Ahmet Taşgetiren’in “Salavat”1 başlıklı yazısı, Hilal Kaplan ve Adem Özköse arasında gerçekleşen polemik ile birlikte son dönemde meydana gelen gelişmeler neticesinde laik düzende Müslümanların devlet ile ilişkisinin yeniden tartışılmasını gerektirdiğini düşündürdü.
‘‘Müslüman”, dini İslam olan kişi demektir. “İslamcılık” hangi tarihte ve kimler için kullanılmış olursa olsun Müslümanın belli bir misyonu, ameli, hareketi, aksiyonu demektir; Müslümanın İslami hayat görüşünün tüm alanlarda uygulanabilirliği ve uygulanması gerektiğini savunmaktır. Bu bağlamda İslamcılık veya siyasal İslamcılık tanımlaması tamamen hatalı bir tanımlamadır. “Müslüman” kavramının alt metninde kendini İslam’a nispet edenlerin hayatın tüm alanlarında ekonomi, hukuki, siyasal, beşerî ve medeni tüm ilişkilerde Kur’anî ilkelere göre kendini dizayn etme anlamı bulunmaktadır. Bu nedenle Müslüman aynı zamanda İslamcı demektir. İki ayrı kavram kullanılması gereksiz tartışmalara neden olmaktadır. Metinde İslamcı ve Müslüman kelimeleri aynı anlamı barındırmaktadır.
İbn Aşur, “Mukaddimetü’t-Tahrir ve’t-Tenvir mine’t-Tefsir” adlı kitabında Kur’an’ın amaçlarından birinin ümmetin siyaseti olduğunu ve bunun Kur’an’ın büyük bir bölümünü içerdiğini belirtir.
Müslümanların laik düzende devlet ile ilişkisinin ne olduğunu anlamadan ne olması gerektiğine odaklanmak tüm gerçeklik algısını yerle bir eder.
Laiklik terimi ilk defa İngiltere’de XVI. yüzyılda papaz olmayanların da kiliseleri yönetebilmelerini isteyen fikir akımını ifade için kullanılmıştır. Etimolojisi itibariyle “ruhban sınıfına mensup olmayan, halktan olan” anlamında Yunanca laikos kelimesinden türetilmiştir.
Fransa (1958 Anayasasının 1. Maddesi), Japonya (1946 Anayasasının 20. Maddesi), Meksika (1917 Anayasasının 3. Maddesi), Portekiz (1976 Anayasasının 41. Maddesi), Türkiye (1924 Anayasasının 2. Maddesi - 5/2/1937 - 3115 S. Kanun/md.1) ile laikliği kabul eden devletlerdir. Anayasalarında laiklik bulunmayan devletlerden örnek vermek gerekirse; ABD Anayasası din özgürlüğünü ve örgütlenme özgürlüğünü garanti ederken, 1956 kongre yasasına göre ABD’nin resmî sloganı “Tanrı’ya güveniyoruz.” olarak değiştirilmiştir. Bu kongre kararından önce, ABD’nin resmî sloganı, ülkenin kuruluşundan bu yana “çokluktan birlik” idi. 1864’ten beri para birimlerinde “Tanrı’ya güveniyoruz.” sloganı basılmıştır.2
Birleşik Krallık’ta ise kraliyetin egemenliğinin yasalar yoluyla ifade edilmesi için tam terim, Tanrı yönetimindeki parlamentoda kraliyettir. Taç giyme törenlerinde Canterbury Başpiskoposu tarafından Westminster Abbey’deki bir hizmette kutsal yağla meshedilen hükümdar, Tanrı yasalarının ve Kutsal Kitap’ın açıklanmasını sürdürmek, Birleşik Krallık’ta Protestanlığı, özellikle de kiliseyi korumak için yemin etmelidir. İngiltere ve İngiltere’deki yerleşik yasalara göre doktrin, ibadet, disiplin ve hükümeti korumalıdır. Parlamento, Lordlar Kamarasındaki bir lord ruhani üyesi ve Avam Kamarasında meclis başkanının papazı tarafından yönetilen dualarla açılır.3
Türkiye ve Fransa laiklik ile yönetilirken, devletin başının kilisenin de başı olduğu, devletin resmî bir dine sahip olduğu İngiltere, Danimarka, İsveç (2000 yılına kadar), Norveç gibi ülkeler laik değillerdir ama sekülerizm ile yönetilirler. Devletin temsilî de olsa bir dini olduğu için laik değillerdir ama devletin her inanç grubuna aynı uzaklıkta olduğu, hiç kimsenin bağlı olduğu dinî inançtan dolayı devlet kadrolarından uzaklaştırılmaması ya da bürokraside yükseltilmemesi sekülerizm ile yönetildiklerini gösterir.
