Zafer Bangaş
Amerikalı efendileri ve Pakistan'ın Müslüman halkının çatışan talepleri arasında tehlikeli bir denge kurma çabası içinde geçen yılların ardından, önceki ay patlak veren olaylar Pakistan diktatörü Pervez Müşerref'i devrilmenin eşiğine getirmiş görünüyordu. 26 Temmuz'da kendisine yakın generaller tarafından "onurlu bir veda" yapma tavsiyesinde bulunulduğuna dair haberler yayılmıştı. Ertesi gün, yanına dışişleri bakanını bile almadan Abu Dabi ve Suudi Arabistan'a programlı olmayan bir ziyarette bulundu. Belki de üzerindeki baskıyı hafifletme konusunda siyasi bir uzlaşı için görüşmelerde bulunma ümidi içinde, sürgünde bulunan eski başbakan Benazir Butto ile görüştüğüne dair haberler, itiraf edilmeden önce, daha tazeliğini korurken yalanlandı.
Müşerref'in bulunduğu yeri önümüzdeki birkaç hafta daha koruyup koruyamayacağı net olmasa da şu kesindir: O gittikten sonra da politikalarının sonuçları uzun süre Pakistan'ı derinden etkilemeye devam edecektir. Müşerref'in zalimane politikaları Pakistan'ı Irak ya da Afganistan'a dönüştürme tehlikesiyle karşı karşıya getirmiştir: ABD işgalinin bir sonucu olarak şiddet sarmalına giren bir ülke... Lal Mescidi'ne ve İslamabad'daki Hafsa Üniversitesi'ne Müşerref'in komandolarınca 10-11 Temmuz 2007'de yapılan ve geride çoğu kadın ve çocuk yüzlerce ölü bırakan saldırı, çoğu medreseli öğrencinin memleketi ve patlamaya hazır bomba gibi olan Kuzeybatı Sınır Eyaleti (KSE)'ndeki saldırılarda büyük bir artışa yol açtı. Lal Mescidi saldırısını takip eden iki hafta içinde yüzlerce asker ve korucu Swat, Dera İsmail Han, Miran Şah, Kohat Hangu ve Hub (ülkenin güneyinde)'da öldürüldü.
Ayrıca 17 Temmuz 2007'de avukatların İslamabad'da düzenledikleri gösteride 19 kişinin ölümüne ve 50 kişinin yaralanmasına neden olan bir bomba patladı. Görünüşe bakılırsa bu gösteride bir konuşma yapması beklenen "görevden el çektirilmiş" baş yargıç İftihar Muhammed Çaduri asıl hedefti ama bomba patladığında henüz gösteri alanına gelmemişti. 20 Temmuz'da Yüksek Mahkeme baş hâkime yönelik tüm suçlamaları reddederek Müşerref'i hedef alan bir açıklama yaptı ve Müşerref'in 9 Mart'ta baş hâkimi görevinden uzaklaştırma kararını yasadışı ilan etti. Bunu, sivil toplum örgütlerinin yönlendirdiği, Müşerrefin zalimane politikalarına karşı Pakistanlıların bastırılmış öfkelerini açığa çıkaran ve haftalar süren gösteriler takip etti.
ABD Başkanı George W. Bush gibi, Müşerref'de terörizmle mücadele adına iğrenç cinayetler işlemektedir. Amerikalılar emperyal gündemlerini gerçekleştirmeyle meşgulken, Müşerrefin politikası "Onların kirli işlerini yaparsa Amerikalıların onu iktidarda tutacağı" zannına dayandırılır. Amerika gibi, o da Pakistan'daki mücadelenin kendisi gibi "ılımlılarla"(!) kendisine muhalefet eden "aşırılar" (!) arasında olduğu imajım gündemde tutmaya çalışmaktadır. Onun "aydınlanmış ılımlılığı" -İslamabad'daki Hafsa Medresesi'ne yönelik saldırıdan çok önce- ona karşı siyasi faaliyet yürüten yüzlerce şüphelinin kaybolmasını ve KSE'nin ıssız kesimlerinde, Belucistan'da ve Veziristan'ın kabilelerin hâkim olduğu kesimlerinde "terörist" diye nitelenen insanlara karşı düzenlenen askeri operasyonlarda binlerce sivilin soğukkanlı bir şekilde katledilmesini de kapsar.
