gerçek değerleri konu etmeden insanlık adına nihai çözümlerin belli metot, uygulama ve tekniklerden geçtiğini söylemek bir aldatmaca değilse eğer, cahilî bir tutumun göstergesidir.16 Nitekim altyapıdaki eksik ve zaafların, üstyapıdaki idealleri ve bunların uygulamalarını etkileyeceği izahtan varestedir. Bu, “Altyapı önemli değil, önemli olan insanlığın ulaştığı nihai noktaları işaret eden bu tekniklerin hayata geçirilmesidir.” anlamına gelir.17 Egemenlerin çıkarları ve toplumsal yönelimin hedonizmi yüzünden sorunlar başgösterdiğinde ise, “Öyleyse yöntemi biraz farklılaştıralım, devlet şu şu alanlara müdahale edebilsin; toplumun şu şu haklarını tekrar gözden geçirelim.” içtihatları devreye girmekte ve bu kısır döngü sürekli makyajlanan “toplumsal sözleşmeler”le insanlık için en hayırlı ve en son döngü olduğuna kitleleri inandırmaya devam etmektedir.
Devlet denen otoritenin, insan doğasında varolan Kabilleşme eğilimlerinin önüne geçmemesi18 açısından bir mücadele verdiği düşünülen liberalizmin, bu hususta yine devlet denen otoriteye ve onun oluşturacağı hukuka ihtiyaç hissetmesi ise bugüne dek yapılagelen formel tartışmaların (Devlet ne kadar müdahaleci olsun? Hiç mi olmasın? Küçülsün de nereye kadar küçülsün? gibi) başat umdesini oluşturmaktadır. Bu formel tartışmaların da Batı toplumlarını sürekli bir kısır döngüye ittiği görülememektedir. Rasyonalizm dini ve onun liberal içtihatları sayesinde sürekli büyüyen bir yapının küçülebileceğini tartışmak, tröstlerin oluştuğu bir dünyada, bu tröstlerin sahiplerinin elde ettiklerini nasıl bölüşebileceklerini tartışmak kadar abestir. Arz-talep kanununu(!)19 yönlendirenlerin, bu yönlendirmeden kendi istekleriyle vazgeçmeleri ne kadar imkanlıysa, dayanageldikleri hiyerarşik yapıları kendi aleyhlerine küçültmeleri o kadar olanaklıdır. Bir dış zorlama/müdahale ya da gönüllü bir alternatif değişim-dönüşüm talebi olmadan, verili insan doğası tanımları ve bunların pratikteki yansımalarından mucize beklemek ne kadar rasyonel bir beklentidir?! Rasyonal zihin, çokuluslu şirketlerin kendi fayda, çıkar ve mutlulukları adına serdettikleri bunca pratiğe rağmen nasıl olup da bu derece polyannacı bir tutuma yaslanabilmektedir?
Bütün Özgürlüklerin Temelinde “Kişisel Çıkar”ın Gerçekleşmesi Yatmakta!
Bütün özgürlükler, kişisel çıkarın gerçekleşmesi amacını taşımaktadır. Bu anlamıyla çağımızı inleten felaketler, devletçi kapitalizmlerin liberal değerler üzerine çöreklenmesinden değil, aksine aynı liberal değerlerden sadır olan insan algısı ve insan doğası tanımlarından kaynaklanmaktadır. Zira insan “faydası” ve “çıkarı” üzerine bir metafizik inşa ettiğinizde ve buna hiç kimsenin müdahale hakkı olmadığını söylediğinizde, bu süreçte güçlenen yapıların ilahlaşmasını da engelleyemezsiniz.
Mademki ilahi ya da beşerî hiçbir otorite insan doğasına müdahale etmemelidir; o halde güçlüler bu ilkeye yaslanarak, “O halde biz de çıkarlarımıza hiç kimsenin müdahale etmesine izin vermiyoruz!” demekte tutarlıdırlar. Hedefi insan mutluluğunun zirveye çıkması, hazzı had safhada yaşama, acıdan mümkün olduğunca kaçma olarak koyduğunuzda ve temel kriterler olarak kabul ettiğinizde bu herkes için olduğu kadar, bu ilkelere dayanarak rekabeti kutsamış, ardından -bu rekabeti yine kendi faydasına olmak kaydıyla- tamamen ortadan kaldırmış ve bu gücü sayesinde kendisi itaat edilmeye zorunlu bir otorite haline gelmiş olanlar bu işten en karlı çıkanlar olacak ve bu konumlarını da asla terk etmek istemeyeceklerdir. Çünkü bunun terki faydanın azalması, gücün sınırlanıp risklerin artması, ilahlaşma eğilimi gösterenler arası rekabetin çoğalması, hiyerarşinin sarsılması, belirsizlik, kargaşa ve kaos demektir. Dolayısıyla bu kanunlar yalnızca çok uluslu şirketlere, dev sanayilere uygulandığında anlam ifade etmekte; bu da insanlığın Habilleşme eğilimlerinin önüne set çekmektedir. Çünkü modern ilahlar ve ruhbanları, Habilleşmenin öngörülememesi için ellerindeki gücü olabildiğince endoktrinasyona harcamaktadırlar. İnsanların düşüncelerini cendereye alan bu tağuti hiyerarşi/mekanizma aynı zamanda insanlara, hangi fikirler havuzunda düşünce, fikir, ekonomik ve siyasi özgürlüklerin varolabileceğini de tanımlamaktadırlar.
İşin ilginci liberal ahlak size, bir insanın hayatını kurtardığınızda aslında kendiniz için kişisel bir çıkar/faydayı yerine getirdiğinizi söylemektedir. İnsan fıtratının Habil yönünü temsil eden bu davranış biçimini zorlama bir yöntemle kendi kısır döngüsüne hapsolmuş bir şekilde tanımlama yoluna gidilmektedir. Yani bu anlayışa göre, kişisel kaygı ve çıkar duygusu otomatikman toplumsal yararı garantilemektedir.
Tüm insanlık için bir kriter olarak ortaya konan bu tanımlamanın ne kadar zorlama olduğu, insanın Habilce tavır/tutumlarını açıklamaktan aciz bir öğretinin, çok daha yüce değerler ve inanışlar adına yapılagelen özverili davranışlar, hatta norm haline gelmiş maruf yönelimleri bu derece kısırlaştırılmış ve hatta saptırılmış bir alana hapsetmesi de ahlak kurgusunun kısırlığı ve insanda varolan değerlerin kökenlerine dair arayışını sürdürmeyip, kendi zanlarını yeterli görmesinden kaynaklanmaktadır.
