Cumhuriyet gazetesi yazarlarından Uğur Mumcu'nun 24 Ocak 1993 Pazar günü bir suikast sonucunda öldürülmesinin ardından gelişen olaylarla hareketli günler yaşandı.
Fail-i meçhul cinayetler zincirine eklenen bu yeni halkanın izahını yapmakta çekilecek zorlukları görenler inandırıcı bir senaryo yazma gereği ile hemen kolları sıvadılar. İlk iş olarak da, sadece bir PTT jetonunu delil olarak ele alıp, Mumcu'yu öldürenlerin müslümanlar olduğu iddiasını ortaya attılar.
Mumcu'nun katı bir laik ve Atatürkçü olduğu gerçeği ile tezlerini kuvvetlendirenlerin ardına ise birçok insan düştü.
Ölenin daha nasıl bir bomba ile ve ne şekilde öldürüldüğü bile tam belli değilken, olayla ilgili en küçük bir belge ve bilgi kırıntısı bile yokken başlayan ve adeta bir yerlerden düğmeye basılmış olduğu intibaını uyandıran yaygaralar tek bir hedefe yönelikti: Müslümanlara.
Zaten olayı müslümanların yapmış olduğuna inanmak isteyen, İslam ve müslümanlara karşı koymayı kendilerine birinci vazife ilan eden hazır birçok insan da vardı.
Özel ve devlet televizyonları ile işbirlikçi basın da aldıkları startla harekete geçince Mumcu birden İslam düşmanlığı paydasında birleşenlerin elinde İslam'a ve müslümanlara karşı laiklik temelinde birleşenlerin bayrağı oldu.
Olayı dış basından iç basına kadar birçok kişi, İslamcılara karşı gövde gösterisine dönüştürme gayretiyle ele almıştı. Mumcu'nun öldürülmesinin Kontrgerilla ile, mafya ile, CIA, MOSSAD ya da benzeri bir örgüt ile ilişkisinin olma ihtimali üzerinde hiç kimse durmak bile istemiyordu. Hatta yakın zamana kadar devletin en büyük düşmanı olarak görülen ve yine DYP'li milletvekili Baki Tuğ'un iddiasına göre de Mumcu'nun en son üzerinde çalıştığı gizli bir dosyanın ilgili taraflarından biri olan PKK'nın adı dahi doğru dürüst anılmıyordu. Oysa PKK'nın da olayı telefonla üstlendiği söylenmişti. Ve yine Özgür Gündem gazetesi kapatılmadan önce Mumcu ile sık sık atışıyordu.
Aslında olayı müslümanların yapmış olabileceği düşüncesini oluşturan her şey, fazlasıyla PKK için söz konusuydu. Bütün bunlarla birlikte olayın şimdilik sindirilmiş bir PKK yerine, düzen için ciddi bir tehlike teşkil eden ve her gün güçlenen bir hareketin üzerine yıkılması herhalde daha fonksiyonel olacaktı.
Suikast olayında diğer ihtimallerden olarak görülebilecek Mafya, Kontrgerilla vs. ağıza bile alınmıyordu.
Uzun zamandır İslami hareketlerin dünyada ve ülkemizde katettiği mesafeler, başta ABD olmak üzere Batılı emperyalistler ve onların ülkemizdeki bağlıları tarafından kaygıyla izleniyorken; Mumcu suikastı çoktandır arzulanan karşı atak için de bir imkan olarak değerlendirilmek istenmiştir. Tam bu noktada gündeme getirilen ilkeler etrafında kenetlenme ve birlik ve beraberlik nakaratları, yankısını sağcı, solcu ve sosyal demokrat birçok insan da buluyordu.
Çoktandır muhtaç olunan moralin sağlanmasına yönelik olarak da geniş bir katılım arzulanıyordu. Bunun için de naklen cenaze merasiminden, ilanlara, afişlere kadar ne lazımsa yapılıyordu. Türk masonlarından holding patronlarına kadar birçok insan üzüntüsünü ifade ediyordu. Öyle ki, 14 Şubat Sevgililer Günü için Cumhuriyet'te yayınlanan ilanların en az iki katı ilan Mumcu için yayınlanıyordu. Doğrusu bu birlik ve beraberlik havası Cumhuriyet gazetesine yaramıştı. Mumcu öldürülmeden önce 40.000 olan tiraj, şimdi 150.000'in üzerine çıkmıştı. Uzun zamandır ekonomik sıkıntı içinde bulunan gazete, bu az bulunur imkanı değerlendirmekte gecikmeyerek, bağış yapmak isteyenler için Mumcu ilanlarının arasına Cumhuriyet Vakfı'nın hesap numaralarını da koymuştu.