Tarihsel olarak 1789 Fransız Devrimi ve 1923 Kemalist Devrim laiklik için yukarıda ifade edilenlerden farklı bir laiklik deneyimi yaşanmasına neden oldu. Hem Fransa’da hem Türkiye’de laiklik yukarıda ifade edildiği gibi sadece din ve devlet ayrımını değil, aynı zamanda devletin din üzerindeki hegemonyasını da ifade eder hale geldi. Fransız Devrimi yaşandıktan sonra, devrimi gerçekleştirenlerin bir amacı da insanların dine değil devlete tapmalarını sağlamaktı. Esas amaç din ve devleti birbirinden ayırmak değil, dini yok etmek, yok olmayacaksa da onu devletin hegemonyasından çıkamayacağı bir duruma geriletmek idi. Devrim gerçekleştikten hemen sonra eski rejimin işbirlikçisi olarak görülen din adamları ve onlara yardım yataklık edenler vurularak, asılarak, vücutlarının bir bölümü sakat bırakılarak ve hatta baltalar ile parça parça edilerek cezalandırıldılar; kiliseler yıkıldı, dinsel tüm semboller yok edildi. Din adamları eski rejim sırasında sahip oldukları tüm hakları kaybettiler. Devrimle ortaya çıkan yeni rejime bağlılık yemini etmeyen din adamları ölümle tehdit edildi. Devrim kanunları bir din; devrimi gerçekleştirenler de yeni totaliter peygamberler haline geldiler. Kısacası Fransız devrimcileri tanımda belirtildiği gibi din ve devlet işlerini birbirinden ayırmadılar; direkt dini yok etmek istediler ve yerine devleti koymaya çalıştılar.4
Muvahhid Olmak ve Tâğutu Reddetmek
Tevhid, ilâh ve rablere başkaldırarak Allah’tan başkasına kul olmamak demektir. Bu yüzden, tevhid kavramı aynı zamanda, kullara kul olmanın pençesinden kurtularak yalnız Allah’a kul olmaya yönelmek ve bunun tabiî neticesi olarak da Allah’ın hâkimiyetini kabul etmek; Allah’ın egemenliğinin dışında her gücü, sultayı, otoriteyi, sistemi, fikri, ideolojiyi, dünya görüşünü, hâkimiyet/egemenlik iddiasında bulunan her kimseyi ve her şeyi reddetmek anlamlarını içerir.
“Rabbin, yalnız kendisine kulluk etmenizi (...) emretti.”5 “Hüküm, hâkimiyet/egemenlik yalnız Allah’ındır. O, yalnız kendisine kulluk yapmanızı emretmiştir. İşte dosdoğru din budur.”6 Allah’a inanmanın, tevhid dinine dâhil olmanın ve muvahhid sayılabilmenin şartı, kişinin Allah’ın hâkimiyetini kabul etmesi; O’nun isteğini, kendi dilediğine veya başkalarının isteklerine tercih etmesi ve tüm diğer arzuları O’nun yolunda feda etmesidir. Müslüman olmak, kısaca Allah’ı kural koyucu sıfatlarıyla tek, emir verici olarak tek, yasak koyucu olarak tek ve insan hayatına hükmedici olarak tek olarak kavramak, inanmak ve bu doğrultuda yaşayıp tavır koymaktır.7
Bazı ülkelerde, ulusal önder kabul edilenlere kelimenin tam anlamıyla tapıldığı söylenebilir. Özgürlük ve çağdaşlık iddiasına rağmen, önderlere inanmayanlara da zorla bu taptırmalar dayatılır.