Oysa bu türden değerlerin(!) yüceltildiği günümüz dünyasında insanlık günden güne karşılıklı dayanışma ve yardımlaşmanın yok olduğu, insani duyguların yerini devletin mekanize edilmiş davranışlarının alması gerektiğine dair fikirlerin bollaştığı, fertlerin artık kendi çıkarlarının diğer fertlerin çıkarlarıyla çatışma içinde olduğunu gözlemlediği ve pratikleştiği bir yöne doğru evrilmektedir.20
“Benlik”in Otoritesinden Sıyrılmadan Totalitarizm Gerilemez, Şekil Değiştirir; Otorite Tartışmaları Bitmez, Devlet de Küçülmez!
Nefislerini otorite edinen bireylerden oluşan toplumsal yapılarda totaliter yapılar gerilemez, aksine sofistike yöntemler, endoktrinasyon ve propagandayla daha da güçlü hale gelir. Totaliter yapılara kendi bireyci-özgürlükçü ahlak anlayışla karşı çıkan liberalizm için de aynı akıbet söz konusudur. Liberalizmin iktisadi alan, siyasa ve maruf kültüre dair ahlakçı buyurganlıklarının da böylesi bir totaliterizmi bünyesinde barındırdığının ispatını oluşturur. İnsan hakları konusuna yaklaşım bu konuda turnusol işlevi görmektedir:
İnsan Hakları Temelli Bir Toplumsal İnşa Neyi Öngörüyor?
Bireycilik ve özgürlük anlayışı temelinde yükselen insan hakları konusunun, maalesef sadece insan-devlet/otorite merkezli bir çatışmanın hak/hukuk talep eden yönü olarak politik meselelerde değil, aynı zamanda hazcılığın maruf anlamındaki toplumsal ahlakın merkezine yerleştirilmesinde bir araç işlevi gördüğü izahtan varestedir. Rasyonel hedonist birey, sadece devlet karşısında siyasal haklarıyla değil, aynı zamanda otorite edindiği nefsinin tüm arzuları istikametinde bir hak talebini de kendisini sarmalayan toplumdan talep etmekte; toplum karşısında da bu ‘hak’kından mahrum kalmamak için devletten/malum otoriteden yardım beklemektedir. Birinde tağutlaşmış devlet otoritesine insani-fıtri bir karşı koyuş söz konusuyken, diğerinde “Mademki bu alanda liberal özgürlüklerden istifade ediliyor, o halde hedonizmi21de içeren ahlak anlayışımızın da kabul edilmesi” gerekir pazarlığı ve emri vakisine muhatap olunmaktadır.22
Bu durum Türkiye gibi ülkeler açısından böyle olmakla beraber, mezkûr ahlaki buyurganlıkların toplumsallaştığı Batılı ülkelerde azınlıkta kalan birey ve cemaatler açısından liberalizm mezhebinin ahlakçı baskılarıyla bir cendereye dönüşmektedir. Nefislerin otorite/rab edinildiği ve otoritelerin bu nefislerden güç aldığı bu ortamların ne türden özgürlük ortamları olduklarının sorgulanmasının yanında, özgürlük kavramının yeniden tanımlanması gerektiğini de ortaya koymaktadır.
Ferdi ve Toplumsal Olana Habil’ce Bir Yaklaşım
İnsanın Habilce tutumu, hayata dair değer merkezli yaklaşımında ortaya çıkar. Bu ise değerlerin sadece bu dünya için değil, (ve sadece ferdin ve toplumun çıkarları adına değil) ölümden sonraki yaşamla ve her şeyin olduğu gibi insandaki değerlerin de bir sahibi olduğu konusundaki akli-fıtri yasalara dayanmakla ilintilidir. Değerleri zanlarla ve sadece bu dünyaya ait davranış kodlarıyla açıklamak ve sınırlamak, dünyayı düzene koyma amacını da dümura uğratır.23 Nitekim otoritelerden bağımsızlaşma arayışının da çıkarlarla ya da Kabilce davranışlarla değil, insanın doğasına daha önceden konmuş olan değerlerle ilgisi vardır. Bu Habilce değerler zaafa uğratıldığında (ya da sadece çıkara ve dünyevi mutluluğa endeksli kılındığında) Kabilleşme artar, nefsin otoritesi sağlamlaşır ve yaşam alanları Kabil’in ilahlığına/tağutlaşmaya terk edilmiş olur.
Müslümanlar Elitist-Liberalizme Karşı Vahyî-Tarihî Gelenek/Tecrübeye Dayanmalı
Batı toplumlarının postmodern anlamda yeniden inşası “insan hakları” kavramı üzerinden gerçekleştirilen bir ahlaki yapıyı öngörmekte ve bu da İslami tarihî tecrübede -teşbih bağlamında- hukukunnas olarak tabir edebileceğimiz bir alana tekabül etmektedir.
Bundan tam onüç asır evvel Ebu Hanife’nin “İsmet ademiyetledir.”24 tespitini yapageldiği bir geleneğin sahiplenicilerinin, söz konusu tartışmaları bugüne taşımak için bir cehd ve gayretin içine girmeleri kaçınılmazdır. Her türlü tağutlaşmaya karşı verilen fiilî mücadelenin, modern ezberler karşısında sapmalara uğramamasının en önemli yolu da sahih geleneğin yol işaretlerine sarılmaktan geçmekte. Bu anlamda, zamanın ruhunu doğru okuma çabası ile vahyî-tecrübî geleneğin bize katacağı ufkun bugünün Müslümanlarının ve insanlığının önüne konulması kaçınılmazdır.
Konumuza dönersek, İslam meseleyi sadece tek boyutlu olarak bir hukukunnas25 ile sınırlamamış hukukullah (Allah’ın hakları) ve hukukunnefs (nefsin hakları) ile bütünlüklü bir tarzda insanlığa sunmuştur. Bu üç olgunun birlikteliği söz konusu edilmeden ne insanın gerçek mutluluğundan26 ne sorumluluklarından27 ne de felahından28 söz edebilmek mümkündür.
Günümüz Müslümanlarının önünde duran en önemli sorumluluklardan biri de insanı böylesi bir ufka/itikada sahip kılan bir dinin bizlere bahşettiği bu nimetleri günümüz insanına aktarabilmek, mezkûr konuları insani, toplumsal, siyasi sorumuluklarımıza ilişkin olarak bugüne tercüme edebilmektir. Bu konularda gerek ilahiyat eğitimi gören genç nesillerin, gerekse sosyal bilimlerle iştigal eden insanlarımızın azami derecede sorumlulukları olduğunun altını çizmemiz gerekir. Böylesi zengin bir geleneğe ilişkin medeniyet, tarih, felsefe konularında harcadığımız mesainin çok daha fazlasını tozlu raflarda işlenmeyi, araştırılmayı ve bugünün meselelerine ilişkin yorumlanmayı bekleyen konulara yönelik harcamamız gerekmektedir.