İlanlarda da dikkat çeken husus Mumcu'nun Atatürkçülüğü ve laikliği oluyordu. Hayatta iken o, hep Mafya'ya, haksızlıklara, hırsızlıklara karşı verdiği söylenilen mücadelesinden en yakın arkadaşı İlhan Selçuk bile bahsetmiyor, onun artık laik bir evliya olduğunu müjdeliyordu. İşin en kötüsü ise, bu laik evliyanın ardından bilinçli olarak yükseltilen kitle tansiyonu ile birlikte inşaların Kahrolsun Şeriat diye bağırtılmalarıydı.
Cumhuriyet tarihinde bile, herhalde hiç bir dönem işitilmeyen bu ulumalara karşı gerekli tepki gösterilemiyordu. Yavuz hırsız, ev sahibine şimdilik baskın çıkmıştı.
İlginç gelişmelerden biri de, bu olayların hemen ardından Genel Kurmay Başkanı Doğan Güreş'in, laik olmayanlara sövmesiyle maruf Anayasa Mahkemesi Başkanı Yekta Özden'i ziyaret etmesiydi. Güreş, Özden'e Hiç bir şeyden çekinmeyin. Türk ordusu arkanızda. Sizi sonuna kadar destekliyoruz. diyordu. Bu ziyaret, her fırsatta demokrasiye bağlı kaldıklarını söyleyen, demokrasi nutuklarını dillerinden eksik etmeyen bazı siyasi çevrelerde ve basında adeta sevinçle karşılandı. Öyle ki, 27 Ocak tarihli Milliyet, Ordudan Tavır diye haberi mutlulukla verirken, gazete muhabiri de Güreş'e Paşam, son gönlerdeki irticai saldırıların artmasını nasıl yorumluyorsunuz? diye soruyor ve kalplere su serpen Korkmayın, ordu var. cevabıyla da rahatlıyordu. Gerçi darbeler devri kapanmış ve demokrasi de fazilet demekti ama, mürtecilere karşı da sessiz kalınamazdı!
Nasıl olsa irtica gelince Demokrasiyi (!) kaldıracaktı. En iyisi onlar gelmeden varsın laikler kaldırsındı!
Mumcu bahane edilerek İslam'a ve müslümanlara karşı yükseltilen tansiyona dış kaynaklar da gerekli desteği vermek için yarışıyorlardı. Time dergisi Mumcu'nun öldürülmesinden müslümanları sorumlu tutarken, Fransız Le Monde da laiklerin tepkisini yobazlığa öfke olarak değerlendiriyordu. Yine İngiltere'de yayınlanan The Observer gazetesi ile Belçika gazetelerinden Le Soir de, olayın faturasını İran'a çıkarıyordu. Yabancı haber ajansları da İslam düşmanlıklarını sergilemek için bu yeni fırsatı değerlendiriyorlardı.
Olayın hemen ardından patlak veren, Türkiye'de yaşayan Yahudi işadamı Jak Kamhi'ye yapılan başarısız suikast girişimi ile Mumcu olayından üç-dört gün önce içeriye alınan 19 müslüman da, düşünülen senaryo için uygun malzemeler olarak kullanılmaya çalışılıyordu.
Mumcu cinayetinden üç-dört gün önce bir çağrı cihazına gelen mesajla (!) tesadüfen (!) yakalanarak içeri alınan kişilerin müslüman olmaları, Mumcu ile birlikte işlenen bir dizi fail-i meçhul cinayetin aydınlatılmasında(!) kullanılabilirdi. Hem halkın devlete ve hükümetlere karşı çoktandır yitirmeye başladığı güven de, böylece kazanılabilirdi.
Doğrusu, 500 gün süre ile ve çeşitli vaadlerle iktidara gelen hükümetin süresinin dolmak üzere olduğu bugünlerde vaadlerinin çoğunu yerine getirememişliğin yanında bir de yeni bir fail-i meçhule tahammülü olamazdı. Ne yapıp edip, acele bir adres gösterilmeliydi. Hem yükselen tepkileri sindirmek için de bu gerekliydi. Ve müjde verildi: Katiller biliniyor. 28 Ocak tarihli Sabah gazetesinde, Başbakan: Katilleri biliyoruz. Elimizde önemli ipuçları var derken; Devlet Bakanı Çağlar da, Suikasti çözdük. Diplomatik sıkıntı istemediğimiz için henüz açıklamıyoruz. diyordu. Aynı günkü Cumhuriyet gazetesinde ise Demirel, Elimizde önemli ipuçları var. derken, soruşturmayı yürüten Ankara DGM Başsavcısı Nusret Demiral da, Elimizde hiç bir ipucu yoktur. diyordu.