Tâğut “azmak, sınırı aşmak” anlamındaki tuğvân (tuğyân) kökünden türeyen bir isim/sıfat olup müfred-cemi ve müzekker-müennesi aynı şekilde kullanılır. Asıl manası “aşırı derecede azgın ve mütecâviz”dir. Bundan hareketle Allah’tan başka tapınılan ve hak yoldan saptıran her varlık, put, şeytan, kâhin ve sihirbaz tâğutun kapsamı içinde düşünülmüştür.8 Allah’ın indirdiği hükümlere alternatif olmak ve onların yerine geçmek üzere hükümler koyan her varlık tâğuttur. Bunun insan olması, put, şeytan veya bunların dışında herhangi bir şey olması farketmez.
Kur’an-ı Kerim’de: “Sana indirilen Kur’an’a ve senden önce indirilen kitaplara iman ettik diye boş iddialarda bulunanlara bakmaz mısın? Onlar tâğutun huzurunda muhakeme olmak (hükümlerine boyun eğmek) istiyorlar. Hâlbuki tâğutu inkâr etmekle emrolunmuşlardır.”9 buyrulmaktadır. Kur’an’daki ayetlere göre tâğutun hükümlerine razı olanlar ve boyun eğenler, kâfirlerdir. Nitekim İbn Kesir, bu hususta şunları kaydediyor: “Bu ayet-i kerimede Hz. Muhammed’e (s) ve diğer peygamberlere iman ettiklerini söylemekle beraber, ihtilâf ettikleri hususlarda, Allah’ın kitabından ve Peygamber’in sünnetinden kaçınıp insanların kendi akıllarına göre (beşerî kanunlarla) hüküm vermesini isteyen kişinin iman iddiasını Allah reddetmektedir.”10
Bugün dünyada; vahyi inkâr ederek insanların çoğunluğunun rızasına göre kurulduğu iddia olunan bütün sistemler, Allah’ın hükümlerine mukabil ve onların yerine geçmek üzere hükümler icat etmektedir. Dolayısıyla bütün sistemler, bu noktada “tâğutî” özellikler taşırlar. İnsanın hevâ ve zannına göre yapılan yasaların hâkim olduğu, ilâhî vahyin toplumsal, siyasal, ekonomik, hukukî alanlardan dışlandığı ve hevânın ilâhlaştırıldığı düzenlerdir. İslam’ın dışındaki bütün sistemler tâğutîdir. Tâğutların hükümlerine göre yönetilen bütün yerlerde yaşayan müminlerin, Allah’ın indirdiği hükümlerin galip gelmesi uğruna cihad etmeleri farz-ı ayndır.
Tâğut, bir şahıs olabileceği gibi, bir sistem, fikir, düşünce, âdet ve alışkanlık da olabilir. Kim bütün bunları reddeder ve yalnız Allah’a bağlanır, sadece Allah’ın kanun ve nizamlarını kabul eder ve tüm yaşantısını buna göre düzenlerse sağlam bir kulpa bağlanmış, yani kurtulmuş olur. Tâğutu reddetmeden iman eksiktir, yarımdır; böyle bir iman geçerli olmaz. Bu durum, aynen müşriklerin Allah’a inanması gibidir.
Mevdûdi’ye göre tâğut, ilâhî olmayan hükümlere göre kararlar veren otorite demektir. Tâğut kelimesiyle, aynı zamanda, Allah’ı tek hâkim/egemen ve Resul’ünü nihai otorite olarak tanımayan hüküm sistemleri de kastedilir.11
Seyyid Kutub ise tâğutu şu şekilde tanımlar: Allah’ın emri dışındaki her çeşit sistem, Allah’ın şeriatına dayanmayan her türlü nizam tâğuttur. Tâğut, Allah’ın şeriatından başka bütün idare şekilleridir. Zira insan, ulûhiyet özelliklerinden birisini kendisine mal edip adaletin ve hakkın ta kendisi olan şeriatın hudutlarını aşarak kendi egemenliğini ileri sürerse tuğyân etmiş ve kendi haddini aşmış demektir. Böyle iddialarda bulunanlar tâğî denilen haddini aşmış âsilerdir. Bunlara inananlar, bunlara tâbi olanlar şirk ve küfür içerisindedirler.12
Tâğut bir semboldür; küfrün, zulmün, şerrin, haksızlığın, adaletsizliğin, putçuluğun, azgınlığın, sapkınlığın ve daha aklınıza gelen tüm kötülüklerin sembolü. Bu sembol, bazen kendini firavun ilan eden antik ya da çağdaş bir yönetici, bazen cansız bir eşya, bazen bir ideoloji, bazen de şeytan, uğur, şans, talih gibi soyut şeylerdir. Tâğut, insanoğlunun ilâhlaştırdığı her şeydir. Daha doğrusu tâğut, insanla Allah arasına gerilen şeylerin tümüne verilen ortak isimdir. Allah’ın koyduğu sınırları çiğneyen insan tuğyân etmiştir. İşte tâğut, o insana bu sınırları çiğneten şeydir.