Eğer bugün bir kısım Müslümanlar rasyonalizm dininin ruhbanlarının öğretilerine iman etmeye zorlanıyor, bir kısmımız da bu dinin hücumları karşısında hayat realitelerinden ve sorumluluklarından kaçmayı göze alabiliyorsa, bunun vebali hedefinin ne olduğu belli olmayan masabaşı çalışmalarına harcanan lüzumsuz mesai ve günümüz mücadele fıkhı ve epistemolojisine gereken önemi vermeyen Müslümanların sırtındadır. Bu Müslümanlar akademi kulelerinde işgal ettikleri konumların hesabını vermekte zorlanacaklardır.
Adil Şahitlerden Olabilmek Liberallerle de Hukukumuzu Belirlemekten Geçiyor
Yazı dizimizin başından bu yana ortaya koymaya çalıştığımız husus, zamanın ruhunu oluşturan ve rasyonalizm dininin en güçlü mezhebi olan liberalizmin ‘ne’liğine ilişkin ana hatlarıyla bir resim çizebilmekti. En azından mütevazı bir düzlemde, yaşadığımız dünyanın bu karşı konulmaz gibi görünen ideolojisini anlamaya bir parça kapı aralayabilmekti. Bu konuya ilişkin çalışmalarımızın ivedilikle sürdürülmesi kaçınılmazdır. Liberalizmin “insanlığın ortak değerleri” olarak savunageldiği değer, yöntem ve kurumların masaya yatırılması, günümüz dünyası açısından öncelikli olarak Müslümanların sorumluluk alanında yer alan bir farz-ı kifayedir. Nasıl bir dünyada yaşadığımız, bu dünyaya nasıl bir cevap üreteceğimiz ve daha önemlisi bugünün Müslümanlarına (ve dünyanın geri kalan kısmına) nasıl bir dünyayı imar etmek istediğimizin anlatılabilmesi/örneklendirilebilmesi (şahitliği) bu çabalarımızın neticesinde meyvelerini verecektir.
Öte yandan yaşadığımız coğrafya insanların değerlerini, özlemlerini, kimliklerini doksan yıldır cendereye almış bir ideolojinin kuşatması altında. Bütün muhalif kesimlerin arzu ve talepleri bu oligarşik yapının bir şekilde geriletilmesi, mümkünse tasfiyesi üzerine kurulu. Ancak bu husus bugünden yarına gerçekleşebilecek, hele ki emek vermeden, ter dökmeden, canlarımız, mallarımız, sevdiklerimiz ve zamanımızdan infak etmeden bu imtihanın sorumluluğunu yerine getirebilmek mümkün değil. Hepsinden önemlisi, bizler sadece tağuti otoritelerin mümkünse tasfiyesi için değil, aynı zamanda nefislerde oluşmuş otoritelerin de yıkılması mücadelesi vermekteyiz. Bu ikisini birbirinden ayırmak mümkün görünmemekle birlikte, hayat alanlarında bizim sürekli eleştiregeldiğimiz, nefislerini rab edinmiş olan muhalif kesimlerin Müslümanlardan daha fazla sorumluluk üstlenmiş olması, daha atak, daha tecrübeli, daha örgütlü yer alması, Müslümanların vahyin ve tarihin kendilerine yüklediği misyonu henüz yeter derecede kavrayamamış olmasıyla yakından ilintili. Bunun nedenlerini masaya yatırmak bu yazının sınırlarını aşmakla birlikte, kitleleri gereğince uyarma misyonunun bilincinde olması gereken Müslümanların, hayatın her alanında olmazsa olmaz bir şekilde yer almaya çalışmaları kaçınılmaz. Bu hayat alanlarında Müslüman olmayan, tercihini İslam’dan yana kullanmamış ama kâh ideolojsi gereği, kâh fıtri yönelimlerle sorumluluk üstlenmiş ve mücadele veren kesimlerle diyalog, irtibat içinde olmamız ve farklı kesimlerle usulüne uygun bir hukuk geliştirmemiz de İslami sorumluluğumuzun en önemli sacayaklarından. Bu hem farklı kesimleri İslam’ın nurlu mesajıyla buluşturmak için bir fariza, hem de egemen zümrelerle mücadelede gerekliliğini hissettiren bir zaruret.
Gerek liberal gerekse demokrat kesimlerle de bu minval üzere bir hukukun oluşturulması, egemenlerin kimliklerinin ifşası, zalimane uygulamalarının deşifre edilip eleştirilmesi, gücümüzün yettiği alanlarda geriletilebilmesi için bu türden ittifaklara girişilebilmesi elzemiyet içermekte.
Bizlerin farklı toplum kesimlerini tanıma ve tanımlama noktasındaki çabalarımızın bir ucu onları İslam’ın felaha erdirici mesajıyla tanıştırmak olduğu kadar, aynı zamanda onların tecrübelerinden ve olumluluklarından faydalanabilmek amacını da mündemiç.
Yazı dizimizin başında insanın ideolojilerüstü bir donanımla yaratıldığının altını çizmiştik. Buna, her ideoloji mensubunun savunageldiği ideolojinin bütün günahlarını yüklenmediği, hatta mezkûr ideolojilerin insana ve onun sorunlarına dair kendisinden faydalanabileceğimiz düsturları da olabileceğini eklemek gerek.
Kendisini zulüm ve zalimlerle mücadeleye adamış olanlarla Müslümanların irtibatlaşmaması düşünülemez. Aramızdaki farklılıkların bilincinde olmak, bunları ortaya koymak, hatta kendi bütünlüğümüzle onların dünyalarına nüfuz edebilmek için bu çabayı gösterebilmek gerekiyor. Hepsinden önemlisi, bu türden çabalara en öncelikli olarak Müslümanların girişmesi vahyin emirleri ve tarihî-tecrübî pratiklerimiz gereği bir zorunluluktur.
Durduğumuz yeri bilmek, oturduğumuz yerden tanımlar geliştirerek insanlarla aramıza duvar örmek değil, hayatın içerisinde tecrübî çabalarla yürüyerek kazanılacak bir haslettir. Bu ise Allah’ın ayetlerini geniş kesimlerin aleyhine olmak kaydıyla inkâr eden oligarşik/tağuti yapı karşısında, aynı geniş kitlelerin lehine olmak üzere kendilerini muhalif addeden kesimlerin de fıtri çabalarının onları Allah’ın mağfiretine nail kılabileceğini ümit etmek ve bu yönde çaba göstermekle alakalıdır.