Yine 27 Ocak tarihli Sabah gazetesi, Mumcu'nun arabasına bombayı koyanın yakalandığını manşetten vermişti. Haber şöyleydi: Bombacı yakalandı. İstanbul polisinin geçen Çarşamba'dan beri süren operasyonları sırasında Uğur Mumcu'nun öldürülmesinde kullanılan bombayı Ankara'ya götüren terörist ele geçti.
Gazete aynı zamanda Ankara polisinin de boş durmadığını, tam onbir adet teröristi de, onların yakaladığını duyuruyordu. Yakalanan 11 teröristin (!), dört gün sonra suçsuz bulunarak serbest bırakıldığını ise 2 Şubat tarihli Milliyet gazetesinde okuyorduk.
Bu arada Başbakan, suikastta yeni bir örgütün parmağı olduğunu tesbit ettiklerini söylüyor ve geniş açıklama yapmak için iki-üç gün sabredin diyordu, içişleri Bakanı Sezgin de, kendinden çok emin, olayın bir kaç gün içinde sonuçlandırılacağı müjdesini veriyordu.
Üç gün sonra 1 Şubat tarihli gazetelerde, Demirel açıklamayı yine. bir-iki gün sonra diye ertelerken, acı haber'i de yavaş yavaş, alıştıra alıştıra veriyordu: Elebaşlarını kaçırdık. Bunun suçlusu ise, Demirel'e göre basın oluyordu.
Belki Demirel, Mumcu cinayetiyle ilgili açıklama yapmamıştı ama, geçmiş fail-i meçhullerden Çetin Emeç, Turan Dursun ve Bahriye Üçok cinayetlerinin çözüldüğünü, Mumcu ile ilgili de önemli gelişmeler sağlandığını söylemişti (Milliyet, 1 Şubat 1993).
Zaten 27 Ocak tarihli Milliyet de, Turan Dursun'un katilinin yakalandığını duyurmuştu. Gazetenin Haber Merkezi tarafından hazırlanan yazıda, katille birlikte silahın da yakalandığı ve silahın daha önce İran'a satılmış olduğu da belirtiliyordu.
Aynı günkü Sabah gazetesi de, İçişleri Bakanı Sezgin'e Turan Dursun'u öldüren silahı ele geçirdiniz mi? diye soruyor, Sezgin de Hayır. Henüz böyle bir şey yok. diyordu.
28 Ocak tarihli Milliyet ise, katillerin de yakalanamadığını yazıyordu.
Bu arada devletin en üst kurumlarında bulunanların ağzından Mumcu cinayeti için CIA ve MOSSAD'tan yardım istendiği ve alındığı alenen duyuruluyordu.
Yine 27 Ocak tarihli Hürriyet gazetesinde, Sezgin, Mumcu'nun ölümünün aydınlatılması için halktan çok sayıda bilgi ve belge geldiğini söylerken, bir gün sonraki Cumhuriyet'te, soruşturmayı takip eden Ankara DGM Başsavcısı Demiral da, halktan bir kişinin bile, daha bilgi vermek için ihbarda bulunmadığını ve buna da çok üzüldüğünü söylüyordu.
26 Ocak tarihli Milliyet gazetesi, yetkililere dayanarak verdiği bilgide, Mumcu suikastinde kullanılan C-4 tipi bombanın Türkiye'de askeri birimler dahil, hiç bir kurumda olmadığını yazıyorken, 31 Ocak tarihli aynı gazete 12 Eylül öncesinin bomba uzmanı olduğunu duyurduğu Süleyman Nazif Aktan'ın ağzından söz konusu bombanın Türkiye'de askeri birliklerde ve özellikle Amerikan tesislerinde bulunduğunu, Riva'da ve Gölcük Amerikan tesislerinde bu bombadan yapıldığını duyuruyordu.