Bütün bu açıklamalar çerçevesinde tâğut, her türlü azgınlık, sapkınlık, aşırılık ve bâtıl inanç ve davranışları sembolize eder. Tâğut, tuğyânı yaşayan ve yaşatmaya çalışan kişi ve güçtür. Tâğut, her devirde firavun ruhlu kişilerle onların yardakçıları olan grubun genel adı, cins ismidir. Her devirde birden çok tâğut bulunur. Tâğutların, kabile çapında, millet çapında olanları yanında bölgesel ve enternasyonal olanları da bulunacaktır. Bunlar, birbirlerinden habersiz olabilecekleri gibi, organize de olabilirler. Hatta ‘İblisler parlamentosu’ (hizbu’ş-şeytan, evliyâu’ş-şeytan) gibi birlikler, beraberlikler vücuda getirebilirler. Tâğutlar, aralarında hiyerarşik bir düzen kurabilir, paralellik veya entegrasyona gidebilirler. Böyle olunca tâğutî sistemler, parlamentolar, prensipler geliştirilebilir. Meselâ, Muhammed İkbal, emperyalist Batılıların oluşturdukları sömürü düzeninin temsilcilerinin vücut verdikleri organizasyonu, ‘İblisler parlamentosu’ diye anmıştır.
Laik düzende devlet ile ilişkilerde en çok kullanılan kavramlardan biri ehven-i şer kavramıdır. Ehven-i şer sözlükte “kapatmak, engellemek” anlamındaki sedd ile “vesile, sebep, vasıta” anlamındaki zerî’anın çoğulu zerâi’den oluşan ve “yolların kapatılması, vasıtaların engellenmesi” manasına gelen sedd-i zerâi’ veya sedd-i zerîa fıkıh usulü terimi olarak kendi başına mubah olan bir fiilin şer’an sakıncalı bir sonuca götüreceğinden emin olunması veya bunun kuvvetle muhtemel bulunması sebebiyle yasaklanmasını ifade eder.
Dinin temel gayesi can, din, akıl, mal ve nesli korumaktır. Bunlara gelecek bir zarar karşısında “ehven-i şer”den bahsedilebilir. Bunlar dışındaki zararlara ilişkin ise fıkıhta ilkesel olarak belirtilen sedd-i zerâi usulleri geçerlidir. Sedd-i zerâi usullerini akaide müteallik konulara hasretmek farklı ilmî usulleri keyfî olarak birbiri yerine kullanmaya yol açmakta, bu da dinî anlamda birçok fıkhi ve itikadi soruna yol açmaktadır. Sedd-i zerîa, bizâtihi yasak olmayan bir fiilin şer’an mefsedet olarak nitelenecek bir sonuca veya böyle sonuç içeren gayrimeşru bir fiile vasıta olmasının kesin veya kuvvetle muhtemel bulunması dolayısıyla yasaklanmasını ifade eder.
Kur’an’da ve Sünnet’te “ehven-i şer” tabiri yoktur. “Şerrin az veya hafif (ehven) olması” da şerrin izafi/göreceli olması da dinin temel yasaklarını içermemesi anlamında kullanılabilir. Dinin taviz verilemeyecek esaslarından birini, daha doğrusu akaide müteallik konuları pazarlık konusu yapmak, küfürle, tâğutlarla uzlaşmak mümkün değildir. Dünya menfaati ile ahiret azabı karşılaştırıldığında hangisinin ehven olup diğerine tercih edilebileceği, ehven-i şer tabirini sık kullananlar açısından cevaplanması gerekir. Ehven-i şer tabiri fıkhın “Def-i mefâsidcelb-i menâfi’den evlâdır.” kuralına dayandırılmaktadır. İslam âlimleri kural olarak mefsedeti defetmenin maslahatın celbine takdim edileceği kanaatindedir. Çünkü gerek şâriin gerekse akıl sahiplerinin kötülükleri defetme konusundaki özen ve hassasiyeti yararların elde edilmesi konusundaki hassasiyete nispetle daha kuvvetlidir. Bu fıkhi kaidenin akaid konularında kaide olarak kullanılıp kullanılamayacağı hususu tartışılmalıdır. Akaide müteallik konularda farklı görüş veya amelde bulunmanın şartları ehlince malumdur. Açık bir şekilde can tehdidi dışında akaid konularda bir mazeret kabul edilemeyeceği açıktır.