Sahte umutlar, yaralı bilinçler, araçsallaştırılmış akıllarla dünyadan medet umanların yegâne ümidi olma potansiyelini üzerlerinde taşıyan Müslümanlara yakışır bir onur, vakar ve tecrübeyle sözümüzü ve şahitliğimizi taçlandırmamız gerekiyor.
-bitti-
Dipnotlar:
1-İnsan idraki iki unsurdan oluşur: a) Tasavvur (Basit idraktir. ‘Isı, ışık, ses’ gibi.) b) Tasdik (Hükümdür. ‘Güneş, aydan aydınlıktır’ gibi.) Her tasavvur edilen ise tasdik edilmeyebilir. Çağdaş felsefelerin genelinde tasdik, salt tasavvur üzere kurulan yeni bir unsurdur. Tasavvur ile tasdiki ayırmama çağdaş felsefe etütlerinin birçoğunda pek çok hatalara yol açmıştır. Bazıları da meseleyi, tasavvur ve tasdiki ayırmaksızın bilgi ve idrakın sebeplendirilmesi olarak ele almışlardır. (Bkz. Muhammed Bakır es-Sadr, İslam ve Filozofi, s. 82, Hicret Yay., 1980. Sadr, aynı konuya ilişkin İslami teorinin tasavvurla tasdiki ayırıp, her birinde meseleyi özel bir üslupla açıkladığını belirtmiştir. Akılcılık (rasyonalizm), duyumculuk (sensualizm) ve deneycilik (empirizm) ve bunların eleştirileriyle ilgili söz konusu eserin incelenmesinde fayda var.) ‘İnsan’a dair görüşlerinde liberalizmin de üzerinde yükseldiği felsefi görüşler itibariyle tasdik ve tasavvurun birbirinden ayrılmadığı ve liberal düzen tasavvurunda da toplum problemini hayat realitesinden soyutlayarak tanımlar geliştirme yoluna gittiğini söyleyebiliriz.
2-Tüm değişik varyasyonları, empirizmle kurageldiği irtibat ve içiçelik, kaba rasyonalizm karşıtlığı, ayrıntılardaki tanım farklılıklarına rağmen Aydınlanmadan mülhem bu dinin temelinde insanın tüm bağlarından kurtulması, dolayısıyla kendisinin “ilke” olarak kabul ettiği unsurlar da dahil olmak üzere, ‘insan’ı, ‘bilgi edinimi’ni ve ‘ahlak’ı belli bir yönelim ve doğrultuda tanımlayıp insanın bu minval üzere iman ve amel etmesini sağlama girişimleri yatmaktaydı. Her ne kadar kendinden önceki “dinler”i hayattan kovup, aynı yeri kendisi işgal etmeye çalışsa da; giriştiği ameliyenin dinlerin yaptığından bir farkı yoktu. Bu dinin ruhbanları, “ilerleme” mitince en doğrusu, en iyisi, en sahihine doğru yol aldıklarını düşünüyorlar, insanlığı yeni bir metafizik anlayışla tanıştırıyorlardı. İnsan, tarih ve geleceğe bakışı, bilgiyi tanımlayış ve üretişi, ahlak anlayışıyla insanlık “ilerlemeci ve akılcı” bir dinin tebliğine muhatap oluyordu.
3-Liberaller bugün her ne kadar Aydınlanmanın günahlarından sıyrılmak amacıyla, kendilerini kaba rasyonalistlerden ayırma ve liberalizmin bugünkü gelişimini özellikle Anglo-sakson versiyonunun başarılarına hamletme çabaları gütseler de özde bir farklılığın olmadığını, aynı kaynaktan neşet eden biri kaba, diğeri sofistike edilmiş kurgular olduklarını belirtmekte fayda var. Nitekim gerek teorik gerekse pratik düzlemde, Batı kendi içerisinde farklılaşmalara uğrasa da insanlığa tattırdıklarının hiç değişmemiş olması da bunun bir göstergesidir.
4-İnsanın bu özellikleri soyut ya da varsayımsal değil; hayat realitesi içerisinde, insan psikolojisinin dışavurumunda, yaşam pratiğinde, toplumsal ilişkilerde gözle görülen özelliklerdir.
5-Toplum ve devletin gerçek amacı, bireyin faydasının gerçekleşmesidir. İnsan bir amaçtır, asla bir araç değildir. Kant’a göre, bütün düşünce ve eylemler bireyin araç değil, amaç olmasından kaynaklanması gerekir. Bu bağlamda “kamu yararı”, “toplumun iyiliği”, “ortak iyilik” gibi toplumsal bütünlere atfedilen amaçlar reddedilmelidir. A. Smith’e göre birey, çıkarı peşinde koşarak toplumsal çıkarı artırır. Ancak Smith, Ahlaki Duygular Teorisi adlı eserinin ardından bu konuda şüpheleri olduğunu da ima etmiştir.
6-Birey tüm yapıp etmelerinde her türlü bağdan beridir, herhangi bir dış zorlama özgürlüğün kısıtlanmasıdır. Negatif özgürlük bireyin dışarıdan gelen herhangi bir zorlama olmaksızın davranabilmesidir. Bu anlamıyla özgürlük bireye bir şey sağlanması değil, bir şeyden özgürlüktür. Dolayısıyla liberallerin iddialarına göre özgürlük olmaması gerekenlerin sıralanmasıdır, yoksa neyin, nasıl ve niçin olması gerektiğinin buyurulması değil. (Öte yandan özgürlüğü böyle tanımlamakla birlikte, neyin, nasıl ve niçin yapılması gerektiğine dair hem pratik hem de birey, ahlak, toplum ve siyasaya dair pek çok ‘olması gereken’ bu özgürlük anlayışından sadır olmaktadır.)
7-Bireyin çıkarının maksimizasyonunun ve özgürlüğünün üzerinde harmanlandığı ve geliştiği alandır. (David Hume’a göre aklın bireysel fayda peşinde koştuğu kendiliğinden düzen en adil düzendir. Ve devlet bu alana asla karışmamalıdır. Bu düşüncenin ilk savunucusu Hume olmuş, onu ‘görünmez el’ teorisiyle Smith izlemiş, ardından Sosyal Darwinist H. Spencer bunu geliştirmiştir. İşlerin doğal akışına bırakılmasını, zorlama ve yönlendirmelerin bu akışa zarar getireceğini söylemişlerdir. Doğal düzen herhangi bir özel amaçtan bağımsızdır. Bu noktada farklı, çatışan amaçların uzlaştırılması iddiası dillendirilmektedir. (Özgürlüğü yaratan kanunlar, anayasalar değil piyasa ekonomisidir. Piyasa ekonomisi bunu rekabetle sağlar. Ve ekonomik özgürlüğün olmadığı yerde, siyasal özgürlük de olmaz.)