Uzun süredir Müşerrefi Afganistan sınırındaki kabilelerin hâkim olduğu bölgelerde "terörizm"e karşı savaşmak konusunda yeterli çaba göstermemekle suçlayan Amerikan kovboyları elbette onun Hafsa Üniversitesi'ne ölümcül saldırı düzenlemesinden memnun oldu. Ödül olarak da daha evvel teslimi engellenen iki -evet yalnız iki- F16 savaş uçağını teslim etmeye razı oldu. Yine de, Müşerref'in üzerindeki ABD baskısı hafifleyeceğe benzemiyor. ABD istihbarat şeflerinin 17 Temmuz 200/de yayınladığı raporda, Pakistan'da "terör" ile mücadelenin iyi gitmediği, el-Kaide ve Taliban'ın yeniden örgütlendiği ve daha etkili saldırılar düzenlediği ifade ediliyordu. ABD, Müşerrefin bu konuda başarılı olamaması durumunda bu örgütlerle savaşmak için Pakistan'ı istila etmekle tehdit etti. ABD kuvvetleri zaten sayısız sivilin hayatını kaybettiği Pakistan köylerine düzenlenen birçok saldırıdan sorumludur. Çünkü ABD, Pakistan'da resmi olarak operasyon yapmaz. Bu saldırılardan Pakistan ordusu sorumlu tutulur; hem de Lal Mescidi'ne düzenlenen saldırıdan sonra görüldüğü gibi ordunun siyasi tepkilerle karşı karşıya kalma riskine rağmen.
Saldırıdan üç gün sonra dahi, askerler gazeteci ya da kameraların mescid-medrese yerleşkesine girmelerine izin vermedi, ölü ve yaralıların götürüldüğü hastanelerde de durum farklı değildi. 13-14 Temmuz 2007'de gece yarısı 73 ölünün gömülmesi hükümetin cürümünün açık bir göstergesiydi. Mezar kazıcılardan İslamabad'da sabahın altısında bir mezarlık yapmaları istendi ve onlar gecenin üçüne kadar süngü ucunda toplu mezar kazmayı sürdürdüler. Kimliği belli olmayan cesetler, üzerine bir işaret konmaksızın gömüldü. Yüzlerce umutsuz insan akrabalarını aradı ama bulmakta başarılı olamadı. Çünkü hükümet ya az bilgi vermişti ya da hiç. Birçok kimse Ekim 2005'te meydana gelen depremin ardından olduğu gibi bu olaydan sonra sağ kalan kızların da kaçırılıp fuhşa zorlanmasından endişeli.
Lal Mescidi'nin öyküsü doğru değerlendirilmeli. Grup, Pakistan hükümeti ve istihbarat servisiyle yakın ilişkilere sahip Mevlana Abdülaziz ve Abdürraşid Gazi adlı iki alim tarafından idare ediliyordu. İlki kuşatmadan kaçmaya çalışırken yakalandı ve şimdi tutuklu. Gazi ise 81 yaşındaki annesi, oğlu ve birkaç kızkardeşiyle birlikte saldırı sırasında öldürüldü. Ekim 1998'de öldürülmesine kadar babalan Mevlana Abdullah, Afganistan'da cihadın hâlâ gündemde olduğu dönemde general Ziyau'l-Hak'ın yakın arkadaşı idi ve Afganlılar ABD ve Pakistan tarafından desteklenmişti. Abdullah'ın öldürülmesinin ardından, oğlu mescid-medrese yerleşkesinin yönetimini devraldı ve birbirini takip eden rejimleri desteklemeyi tercih etti. Son birkaç ayda, istihbarat elemanları tarafından kışkırtılan medrese öğrencileri, video dükkanlarına, masaj salonlarına saldırmış ve Kur'an'da mevcut olan "iyiliği emir kötülüğü nehiy" görevini yerine getirdiklerini ileri sürmüşlerdi. Onların bu davranışı rejim tarafından -kendisini aşırılıklar denizinde "ılımlı" bir lider olarak gösteren Müşerref, güçlenen siyasi muhalefet tarafından alaşağı edilirse- Amerikan karşıtı "aşırı uçların" nükleer silaha sahip Pakistan'da iktidarı ele alacakları korkusunu yaymak için kullanıldı.
Lal Mescidi'ne operasyonun ertelenmesi durumunda sorunun -Müşerrefin istemesi halinde- dostane bir şekilde çözülebileceği ve yüzlerce hayatın kurtarılabileceğini gösteren tonlarca veri var. Ne var ki, Müşerref, Amerika'nın olduğu kadar kendi söyleminin de baskısı altına kaldı. Lal Mescidi öyküsü Pakistan siyasetindeki diğer iki etkeni de ortaya koymaktadır: Mevlana Fazlurrahman dahil Lal Mescidi'ndeki kardeşlerle yakın müttefik olan siyasi partilerin liderlerinin -Pakistan rejimi medreseye saldırı arifesindeyken- bir konferansa katılmak üzere Londra'ya uçmaları ve Pakistan ordusunun gerçek fonksiyonu olan Pakistan'ı ve halkı savunmayı bırakıp ABD'nin gündemine hizmet etmesi.