Bu din nasıl rabbânî bir din ise onun hareket metodu da tamamen rabbânîdir, esas tabiatına uygundur. Seyyid Kutup der ki: “Bu dinin hakikatini, amelî metodundan ayırmak imkân hâricidir.” İslam, öyle büyük bir nizamdır ki onu vazeden Rabbimiz, gayeyi gösterdiği gibi, vâsıtaları da göstermiştir. İnsan için Allah’a kulluk, ibadet ve O’nun rızasını kazanmak gaye olduğuna göre; bu nasıl olacak, hangi vasıtalarla bu gerçekleşecek kitabın hükümleri ve Resul’ün pratik uygulamalarıyla açıklanmıştır. Bir kimseninİslam’da zinanın, fâizin, içkinin olmadığını, bunların yasaklandığını bildiği (veya bilmesi gerektiği) halde, “Zina yaparak, içki içerek veya fâiz vasıtasıyla İslam’ı getireceğiz, bunlarla İslam’a hizmet edeceğiz!” demesi ne kadar İslam dışı ve saçma ise sisteme entegre olarak bir şeyler yapabileceğini savunması da öyledir.
Yapay saygı laflarının arasında gizlenen mütekebbir seküler bakış kutsalı sadece dışlamaz, hayatta karşılığını görmeye de tahammül edemez. Yeni bir maslahat anlayışıyla, eskiden kaçınılan “ikon”ların gölgesine sığınılmaktadır. İtidal suya sabuna dokunmadan konuşmak değil, yerli yerince konuşmaktır. Müslümanın sözü, duruşu birilerini rahatsız etmiyorsa mutedil değil, omurgasızdır. Din kimliktir, din şahsiyettir. Yaşanırsa kimlik var demektir, yaşanmıyorsa kimlik bitmiştir. Din her şeyden bir şey değil, din her şeydir.
Şura Bilinci
Araf Suresi 181. ayetinde “Yarattıklarımızdan, daima hakka ileten ve adaleti hak ile yerine getiren bir millet bulunur.” şeklinde ifade edildiği gibi adaleti sağlayacak bir ümmet olma görevimiz de bulunmaktadır. Burada adaletten kasıt; “biz”den olanlara eşit ve ayrıcalıklı davranmak değil, “biz”den olmayanlara da zulmetmeden hak ile adaleti yerine getirmek, kimseyi düşüncesi, siyasi görüşü, mezhebi ve diline göre ayırmadan herkesi “kul” olarak “eşit” görmektir. Ama daha “biz” olmadan, nefsimizi arındırmadan, diğer İslami oluşumlarla birliği gerçekleştirmeden, şura temelli bir model ümmet örneği olamadan çağdaş cahiliyeyi aşmamız sünnetullaha uygun değildir.
İslami uyanışımızda doğal liderlik yapan öncülerimizin konumunu mutlaklaştırmalı, şura beraberliğine yönelmek yerine karizmatik liderler veya kurtarıcılar peşine düşmemeli, bir ümmet olma ve kitlede fikrî ve sosyal güç oluşturma merhalelerini yaşamadan devrimci ya da demokratik yollarla iktidar ve güç olma peşinde oyalanmamalıyız. Nitekim bu yollarla güç elde edilse der rüzgâr tersten estiğinde işlerin sarpa sardığını yakın dönemlerde acı bir şekilde gördük. Bu tür eğilimler şûrâ bilincinden ve sünnetullahı okumaktan uzaktır. İslami kimliğimizi oluşturacak fikrî ve amelî kazanımlarımız kadar bizi istişarî dayanışma ile ortak fikir ve eylem birliğine sevk edecek çalışmalar hayatidir.