8-Liberalizmin üzerinde kurulduğu politik düzendir. (Devletin amacı özgürlüğü güvence altına almak, kaynağı ve meşruiyeti ise toplum sözleşmesidir. John Stuart Mill’e göre, devleti ve ahlakı haz belirler; en büyük haz özgürlüktür; devletin amacı da bu hazzı maksimize etmektir. Jeremy Bentham ise devletin amacının bireysel çıkarı artırmak olduğu, özgürlük olmadan fayda, fayda olmadan ekonomik özgürlük, ekonomik özgürlük olmadan mülkiyet, bunların hepsi olmadan da mutluluk’un olamayacağını belirtmiştir. Bütün bu işleyişin sorunsuz gerçekleşebilmesi için de liberal demokraside sınırlı siyasal iktidar, çoğulculuk, sivil örgütlenmelerin siyasal katılımı ve nesnel toplumsal-ahlaki değerin kabul edilmeyip, gerçeğin çoğunluk tarafından oluşturulacağına dair olmazsa olmazlar söz konusudur.) (Bireycilik, özgürlük, doğal düzen ve liberal devlet kavramlarına ilişkin daha geniş bilgi için bkz. Halis Çetin, Liberalizmin Temel İlkeleri, C.Ü. İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, cilt 2, sayı 1)
9-Mesela İSAR (kardeşini kendi nefsinin arzularına, çıkarlarına, faydasına tercih etmek), İHSAN (karşılık beklemeksizin yapılan iyilik, bağışlama, hakkından feragat) vb. onlarca kavram insan doğasına ilişkin gerçeklikleri ve ütopik, soyut değil, somut, yaşanılabilir/yaşanmış ve insanlığa gerçek mutluluğu getirmiş/getirecek olan hususları içerir. Bu kavramları ideolojilerin (ve elbetteki liberalizmin de) üretebilmesi mümkün değildir; ama insan doğasında vardırlar ve insanın bunları hayatlaştırmaktan beklediği hedeflerle doğru orantılı olarak kuvveden fiile geçerler. Mesela ünlü Sovyet muhalif Soljenitsin, hayatının son demlerinde fıtrî bir tarzda ve farklı kelimelerle de olsa İSAR konusuna değinmiş ve bunu gerçekleştiremeyen bütün ideolojilerin çökmeye mahkûm olduklarına işaret etmişti. Hakeza muvahhid bir Hristiyan olarak tanımlayabileceğimiz Tolstoy da insanı mutluluğa ve kurtuluşa eriştirecek olan kanunların doğasında varolduğundan ve tek yapılması gerekenin bunların yaşamlaştırılması olduğunu belirtmiştir. (Tolstoy, Din Nedir?, İlke Yay.)
10-İnsanlık tarihi boyunca övülen davranışlardan olan sadaka, infak, yardımlaşma konularında ideolojilerin farklı yaklaşımları vardır. Marksizmde olduğu gibi liberalizmde de sistemin işlemesi sorunu çözecektir. Bu beklenti, sadece hayat ve insan realitesini soyutlamakla kalmaz, aynı zamanda insan doğasında varolan Habilce eğilimlerin de önüne set çeker. Bir başka tabirle ifade edersek “İlahi vahiy ateşin düştüğü yeri (ve anı) gösterir.”; liberalizm ise “Balık verme, balık tutmayı öğret.” der. Ona göre sistem (kendiliğinden düzen), bireyin kendi çıkarına müdahale olmadıkça tıkır tıkır işleyecek ve zaten bütün bir toplum bundan azami düzeyde istifade edecektir. Peki, sistem işleyene kadar ne olacaktır? Burada da ister istemez güçlü olanın ayakta kaldığı, diğerlerinin elimine olduğu bir süreç işleyecektir. Öte yandan bu yasalardan(!) istifade eden güçlüler herkesi derenin yanına yaklaştırmak istemeyecektir. Çünkü insan arzuları sınırsız, balıklar ise sınırlıdır!? (Acaba böyle midir? Yoksa bu tanım yalnızca liberalizmin ahlakını kuşanan, arzuları tatminsizleştirilmiş “birey”in inşasını mı işaretlemektedir?)
11-Son vahiy, “insanın ancak emeğinin karşılığına sahip olma hakkı”nın altını çizmekle bereber, “ihtiyaçtan fazlasını infak” ve “hayırlarda rekabet”ten söz etmektedir. İnsan doğasını mutmain kılan, insanı ahlaki ve psikososyal açıdan geliştiren ve toplumsal fayda, dayanışma ve paylaşımı da artıran (ahirette hesap verme bilinciyle de otokontrolü diri tutan) sadece bu üç olgu bile, liberalizmin hem ahlakına, hem üstyapı kurumlarının gelişimine zıt bir karakter taşımakla birlikte, aynı zamanda rekabetle birlikte gelen “mutluluk” anlayışına da kökten bir itiraz manası taşır. İnsan bu üç olguya dayalı fikrî-amelî süreci işlettiğinde, hem özgürlük hazzından ödün vermiş olur hem de “fayda”sı uyarınca dilediği kadar kazanamayıp, mülkiyet konusundaki ilkelerinden -kendi isteğiyle değil, bir dış zorlama yoluyla- vazgeçmiş olur. Bu yüzden “hayırlarda rekabet” eden insan, liberalizme göre despotizme yol veren, soyut ve irrasyonel bir varlıktır. Buradan insanın payına mutsuzluktan başka bir şey düşmez.
12-“Dinî özgürlükler” kavramsallaştırması, ‘ilerleme’ mitinin tüm buyurganlıklarına rağmen tarih sahnesinden silinemeyen fıtri eğilimlerin, rasyoneller konsilinin kendi tanımladıkları sınırlı alanlarda, ‘iç metafizik’ bir olgu ve sınırlı ritüeller anlamında yaşanabilmesini tanımlamak amacıyla (ve bir lütufmuşcasına üretilegelmiş) bir tanımlamadır. Lakin maalesef seküler bir tanımlama olan “siyaset-kültür ayrımı”nı içlerine sindirmiş, baskı ortamlarının ardından nefes alabilmek amacıyla da kendisine sarılmış olan İslami/muhafazakâr kesimlerin de kabullenip kullanageldikleri bir kavramsallaştırmadır. Oysa bu tanımlama, rasyonal siyasi aklın zihinleri formatlama çabasının ardından geliştirilmiş olan bir etiketlemedir. Hayatın bütününe ilişkin sözü olan ed-din’in hayatın dışında tanımlanmış ve birilerince lütfen korunması gereken kendisine ait özel alanlar yoktur. Başörtüsü meselesi ne ise işçi hakları, yoksullaşma, Kürt sorunu, camilerin devlet baskısından kurtarılması da odur. Burada iki nokta iç içe geçmektedir. Bunlardan ilki, Kemalizm’in Müslümanların yaşam alanlarını daraltmasından ötürü, “dinî özgürlükler” kavramsallaştırılmasının tıpkı laiklik meselesinde olduğu gibi doğal bir meşruiyet alanına dönüşmesi ve liberallerin savunularının muhafazakâr zihinleri kuşatması; diğeri ise muhafazakâr zihnin “dinî özgürlüklere has alan” olarak tanımlanan ‘başörtüsü sorunu’ gibi meselelerde gösterdikleri zaaf, gerekse toplumun farklı kesimlerinin sorunlarına yönelik duyarsızlığın sorumluluk hissine dönüştürülememesidir. Oysa ed-din, Müslümanlara hayatın bütününe ilişkin sorumluluklar yükler ve bütün alanlar dinî alanlardır. Dinî olmayan, din dışı olarak tabir edilebilecek alan yoktur. Mefhumu muhalifinden, zaten bu tanımları da geliştiren zihin de “dinî” davranmakta, mezkûr alanları kendi itikadı ve ictihadına göre tanımlamaktadır.