Öyle görünüyor ki, Lal Mescidi'ne yönelik saldırı konusunda çeşitli siyasiler yargıyı göreve çağırsa da hiçbiri, çoğu çocuk sivillerin öldürülmesi emrini verdiği için insanlığa karşı suç işlemekten Müşerref'in yargılanmasını talep etme cesaretine sahip değildir. 4 Temmuz'da selden zarar gören Turbat'daki bölgeleri ziyaret eden Müşerref, medresedeki din adamlarının ya şartsız teslim olacaklarını ya da öldürüleceklerini açıkça ifade etmişti.
Her şeye rağmen, teslim olmayı reddeden Mevlana Abdürraşid Gazi'nin cesareti takdire şayandır. Çünkü o kendi hayatını, ailesinin, erkek kardeşlerinin yaşamlarını feda etmekten çekinmemiştir. Bunun yanında kardeşlerinin tutumları ve yöntemleri trajediye katkıda bulundu. İlk olarak, onların -şu anki dahil- birbirini izleyen Pakistan rejimleri ve istihbaratıyla yakın ilişkileri üzücü bir siyasi anlayış yoksunluğuna işaret etmektedir. Sonuç şu oldu: Pakistan'da çoğu kimse onları kendini adamış ve cesur Müslüman liderler olarak kabul etse de birçoğu da onların eylemlerinin arkasındaki motif konusunda şüpheliydi ve onları İslâm'a sıkı sıkıya bağlı kişiler olmaktan ziyade siyasi oyuncular olarak addetti. İkinci olarak da, eylemlerinin arkasındaki motif ne olursa olsun, Afganistan'daki Taliban gibi onların metodu da son derece tepki doğrucu ve öngörüden uzaktı.
Onların inancına göre İslâm'ın ölçüleri zorla ya da güç kullanma tehditleriyle empoze edilebilirdi ve İslâm'ın istediği şey; video dükkanlarını ateşe vermek, vücut geliştirme salonlarına saldırılar düzenlemek, kadınları burka giymeye zorlamaktı! Onların bu tavırları birçok kimseyi İslâm'a yabancılaştırdı. Müşerref'in onlara saldırısının daha büyük bir halk tepkisine yol açmamasının nedenlerinden biri de buydu. Halbuki İslâm'ın daha geniş bir vizyonu ve daha yüksek bir hedefi olmalıydı.
Medreselerin kapatılmasının ifsad edici araçların ve ahlaksızlığın artması için ortamı hazır hale getireceğini tahmin etmek zor değil. Bununla birlikte, insanların düşüncesinde, köklü bir değişiklik olmaksızın ahlakın topluma zorla empoze edilemeyeceği de bir gerçektir. Benzer şekilde, toplumsal davranışları düzenleyen yasaların uygulanması, hükümetlerin görevidir, iyi niyetli olsalar dahi teşkilatların ya da medreselerin değil. Video dükkanlarının tümünün yok edilmesi ya da masaj salonlarının hepsinin kapatılması Pakistan'ı İslâm devleti yapar mı? İslâm toplumunun ve kurumlarının doğasını böylesine sınırlı anlamak, amaçlarına yönelik genel olarak beslenen sempatiye rağmen Pakistan'daki İslâmî hareketin sadece kısıtlı destek almasının bir nedenidir.
Bu noktayı doğru kavrayabilmek için, Rasulullah (s)'ın siretine bakmak gerekir. 13 yıl boyunca Mekke'de kumarı, içkiyi yasaklayan bir emir hatta anti-sosyal bir davranış söz konusu değildi. Kur'an'ın çarpıcı mesajı insanların düşüncesini tekrar tek ilaha ibadet etmeye yönlendirecekti. Bu şirk temeline dayalı Mekke'de hüküm süren sisteme yönelik doğrudan bir meydan okumaydı ama Allah, Hz. Peygamber (s)'e o dönemde insanların gayri ahlaki davranışlarını değiştirme emri vermedi. Önce katışıksız bir Allah inancına sahip olmaları gerekliydi ve davalarına olan bağlılıkları güçlendirilmeliydi. Mücadelenin tabiatını bir kez net olarak anladıkları zaman sonraki aşama daha kolaydı.