Komik olayların ve oyunların en çarpıcısı ise, hükümet yetkililerinin Mumcu suikastiyle ilgili olarak yakaladıklarını söyledikleri müslümanlar ile ilgiliydi. Hemen hepsinin hemşehri oluşlarıyla bir arkadaş çevresi oldukları intibaını veren bu insanların yüzlerinin bile basına gösterilmesi sakıncalı bulunmuştu. Kimbilir belki de, üzerlerine yükledikleri onca fail-i meçhul'e bu yüzler denk düşmüyordu. Çoğu küçük yaşlı ve yine aralarında avukattan notere, serbest meslek mensubuna kadar birçok meşru meslek sahibinin bulunduğu böylesine gizli bir örgütün adı da bulunmuştu: İslami Hareket Örgütü ya da İslami Hareket Süreci Örgütü. Gerçi yakalanan bu müslümanlar, kendilerinin böyle bir isminin olmadığını söylemişlerdi ama, polis açıklamaları ve basın bu ismi uygun bulmuşlardı. Konuyla ilgili olarak Başsavcı Ahmet Köksal'ın yaptığı açıklama ilginçti: Devletimizin temelini yıkmaya yönelik henüz ismi dahi konmamış bir örgütle karşı karşıya kalındığı düşünülmüştür. İslami Hareket olarak adlandırılan bu terör örgütüne devletin resmi kayıtlarında rastlanılmamıştır. Fakat bu, bundan sonra da böyle bir örgütün kurulmayacağı anlamına gelmez. (10 Şubat tarihli gazeteler).
Gerçi müslümanların bir örgüt kurmakla suçlanmaları ve bu örgütün de bir çok cinayetler işlediği suçlaması yeni değildi. 3 yıl önce de, Abdulhamit Turgut ile bazı müslümanlar yakalanmış, o dönem de basında şeriatçı bir örgüt yakalandı diye haberler çıkmış, örgütün adı, yakalananların doğulu olmaları hasebiyle PİK olarak konmuştu. PİK'in yaptığı eylemleri ise gazeteler; ciğer sökmek, parmak kesmek ve adam öldürmek olarak ilan etmişlerdi. Daha sonra ise, suçlular (!) delil yetersizliği sebebiyle serbest bırakılmışlardı.
İslami Hareket Örgütü'nün(!) işlediği suçları(!) ve ele geçirilen silahlarını (!) görünce, ister istemez bu olayı hatırladık. Ele geçirilen silahların(!) arasına, neredeyse bir tank konmamıştı, belki de masada yer yoktu.
Yakalanan insanların poliste alınan ifadelerini tek delil olarak gösteren basın ise, mahkemeyi bile beklemeden hükmünü vermiş gözüküyor.
Yine basından öğrendiğimiz kadarıyla örgütlerine (!) ad takmayı unutan insanlar, kendilerine onlarca kod adı takmayı unutmamışlar! Zaten bu kod adları da olmasa, gizli örgüt gibi gözükmeleri bayağı zor olacaktı. Kaçtıkları söylenilen elebaşlarının fotoğrafları bile gizli örgüt imajına uymuyordu. Bereket fotoğraflarının altında kod adları vardı da zorlanmıyorduk!! Bu konuda Yalçın Pekşen'in 7 Şubat tarihli yazısından şu cümleleri aktarmak istiyoruz: Dursun'u Şenol Devrim öldürmüştür. Devrim'in ismi Gulbeddin Gök'tür. Peki Gök nerededir? Herhalde gurbete çıkmış, dağa kaçmıştır. Dağ nerededir? Suya düşmüştür. Su nerededir? İnek içmiştir.
Senaryonun inandırıcılığını yitirmeye başladığı her yerde, basın imdada yetişiyor, her gün boy boy insan ve silah resimleri yayınlıyordu.
4 Şubat günü İçişleri Bakanı Sezgin'in düzenlediği basın toplantısının ardından Hürriyet ve Sabah gazeteleri manşet atarak Emeç ve Dursun'un katillerinin yakalandığını ve cinayetlerin İran bağlantılı olduklarını duyururlarken, 5 Şubat tarihli Cumhuriyet gazetesinde laf çok, cinayetlerin faili hala yok deniyordu. İçişleri Bakanı da, Katilleri bulamadık, ama gözcülerini bulduk. diyordu. Aynı günkü Hürriyet ise, Emeç cinayetinin katili ile birlikte cinayette kullanılan İngram marka silahın da bulunduğunu ve balistik muayeneye alındığını duyuruyordu. Hürriyet, silahın fotoğrafını bile veriyordu. İnsanın bunca doküman karşısında gel de inanma diyesi geliyordu.