13-Türkiye gibi ülkelerde bunun en sarih görüldüğü alanlardan biri laiklik meselesidir. Rasyonalite dininin ruhbanlarının bize söyledikleri şey, Batı'da din ve devletin birbirinden ayrıldığıdır. (Bizde bu Kemalizm sayesinde din-siyaset ayrımına dönüştürülmüştür. Oysa Batı'da da din-siyaset ayrımı yoktur. Daha önemlisi Batı'da Hıristiyanlık kızağa çekilmiş, yerine rasyonalizm dini konmuştur.) Egemenler/Devlet, kendi işine yarayan daha güçlü bir dine kavuşmuştur. Üretilegelmiş bu din-devlet birlikteliğini görmeden, bize hâlâ rasyonel zihnin sorularına cevaplar buldurulmaya çalışılıp, “Fransız laisizmi mi, Anglo-sakson laiklik mi? Kırk satır mı, kırk katır mı?” problemleri çözdürülmeye çalışılmaktadır. (Oysa din ve siyaseti iki ayrı kelime olarak kullanmak bile aynı zihnin ürünüdür.) Aynı husus diğer özgürlük alanları için de geçerlidir.
14-Adaletin olmadığı yerde, ancak kanun devletinden söz etmek mümkün olur; ki iktidar yapıları genellikle bu kanunlardan da kendilerini beri kılmak kaydıyla layusellik zırhına bürünmek isterler. Öte yandan kanun devletinin görece adil bir düzlemde işlerliğiyle ilgili olarak Muhammed Abduh’un tespitleri katkı sağlayıcı niteliktedir. O, kanunların yalnızca verili durumu koruduğunun ama kitlelerin ıslahında herhangi bir rolünün olamayacağının altını çizmiştir. (Aslında farklı bir beklenti ve mantıkla da olsa, liberaller de anayasa ve kanunların doğal düzeni koruma konusunda yeterli olmadıklarını vurgulamışlar.)
15-Hiçbir siyasal iktidar, ideolojisinin ve konumunun zarar görmesi pahasına siyasal iktidarını sınırlamaz. Ancak iktidar alanlarındaki çıkar çatışmaları güçlünün elini zayıflatabilir. Bu ise çıkar çatışmalarının sürekliliğinin topluma mutluluk getireceği varsayımını besler. (Çokuluslu şirketler bu konuda veciz bir örnek oluşturur. Rekabetin zararını gözlemleyen bu kurumlar, kurdukları ortaklıklarla tröstler oluşturmuşlar, iktidarın sınırlarını sürekli genişletmişlerdir.) Sınırlanmış gibi görünen husus “kuvvetler ayrılığı” gibi ilkelerin bir tılsım, bir mucize gibi görülmesinden kaynaklanmaktadır. Türkiye gibi askerî vesayetin sürekliliğini her daim hissettirdiği, hukukçularının “önce devlet” dedikleri ülkeler bu konularda laboratuar ortam niteliği taşırlar. Batı’da bu daha sofistike bir tarza büründürülmüştür. Zira “kuvvetler ayrılığı” devletin işleyişini kolaylaştıran teknik bir konu olarak belki tartışılabilir ama bunun ötesinde kendisine ilkelerden bir ilke muamelesi yapmak, hiçbir zaman olmamış, kendisinden beklenen adaleti sadece şeklen yerine getirmiş bir şeyi varmış gibi göstermekten ibarettir. Nitekim onun da işlemesini sağlayacak olan ilke adalettir. Mesela dünyanın en güçlü devleti olarak kabul edilen ABD’de kuvvetler ayrılığının sağlıklı işleyip işlemediğinin en önemli göstergesi onun iç işleyişinden ziyade şu olacaktır: Afgan mücahidleri, ABD yürütme organlarının ve onun uzantısı ordunun kendilerine zulmettiği, yaşam alanlarını yok ettiği şikâyetiyle bağımsız ABD mahkemelerine başvurduklarında (ya da olmayan ama olması gereken bir üst mahkemeye) haklarını alabiliyorlarsa burada gerçekten “kuvvetler ayrılığı”ndan söz edilebilir. Bu anlatının bize traji-komik gelmesi, aslında varolması ve yürürlükte olması gereken doğal bir adalet mekanizmasını insan hafsalasının kabullenmekte zorlanmasından kaynaklanmaktadır. O halde aynı ideoloji ve çıkarlara iman edenlerin oluşturduğu “kuvvetlerin ayrılığı” da ne ola ki diye sormamız gerekiyor. (BM’nin, sözde bu işlevi yerine getirmek için kurulduğu ama malum kuvvetlerin emri altında ve onların çıkarlarına hizmeti görev bellediğini hatırlayalım.)
16-Bu meselelerin çözümünde üçyüz yıldır en fazla insanın maksimum mutluluğa ulaşamamış olması da bunun pratik bir göstergesidir.
17-Muhammed Abduh’un konuyla ilgili kendisine yöneltilen bir soruyu; “Önemli olan birkaç yüz kişinin bir mecliste toplanmış olması değil, o kişilerin itikadıdır.” şeklinde cevaplarken, “Toplumsal ıslah süreci işlerken, Müslümanlar kendi maslahatlarına en uygun yönetim biçimini gerçekleştirirler.” diye de eklemiştir. “Mısır toplumuna şeriat uygulamak zulümdür.” tespitiyle de dikkatleri yine toplumsal ıslaha çekerken, bu altyapı ve üstyapı farklılaşmasını veciz bir şekilde ortaya koymaktadır. İlahi vahyin adalet, şura vb. birkaç yönetimsel ilke dışında bir iktidar/yönetim tartışması yapmamasını da bununla bağlantılamak mümkündür.