Günümüzde çoğu Müslüman toplumda İslâm, İslâm devletinin işlevleri ve onun nasıl kurulacağı çok az bir netlikte anlaşılmaktadır. Ne yazık ki çoğu Müslüman İslâm'ı temelde kişisel davranışlarla ilgili sınırlı kurallar bağlamında anlamaktadır. Siyasal mirasın meşruluğu, sosyal ve ekonomik adalet gibi daha büyük konular nadiren tartışılmaktadır. Bu, İslâmî partilerin "anlayışları ve bu bölgedeki siyasetleri doğrudan İslâm muhalifi olan güçlerle" ittifaka girmeye devam etmelerinin nedenini de ortaya koymaktadır.
İslâm'ın emirleri salt temizlik ve necasetle ilgili değildir. Aksine güç ve otoritenin önemli meselesi olan piyasayı da düzenler. Nasıl güç elde edildiği ve bu gücün sınırlarının ne olacağı hep İslâm'ın değerler sisteminin bir bölümünü oluşturmaktadır ama günümüzde İslâm dünyasında on binlerce camide verilen vaazları dinleyerek bunun farkına varabilmek zordur. Bunun kaynağının kısmen imamların (ümmeti ilgilendiren) gerçek konulan anlatmamalarını sağlamak için zalim rejimler tarafından empoze edilen katı sınırlamalar olduğu doğrudur ama doğru olan bir şey daha vardır: Birçok İslâmî kurum ve düşünce ekolü bu sınırlı İslâm versiyonlarını kabul etmekte ve elemanları, hatip yahut imam olduğu zaman öğrencilerini bu versiyonlara yönlendirmektedirler.
Pakistan örneği öğretici bir niteliğe sahiptir. İnsanlara umut verecek İslâm anlayışına sahip tek bir grup ya da kişi yoktur. İslâmî siyasi partiler gayri İslâmî bir sistemde laik bir oyunu oynamayı sürdürmektedir. Görünüşe bakılırsa hâkim sistemin seçim sandıklarıyla onların iktidara gelmelerine izin vermeyeceğinin farkında değildirler. Cezayir, Türkiye, Ürdün, Mısır ve son zamanlarda Filistin'deki hareketlerin deneyimi sözde demokratik kurumlar ve süreçlerin gerçek hedefi konusunda Müslümanları düşünmeye sevk etmelidir. Türkiye'de olduğu gibi İslâmî bir partinin iktidara gelmesine izin verseler bile, laik düzenin güçleri onu mesajı sulandıran ve ona gayri İslâmî politikaları empoze eden rahatsız edici uzlaşılara zorlamaktadır.
Çoğu İslâmî parti kendi toplumlarında İslâmî düzenlerin kurulmasını desteklemektedir fakat bunun nasıl başarılacağını anlama konusunda dikkat çekici bir eksiklik göstermektedir, Çoğu, seçim ile iktidara gelmeyi yeğlemektedir. Mısır İhvan'ı gibi bazıları da doğrudan seçime girememektedir. Onlar da başka simgeler altında ya da bağımsız adaylarla çalışmak zorundadırlar. Faaliyetleri katı bir şekilde engellenmektedir. Aynı şey Cezayir için de söz konusudur. Muhtemelen devlet kendisini tehdit altında hissetmediğinden olsa gerek, Pakistan'da İslâmî siyasi partiler yasaklanmazken bu partilerin yaklaşımları sokaktaki vatandaş için pek az ümit olmaktadır. Bundan dolayı da seçim sandıklarında berbat bir performans sergilemektedirler.
İslâmî hareketler üç konuda net olmalıdır: Birincisi, nihai hedef olan İslâmî bir devlet kurmayı doğru anlamalı ve bu konuda net olmalı. İkincisi bu hedefin gerçekleştirilebilmesi için uygun süreci anlamalı. Üçüncüsü de kendi içlerinden, dar görüşlülükten, bir zümre ya da ekonomik menfaatten uzak muttaki bir lider çıkarmalı.
Çoğu İslâmî parti bu noktaların hepsini ya da ekseriyetini kaçırmakta, bunun sonucu olarak da Müslüman kitlelerde bir hayal kırıklığına neden olmaktadır. Bu saydığımız netlik gerektiren üç konuda öncelikli olarak, mümkünse namaz, oruç, sakal bırakma, tesettür, hac gibi kişisel dindarlıkla sınırlı olmayan takvanın daha geniş bir çerçevede anlaşılması gerekir. Bunlar önemli ama (takvayı tanımlamada) yeterli değil. Pakistan'da ya da başka bir yerde İslâmî partiler ve liderleri bireylere ve cemaatlere empoze edilen adaletsizliklere karşı mücadelede daha nitelikli bir liderlik sergilemedikleri ve kendi toplumlarındaki ıstırapları dindirmek için gerçek bir kararlılık göstermedikleri sürece Müslümanlar onlardan uzak durmayı sürdüreceklerdir.
Crescent International (Ağustos 2007)
Çev: Murat Kayacan