Daha balistik muayenesi yapılmamış bir silah bile suç aleti oluyordu. Benzer bir oyun Turan Dursun'u öldürdüğü iddia edilen silah için de oynandı. Önce içişleri Bakanı, Dursun'u öldürdüğü iddia edilen silahın İran'da MOD adlı gizli bir örgüte ait olduğunu söyleyip olayla ilgili İran'ı suçladı. Sonradan ise MOD'un İslam Devrimi öncesi Şah'ın yönetimindeki İran Savunma Bakanlığı olduğu anlaşıldı. Yani olay İstanbul DGM Başsavcısı Köksal'ın ifade ettiği gibi tam bir laçkalığa dönüştü. Başsavcı eldeki delillerin yetersiz olduğunu ve olayların çoğunun tam bir spekülasyon olduğunu belirtti (9 Şubat tarihli gazeteler)
Ortadaki oyunun çabuk sezileceğinin telaşıyla, ertesi gün siyasi yetkililer dışında kimsenin demeç vermemesi gerektiği bizzat Başbakan tarafından duyuruluyordu (10 Şubat tarihli gazeteler).
Bu garip ve çelişkili olaylar müslümanların zulme uğramasından başka sonuçlar doğurmadı. 9 Şubat tarihli Cumhuriyet, tutuklanan müslümanların Adli Tıpa götürüldüklerini ve bazılarının koltuk altlarında kabuklu yaralar ve çeşitli yerlerinde ekimozlar görüldüğünü bildiriyordu.
Yine 8 Şubat tarihli Sabah gazetesinde fotoğrafı yayınlanan Ali Şeker'in sol kolunu oynatamadığı görülüyordu.
Müslümanlar sözkonusu olduğunda zaten kimsenin işkence yapılamayacağı gibi iddiaları da yoktu. Onun için basından ya da onlara yakın çevrelerden pek fazla bir şey de beklenemezdi.
Daha suçları bile sabit olmamış insanların kullanıldığı melodram görünümlü olayın ABD'ye ve Batı'ya yaranmak dışında bir anlamının olmadığı açıktır. ABD ve Batılı emperyalistlere karşı koyan İran'ın da bu olaylar sebebiyle hedef tahtasına oturtulmak istendiği hiç bir şüpheye yer bırakmayacak kadar kesindir. Batılı emperyalistler karşısında süt dökmüş kedi gibi duranların müslüman bir devlete karşı aslan kesilmelerinin gerisinde bunların olduğunu kendileri de kabul ediyorlar. 31 Ocaklı Milliyet gazetesinde Derya Sazak, köşesinde Amerikalı gazeteci Chiristene Helms'in şu sözlerini aktarıyordu: Körfez Savaşı'ndan bu yana bölgedeki en büyük tehdit İran'ın silahlanıyor olması ve kendi rejimini ihraca kalkışmasıdır.
Yine Suudi Arabistan kralı da Demirel'in ziyareti esnasında İran'dan şikayetçi olduğunu ifade ediyordu (Hürriyet, 28 Ocak 1993). Demirel de İran'ı ABD'ye şikayet ediyordu (Milliyet, 3 Şubat 1993).
Kısacası Türkiye'de gelişen son olayların ardında daha hiç bir ciddi delil yokken Batı'ya bağımlılığı esas alan siyasi çevrelerden, köşe yazarlarına, gazetelere, TV kuruluşlarına kadar bir çok kişi ve kuruluşun İran'ı hedef gösterme de acele etmeleri İslam'ın devlet oluşuna karşı duydukları nefret ve korkuyla alakalıydı.
Batıcı-laik çevrelerin neredeyse İran'a savaş açılması gerektiği yolundaki yaygaralarına karşı müslümanların İran karşısındaki tutumlarının hala net olmadığını bir kere daha gördük. Burada örnek olması için, 6 Şubat tarihli Milli Gazete'nin 4. sayfasında hazırlayanı belli olmayan şu satırları alıntılamak istiyorum: Hedefteki ülke İran'dı... Burada bir satırbaşı açıp İran'ın sütten çıkmış kaşık olmadığını söylemek durumundayız... Gerektiğinde İran'ı eleştiririz... Ancak Amerika'nın kendi çıkarları için istediği ülkeyi kendi parmağında oynatmasına da şiddetle karşı çıkarız... Şu anda İran üzerinde oynanan oyunlara dikkat çekmemizin sebebi de bu...