18-İlginçtir ki, liberal sanıya göre, bu Kabilleşmenin önüne geçilmezse, kendi tanımladıkları bir sözde Habilleşme kendiliğinden oluşacaktır. Kişisel çıkarına göre hareket eden ve birçok değeri ayağının altına alan Kabil, burada, kişisel çıkarı sayesinde toplumsal yarar için en emin garanti haline gelmekte; serbest piyasada da bu bireysel çıkar rekabetin şartı formuna sokulmaktadır. Rekabet de kendiliğinden kutsallaşmakta, sırf kendi çıkarını düşündüğü için rekabet edecek birey, masrafları kısıp, maliyetleri düşürecek ve bu da toplumsal yararı beraberinde getirecektir. Herkes kendi çıkarını düşünürse buradan toplumsal çıkar sadır olur gerçeği acaba evrenselitesi ispatlanmış bir ilke midir? Üstelik kendi çıkarlarını tüm dünyanın çıkarları üstünde tutan, bu anlamda rekabetin de öldürüldüğü (“Rekabet”in ne olduğunu 9. dipnotta tartışmıştık.) bir düzlemde Kabil’in Habil’den iyiden iyiye koptuğu bir vasat oluşmakta, bunun da önüne nasıl geçileceği hâlâ “Devletçi kapitalizm geriletilip bireyin önündeki engeller ortadan kalkarsa bu mümkün olur!” tezleri işlenegelmektedir. Bu insan algısının zaten devletçi kapitalizmden başka bir şeyi doğuramayacağı, tarihte de bunun böyle olageldiği görülememektedir. (Tıpkı proleterya diktatörlüğünün iktidarı asla terk etmek istemeyip tağutlaşması ve bir sonraki aşamaya geçilememesi örneğinde olduğu gibi.) “Kabilleşenlerin sahip olduklarından/biriktirdiklerinden ne adına vazgeçeceği (sadece ekonomik alanda değil, tüm yaşam ve iktidar alanlarında), niçin vazgeçmesi gerektiği?” sorusu bile abesle iştigal seviyesine inmekte, eşitsizliğin ve hiyerarşinin doğallığı tespitiyle normalleştirilmek zorunda kalınmaktadır.
19-Bunun bir kanun olduğunu ifade edenlerce (ki bu kanuna göre fiyatlar tabii adil seviyesinin üstüne çıktığında talep azalır ve talep azalınca da fiyatlar düşer ve eski adil seviyesine ulaşıncaya dek, tabii kanun işler) acaba tekelleşmiş ilaç, gıda ya da daha belirginleşmiş haliyle silah sanayisinde bu kanunun nasıl işlediği çok açık değil midir? Devletlerarası silah alım satımları hangi arz-talebe göre işlemektedir? Mesela bütün dünyayı saran(!) domuz giribinde ya da insanın yönlendirildiği tüketim araçları konusunda bu kanunun nasıl yorumlanacağı soru konusudur! Cahiliye insanının mutluluğu-propaganda-tüketim ilişkisi göz önüne alındığında burada arz-talep kanununun mu yoksa başka kanunların(!) mı işletildiği ayrıca sorgulanmalıdır.
20-Özellikle Batı toplumlarında, Refah devleti konformizminin zaafa uğradığı bu süreçte sözü edilen sapmalar fazlasıyla gözlemlenegelmekte; daha da önemlisi somut olarak çokuluslu şirketler arasında; şirket içi çekişme alanlarında (çıkar çatışmalarından ve konumunu kaybetme korkusundan kaynaklı ayak oyunları gibi) ve maruf olanın değersizleştirilmesine yönelik propagandaların etkisiyle Batı dışı toplumlarda da ciddiyetle hissedilir olmakta, yaşanagelmektedir.
21-70’li yıllarda Batılı ülkelerde kürtaj hakkına sahip olabilmek için binlerce genç kız sokak gösterileri yapmışlar, bir yandan devlet otoritesinin kendi bedeni üzerindeki tahakkümüne karşı çıkıp, diğer yandan fahşa anlamındaki bir cinsel özgürlüğü polis copları, darp ve tutuklanmaya maruz kalma pahasına savunagelmişlerdi. Bugün liberteryenlerce halen savunulagelen “anne olmama hakkı”nın, “bebeğin dünyaya gelme hakkı”nı çiğneme pahasına yerine getirilmesi, bireyin özgür iradesinin her tür irade karşısında kutsal sayıldığı bir anlayıştan kaynaklanmaktadır. İnanan insanları dogma sahibi olmakla suçlayan rasyonalizmin ruhbanlarının bu türden pek çok dogmayı, bugün insan hakkı adı altında savunagelmeleri, sınırlarının nerede başlayıp nerede biteceği belli olmayan bir özgürlük anlayışının üretegeldiği dogmaları insanlara ‘evrensel ortak değer’ adı altında sunmaya çalışmaları manidardır.
22-İnsan hakları merkezli toplum inşasının arka planında, bütün toplumlar için geçerli kılınmayı bekleyen bir evrensel ahlak arayışı yatmaktadır. Bu da farklı coğrafyalarda, farklı kültülerdeki insanların doğru bildikleri şeyleri (ve değerleri) terk edip değişmeleri beklentisini içermektedir. Küresel egemenlerin bu tavrı Türkiyeli liberaller için de geçerlidir ve farklı kesimleri buradan yola çıkarak bir samimiyet testine tabi tutmaktadırlar. Oysa aynı tarzda, yukarıdan aşağıya değişim talebini sofistike olmayan yöntemlerle Kemalistler de yapmakta ve onlar da bunu yerine getirirken birey ve toplum için en doğrusunu yaptıklarına ve istediklerine inanmaktalar.