Batılı düşünce sistemi zorunlu eğitimle kendi paradigmasına dayanan sosyal-siyasi-ekonomik kavramlarını bize dayatmaktadır. Kendi paradigmal ölçüleri içinde dinî kurtuluş teolojisi ve neo-gelenekçilik kurgularıyla ayrıca muhalefet formunu da kendi oluşturmaktadır. Düşüncenin ıstırabını yaşayamayanlar kavram üretemezler ve yönetilmeye, başkalarının düşünceleri ile düşünmeye mahkûmdurlar. Kendi kavramlarımızı üretmemiz lazım. Düşünce, eylemlerimizi belirler. Düşünceyi belirleyen ise kavramlara yüklediğimiz anlamlardır.
Müslümanlar sistem aygıtlarını kullanırken sisteme entegre olmamalıdırlar. Çizgiyi koruyarak doğruya doğru, yanlışa yanlış, zulme zulüm diyebilmek gerekir. Maalesef günümüzde bu konudaki olumlu örneklikler pek azdır.
Son 15 yılda Müslümanlar, dinî yaşantılarında rahat ettiler, derneklerinde daha rahat çalışma imkânına kavuştular fakat İslam açısından bakıldığında devasa kayıplar da söz konusu. Her şeyden önce İslam’ın bâtıl düzen için araçsallaştırılmasında zirve bir dönem oldu; hakla bâtıl alabildiğine birbirine karıştırıldı.
Siyasi partilerin içinde Batıcılar da vardır, ateistler de vardır, İslamcılar da vardır. Ülkenin resmî ve anayasal düzeni İslamcı bir partinin kurulmasına ve amacını gerçekleştirmek için çalışmasına izin vermemektedir. Peki, bu durumda siyaseti ve partiyi amaçları için kullanmak isteyen İslamcılar ne yapacaklar? Makul, zamanında, yerinde, usulüne uygun adımlar, söylem ve eylemlerle amaçlarına hizmet etmeye çalışmalı, sisteme entegre olmadan sistem araçlarını kullanmalılar. Parti siyasetinin dışında kalan İslamcılar ise kutsal amaçlarına hizmet ettiklerine inandıkları siyasileri makul ölçülerde destekleyecekler. Hâsılı, hiçbir parti, Müslümanı davasından vazgeçirip teslim alamaz, aksine İslamcı, parti dâhil bütün araçları ve imkânları davası için kullanır. Müslümanlar, kimsenin hatırı için yapması gereken işleri yapmaz. Şer’i mesuliyetini yerine getirmekle sorumludur. Bu ilişkiler birbiriyle örtüştüğü sürece beraber yürünebilir. Bununla birlikte yaşanan pratiğe baktığımızda ilkelerden çokça taviz verildiği ve sistem araçlarını kullanmaktan öte sisteme entegre olma çabası ile hareket edildiği görülmektedir.
Sisteme entegre olmanın en iyi örneklerinden biri son dönem “örtü” sorunu ve şahsiyet sorunudur. 2011 yıllarına kadar mevcut olan başörtüsü sorunu yerini örtü sorununa bırakmıştır. “İnsanlar bizim davranışlarımız yüzünden İslam’a mesafe koymaya başlıyorlar, ilişki soğuyor, ilişki tartışmalı hale geliyor.” gibi bir tespit, çok daha sarsıcı olmalı. Sisteme entegre olunca sistemin hatalarına göz yumulmakta ve kimi Müslümanların sistemi savunma durumuna düşmesi sebebiyle bireylerin yaptıkları fiiller İslam’a rahatlıkla nispet edilebilmektedir.
Müslümanların laik düzende devlet ile ilişkisini Resulullah’ın Hılfu’l-Fudul hareketiyle ilişkisine kıyasen şekillendirmek gerekmektedir. Daru’n-Nedvelere karşı omurgalı Hılfu’l-Fudullara ihtiyacımız var.
Birey ve toplumun eylemlere tepkisi samimiyetten uzak. Tepkilerimiz eyleme değil eylemin kimden sudur ettiğine göre değişiyor. Eylemi güçlü veya zengin biri işlemiş ise birey ve toplum eylemi meşru görmekte veya görmezden gelmekte. Eylemi güçsüz veya fakir biri işlemiş ise birey ve toplum avazı çıktığı kadar haykırmakta.