Evet ne diyelim? Laik-Batıcılar ABD'yi, Batılı emperyalistleri sütten çıkmış kaşık gibi savunuyor. Bizimki de mazlum gördüğü müslümana destek verirken bile, bir sürü şerh düşüyor, çekince koyuyor...
Bu arada İran'a karşı en sert tepki ise eski tüfek Evren Paşa'dan geldi. 8 Şubat tarihli gazetelerde Paşa, kendisinin kahin olmadığını ama Mumcu suikastini bir çırpıda çözdüğünü ilan ediyor ve İran'ın icabına bakılmalı diyordu. Konuyla ilgili gazetelere verdiği demeçte Paşa'nın, gerçekten kahin olmadığı anlaşılıyordu. Sağır sultanın ve bu arada Amerika'nın bile duyduğu, Irak'ın İran'a saldırdığı gerçeğini Paşa bilmiyor ve tersini söylüyordu.
Batıcı laik basın ise İran İçişleri Bakanı'nın Türkiye'ye yaptığı ziyarette yanında getirdiği insanlardan bile dehşetli bir rahatsızlık tavrı sergiliyorlardı. 3 Şubat tarihli Cumhuriyet tam bir dedektif araştırmacılığı ile şöyle yazıyordu: İran İçişleri Bakanı Nuri, Türkiye'ye fazladan 8 kişiyle geldi. Üçü geri dönmedi. Bunların Türkiye'de görevli olmadıkları belirlendi. Heyette olmayan kimliği belirsiz iki kişi ise bakanla birlikte İran'a gitti.
Aynı günkü Milliyet ise İçişleri Bakanı ismet Sezgin'e durumu iletiyor, Sezgin de bunların spekülasyon olduğunu, kendisinin de İran'dan gelirken fazladan kimseler getirdiğini söylüyordu. Ama Batıcı basının İran sendromunu yatıştırmak ne mümkündü... Gerçekten ABD ve Batılı çevreler Türkiye'deki yerli basına ne kadar teşekkür etseler azdır. Özellikle Sabah, Hürriyet, Milliyet ve Cumhuriyet'in üstün gayretleri her türlü takdir ve teşekkürün ötesindeydi.
Öte yandan sağcı ve muhafazakarlar ile bazı müslümanlar da birlik ve beraberlik şiarı ile hareket ediyorlardı. Kimisi Malatya Müftüsü örneğinde olduğu gibi 'Kahrolsun Şeriat' diyenleri tevbeye davet ederken, kimisi de son olayları değerlendirirken Devlete sadakatin müslümanların önemli bir özellikleri olması gerektiğini (İlhan Murad, Zaman, 30 Ocak 1993), şu günlerde birlik ve beraberliğimizin korunmasının çok önemli olduğunu, Hüseyin Gülerce (Zaman, 4 Şubat 1993) ve yine ülkenin laikler-dindarlar diye ayrılmasının çok tehlikeli olacağını söylüyorlardı (Fehmi Koru, Zaman, 31 Ocak 1993).
Ülkenin laikler ve müslümanlar diye ayrışmasının tehlikesine dikkat çekenler sadece bunlar da değildi. 3 Şubat tarihli Hürriyet'de Oktay Ekşi ile bir gün sonra Cumhuriyet'te İlhan Selçuk da bunun tehlikeli sonuçlarına karşı dikkatli olunmasını çevrelerine duyuruyorlardı.
Konuyla ilgili kaygıları ise en açık değerlendirme ile 7 Şubat tarihli Cumhuriyet'te Asaf Savaş Akat yapıyordu. Akat, laik-müslüman kutuplaşmalarından kaçınılmazsa nüfusun çoğu şeriatçı olan bir toplumda bu durumun şeriatçıların güçlenmesine; ortada duran kalabalıkların şeriatçıların safına koymasına neden olacağını söylüyordu. Akat'a göre çözüm, sivilci yaklaşımlardaydı.
Konuyla ilgili değerlendirme ve yaklaşımları noktalayıp, netice olarak diyebiliriz ki; Mumcu olayı ve sonrasında Batıcı laikler kendi dünya görüşleri çerçevesinde yavuz hırsız rolüne uygun yaklaşım ve tavırlar sergilemişlerdir. Müslümanlarsa, hırsıza baskın çıkamayan ev sahibi rolünde kalmışlardır.