23-‘Değerler’ insana Rabbi tarafından emaneten verilmiş ve din günü hesabının sorulacağı nimetlerdir. Dolayısıyla değerler, sadece doğru bir yaşamın ölçütü değil, aynı zamanda uğrunda gerektiğinde can, mal ve sevdiklerin bile terk edilebileceği değişmez doğrulardır. Her insanın fıtratında yer alan bu değerlerin farklı kodlandırmalarla yapıbozumuna uğratılması bu gerçeği değiştirmez. Bu minvalde mesela seküler dünya görüşüne sahip herhangi bir insan hakları aktivisti, “Ben bu görevimden yoruldum ve usandım, artık biraz dinlenmek istiyorum.” dediğinde hesap vereceği hiçbir güç, kurum, merci yoktur. Çünkü zaten daha en başından tüm bağlardan beri olduğuna inanmıştır. Belki onu bu konuda zorlayacak tek merci ‘vicdan bağı’dır ama bunu da atlatmak ve kendine meşruiyet sağlamak o kadar zor değildir. Oysa bir Müslüman için aynı şey geçerli değildir. Vazgeçmek, yorulmak, arzu etmemek, ümidini yitirmek, bıkmak gibi bir seçeneği yoktur; çünkü değerlerin Rabbine, emanetin sahibine hesap verecektir. O halde şu soruyu kendimize sormamız gerekir: Nasıl olup da seküler dünya görüşüne sahip insanlar gerektiğinde savunageldikleri değerler uğruna yerlerini, yurtlarını, sevdiklerini terk edip, hayatlarını riske edebiliyorlar da aynı hayat alanlarına ilişkin Müslümanlar bu derece ilgisiz ve mesuliyetsiz kalabiliyorlar. İman etmedikleri için kerih, necis, cehennem yolcusu görülen bu insanların hayatın getirdikleri karşısında bu derece sorumluluklar üstlenmeye hevesli oluşları Müslümanları hiç mi düşünmeye sevk etmiyor? Hakla batılı ayırdeden Furkan’ın elimizde olmasıyla sevinirken, onu hayata ilişkin işlevsiz kılma cesaretini nereden alabiliyoruz?
24-Bu tanıma göre ismet, yani dokunulmazlıklar (can, mal, akıl, nesil, din) insan olmaktan kaynaklı ve Allah (cc) tarafından insana doğuştan verilen haklardır. Şafiiler bunun devlet-birey arasındaki bir sözleşme olduğunu savunurlarken, Hanefiler, devletin buna zaten mecbur olduğu, dolayısıyla bu minvalde bir sözleşmenin gereğinin olmadığı; daha ötesi bu konunun, dünyanın bir ucunda bir insanın ayağına diken batsa Müslümanların o dikeni çıkarmak için seferber olmaları gerektiği ile alakalı olarak gündemleştirmekteydiler. (Daha geniş bilgi için bkz. Prof. Dr. Recep Şentürk, İnsan Hakları ve İslam, Etkileşim Yay., 2007) Sadece bu örnek bile bugünün Müslümanları açısından, ne türden bir sahih ve nitelikli geleneğin içerisinden geldiklerini görmeleri, anın getirdiği sorumluluklarını da bu minval üzere kuşanıp yerine getirmeleri gerektiğine dair veciz bir örnektir.
25-Her ne kadar teşbih yaparak hukukunnas kavramını insan hakları yerine kullanmış olsak da iki farklı geleneğin bu kavramların içini farklı anlamda doldurduklarını belirtmek gerek. En basitinden hukukunnas Rabbimizin ölçüleri ve maruf olana tabi olmakla ilintili ve hukukullah ve hukukulibad (hukukunnefs) ile de bağıntılıdır.
26-Mutluluk, İslam’da mutmainliğin bir uzantısı olarak varolagelmiş ve salt dünyevi huzur, tatmin anlamında ele alınmamıştır. Hele ki, insanın dizginlerinden boşaldığında elde ettiği hazlar manasında bir mutluluğun Habilce değerlerle hiçbir ilgisi yoktur. Hamas’a verdiği desteğin ardından hayat damarları kesilen Gazze halkının Hamas’a daha bir sarılması mutluluk/mutmainliğe hangi ahlaki çerçeveden bakıldığıyla ilintilidir. Dünyevi pek çok faydayı/çıkarı kaybeden Gazzeliler, insan doğasında varolan Habilce değerlerin harekete geçirilmesi sayesinde fakr-u zaruret içerisinde bir mutmainliği yaşamaktadırlar. Bu mutmainliği, İsviçre Alplerinde kayak yapamadıklarında mutsuz olan insanların mutluluk anlayışlarıyla karşılaştırmanın imkân ve anlamı yoktur. Hiçbir matematiksel haz ve acıdan kaçma ölçütü bu ölçümü yapamaz. Onurlu bir yaşam için acıdan kaçmayan, acıyı izzet bilen bu türden bir bilinçli tercihi, liberal ahlaki ölçülere vurma imkânı yoktur. Rasyonel dinin ruhbanlarının bu realiteyi anlayabilmeleri de mümkün değildir!
27-Sorumluluklar, yükümlülük/zorunluluklarının bilincinde olmak, kendi haklarını ve başkalarının haklarını bilmek (bu uğurda mücadele vermek) ve aynı zamanda ihsan bağlamında değerlendirilmesi gereken, gerektiğinde haklarından feragat edebilmek anlamında geniş bir muhtevaya sahiptir. Bu noktada Habilce tutum, tüm dünyevi otoriteler karşısında haklar mücadelesi vermeyi temsil ederken, nefsin otoritesi karşısında, ondan sıyrılmak, kopmak/kurtulmak anlamında gerektiğinde insani yatay ilişkilerde haklarından feragat etmeyi de ahlaki bir amel olarak yerine getirmeyi gerektirir. Kabilleşmenin önünü açan ideolojilerin insandan bunu beklemesi o ideolojinin kendisini inkârı anlamına gelir. Bir ideoloji mensubu bu şekilde davranırsa o, ideolojisinin çeperini kırmış ve fıtratına uygun davranmış olur. Nitekim insan doğasında insanı mutmain/mutlu kılan ve ahlakını olgunlaştıran böylesi bir kuvve mevcuttur. İlahi vahiyde bu konuyla ilgili veciz bir örnek bulunmaktadır. Kısas konusunda insanın haklarından bahsederken, ayetlerin sonunda Rabbimiz, “Ancak affederseniz (hakkınızdan feragat ederseniz) bu sizin için daha hayırlıdır.” buyurmaktadır. Aynı husus hakkımız olan ve kullanageldiğimiz nimetlerde, davranışlarda/başkalarına karşı tutumlarımızda israfa kaçmadığımızda da geçerlidir. Kullanageldiğimiz ve parasını ödedikten sonra dilediğimiz gibi akıttığımız suda başkalarının hakkı olabileceğini düşünüp aşırı kullanmaktan vazgeçtiğimizde, hakkımız olan bir sözü sarf etmekten çekindiğimizde, tutumlarımızı kontrol etmeyi seçtiğimizde de aynı husus geçerlidir. Affetmek, vazgeçmek, hoşgörmek, kendini/nefsini dizginlemek, kalpleri kazanmak için alttan almak, kötülüğü iyilikle savmayı da aynı düzlemde değerlendirebiliriz.
28-Felah (kurtuluş) teolojilerinin yapıbozumuna uğratılmaya çalışılıp eleştirilegeldiği günümüzde, liberalizm mezhebinin ‘nass’larının tarihin sonuna işaret etmesi ve yegâne ‘kurtuluş’ umdeleri gibi sunulagelmesi de manidardır.