Laik düzende devlet ile ilişki kurulurken nebevî hareket metodu takip edilmeli, çağımızın gerekliliklerini yerine getirmekle beraber İslam ile örtüşmeyen uygulamalardan uzak durulmalı, Müslüman kimliği korunarak omurgalı bir duruş sergilenmelidir.
Sadece yasaların değiştirilmesi ile İslam toplumu oluşmaz. İslam toplumunun oluşmasının temeli nefislerin değiştirilmesidir.
Ümmetin çağdaş sorunları karşısında fıkhımızı yenilemek zorundayız. Ama İslam’ın asıllarına dayanarak yorum ve içtihatların yenilenmesi, Batılı düşünce sisteminin ölçü ve yöntemleriyle bağdaşmak anlamına gelmemelidir.
Siyaset fıkhı oluşturularak seddi zerai kapsamında kalan fiillerin tespiti gerekmektedir. Siyaset fıkhı sabittir, değişmez. Ancak siyaset fıkhının alt dalı yani davet fıkhı kültür, coğrafya, siyasi durumlara göre değişiklik gösterebilmektedir. Çoğu zaman Müslümanlar siyaset fıkhı ile davet fıkhını eş anlamlı kullanarak kavram kargaşası yaşamaktadırlar. Öncelikle siyaset fıkhımızı oluşturmamız gerekmektedir.
Hareket metodu diye Müslümanlar çoğu kez küfrün antitezi durumuna düşürülmüş veya tepkici tavırlar metot diye pratize edilmiştir.
Allah’ın emirlerine, kanun ve yasaklarına kesinlikle aykırı olan maslahatçı ve uzlaşmacı anlayışın Müslümanlara nasıl kazandırıldığını, buna nasıl inandırıldıklarını biliyoruz. Müslümanların bu afyonlanmış anlayıştan ve düşüncelerden kurtulması gerekir. Ehven-i şer denilen tercihte bulunanlar artık “şer” kısmını unuttukları tercihlerinin tamamen “ehven” olduğu zannına kapılmış durumdalar. Hâlbuki yapılan tercihler “şer”ler arasında bir “şer” seçmekti.
Müslümanların esas amacı birilerini durdurmak, birilerini susturmak değildir. Kendilerinin söyleyecek bir sözü vardır ve önemli bu sözü söyleyebilmektir. Sözün söylenebildiği oranda misyon yerine getirilmiş sayılır.
İslam düşmanlarıyla kurulan hiçbir dostluğun fayda getirmeyeceği kesindir. Tarih boyunca bu gafleti yaşamış Müslümanlar zelil olmaktan kurtulamadılar. Hiçbir fayda temin edemedikleri gibi kendi öz değerlerini de kaybettiler, asimile olup eridiler. Bunu yaparken kendilerine, Müslümanlara ve davalarına zulmetmiş oldular.
Herhangi bir dini veya inancı kendine tez olarak gören bir Müslümanın tezi yok demektir.İslam antitez değildir, savunmacı değildir. Müslümanlar, İslam’ın kendisinin tez olduğunu unutmamalıdırlar.
Dipnotlar:
1- Ahmet Taşgetiren, “Salavat”, Karar Gazetesi, 31.10.2021.
2- https://www.treasury.gov/about/education/Pages/in-god-we-trust.aspx, Erişim: 12.12.2021.
3- "UK Parliement, Information Office, Some Tradiationsand Customs" (PDF). Erişim: 12/12/2021.
4- Volkan Ertit, “Birbirinin Yerine Kullanılan İki Farklı Kavram: Sekülerleşme ve Laiklik”, Akademik İncelemeler Dergisi, C. 9, Sayı: 1, 2014, s.103-120
5- İsra, 23.
6- Yusuf, 40.
7- Ahmet Kalkan, “Tağuti Rejimi ve Uygulayıcılarını Savunmak-1”, https://www.haksozhaber.net/taguti-rejimi-ve-uygulayicilarini-savunmak-1-9951yy.htm Erişim: 22.11.2021.
8- Metin Yurdagür, “Tâğut”, https://islamansiklopedisi.org.tr/tagut, Erişim: 22.11.2021.
9- Nisa, 60.
10- İbn Kesir, Tefsir, 1/519.
11- Mevdûdi, Tefhimu’l-Kur’an, İnsan Yayınları, C.1, s.202-375.
12- Seyyid Kutub, Fi Zilali’l-Kur’an, Hikmet Yayınları, C. 3, s.269.