Gazeteci İsmet İmset'in 2 Aralık tarihinde basında yer alan ilginç açıklamaları hak ettiği ilgiyi göremeden unutulup gitmeye yüz tuttu. Şüphesiz söz konusu açıklamaların, biçimi itibariyle, hayali bir senaryo olması ihtimali yadsınamaz. Mamafih, en azından içeriği dolayısıyla üzerinde durulmayı ve tartışılmayı hak ettiği de bir gerçek. İsmet İmset yaptığı açıklamalarında özetle, Cumhurbaşkanı Demirel'in kendisi aracılığıyla ABD'li yetkililere bir mesaj ilettiğini ve bu mesajda "Tansu Çiller ve Doğan Güreş'in Türkiye'de demokrasiyi rafa kaldırıp, yarı askeri bir rejim oluşturmaya çabaladıklarını ve bu aşamada ABD'nin Türk hükümetine yapacağı her türlü yardımın bu antidemokratik gidişe destek sağlayacağını" ifade ettiğini söylüyor.
İki defa askeri müdahale ile koltuğundan uzaklaştırılmış bir siyasi olarak Süleyman Demirel'in bu mahiyette bir mesaj iletip iletmeyeceği ve eğer iletecekse bile bunu hangi kanallarla yapabileceği ve ayrıca ABD'nin Türkiye'nin yarı askeri bir rejime doğru yol almasından endişe duyup duymayacağı gibi sorular İsmet İmset'in açıkladığı mesaj yollama hadisesini tartışılır bir iddia kılıyor. Ama söz konusu bu iddia ile ilgili olarak herhalde kolay kolay tartışılamayacak bir gerçek var ki, o da Türkiye'nin açık bir biçimde diktatörlüğe doğru sürüklendiğidir.
Ülke gündemine kısaca bir göz atmak bile, Türkiye'nin içine yuvarlandığı diktacı, baskıcı atmosfer hakkında yeterli ipuçlarını vermektedir. Özgür Ülke'nin bombalanması, DEP'li milletvekillerine verilen cezalar, TMKT, başörtüsü düşmanlığı, Refah Partisi'nin kapatılması tartışmaları ve artık "vakayı adiye"den sayılmaya başlanan gözaltında kayıplar, yargısız infazlar, işkenceler...
Düzen kendi hukukunu çiğnemeyi gelenek haline getirdi!
Yakın tarihin ortaya koyduğu bir vakadır ki, Türkiye'de demokrasi ve hukuk devleti olma iddiaları egemen çevrelerin asla samimiyetle benimsediği ve çaba sarf ettiği şiarlar olmamıştır. Uluslararası konjonktürün dayatmaları sonucunda kerhen yapılan bir takım düzenlemeler de, hep zevahiri kurtarma amacı doğrultusunda uygulamaya konulan güdük girişimler olarak kalmıştır. Nitekim işleyişinin tehlikeye girdiğini hissettiği her vasatta düzen zinde güçleri vasıtasıyla, gidişe dur demeyi bir gelenek haline getirmiş ve her seferinde demokrasi, insan haklarına saygı ve anayasal hukuk düzeni gibi bir takım ilkeleri zor zamanda kolayca terk edebilecek bir "lüks" olarak gördüğünü ortaya koymuştur.
Ülkemizde yaşanan son gelişmeler, söz konusu köklü geleneğin örtülü bir biçimde de olsa tekrar devreye girdiğini işaret etmektedir. Sistem kronik bir paranoyak tavırla, kendini koruma içgüdüsünü yine öne çıkartmış, demokrasi makyajının dökülmesiyle "üniforma ve jop" tekrardan açığa çıkmıştır. Yani kısacası "lüks" terkedilmiş, "yerli malı"na dönülmüştür.
"Yerli malı" uygulamalar kökten ve kesin çözüme yöneliktir. Örneğin, Özgür Ülke olayı bu konuya iyi bir örnektir. Özgür Ülke ve selefi Özgür Gündem'e karşı düzen legal, illegal tüm yolları denemiş; kapatma, toplatma, dağıtımını engelleme, yüzlerce yıllık hapis ve para cezaları yanında birçok gazete mensubu da öldürülmüştür. Tüm bu baskılara rağmen susturulamayınca da en son olarak "tipik bir terör eylemi"ne başvurularak iki bürosu ile birlikte Özgür Ülke merkez binası yerle bir edilmiştir. Üstelik kanlı olay sonrası provakatör medyanın katkılarıyla oluşturulmaya çalışılan hava ile hadisenin sorumluluğu düzen dışı bir takım adreslere, özellikle de İslami çevrelere mal edilmeye çalışılmıştır. Bu yolla, bir taşla iki kuş vurmanın hedeflendiği rahatlıkla görülebilmektedir. Ama olay o kadar açık ve nettir ki, ne kadar zorlasalar dahi kendilerini dahi inandırmış görünemedikleri böylesi ucuz bir senaryoya, kamuoyunu inandırmaları mümkün olmamıştır.
Yine 8 Aralık tarihinde sonuçlanan "jet yargılama" sonucu DEP'li milletvekillerine verilen ağır hapis cezaları düzenin tehlikeli olarak addettiği muhalif güçlere karşı başvurduğu şiddet politikasının bir tezahürü olmuştur. DEP'li milletvekillerinin daha dokunulmazlıklarının kaldırılması tartışmalarından itibaren, düzen kendi hukukunu ayaklar altında bizzat çiğnemiştir. Nusret Demiral'ın hazırladığı ve "halkımızın da istifade etmesi" için aylar öncesinden gazete bayilerinde satışa sunulan DEP iddianamesi, itirafçıların ifadeleri ve sanıklara ait olduğu iddia edilen telefon görüşmeleri gibi hukuki açıdan müthiş(l) delillere dayandırılmıştır. Bu yargılamada sanık avukatlarının delillerin tartışılması, şahitlerin dinlenilmesi, iddianamenin okunması gibi yargı prosedürünün zorunlu koşullarını içeren talepleri dahi reddedilmiştir. Mahkeme sanık avukatlarının, taleplerine karşı o kadar bariz bir tutuma sahiptir ki, örneğin karar duruşmasından bir önceki olaylı duruşmada sanık avukatlarının havanın soğuk olduğu ve üşüdükleri gerekçesiyle salonun pencerelerini kapatma istekleri bile reddedilmiştir. Açıktır ki, DEP'lileri mahkum eden karar hukuki değil, siyasidir, konjonktüreldir.
DEP davası ve Özgür Ülke olaylarının da bir kez daha ortaya koyduğu gibi, düzen Kürt sorununun çözümü için tek yolun şiddet olduğuna kesin karar kılmıştır. Siyasi çözüm, demokratik çözüm gibi sözleri duymak dahi istememektedir. Bu tür kötü sözleri ağzına alanlar ise anında bölücü, vatan haini ilan edilme potansiyeli taşımaktadırlar. Ve devreye öcüler sokulmaktadır. İşte yaşlı bozkurt Türkeş'in "gerekirse kan dökeriz" tehdidi, düzenin ihtiyaç anında devreye sokacağı savunma mekanizmalarının sadece bilinenlerle sınırlı olmadığının bir kez daha hatırlatılmasına yönelik bir mesajdır.
Düzenin son zamanlarda benimsediği tehdit ve şiddet politikası sadece Kürt sorunu ile sınırlı kalmamaktadır. Etkisi itibariyle PKK tehlikesi kadar yoğun olmamakla birlikte, potansiyel olarak çok daha büyük bir tehlike arzettiği düşünülen İslami gelişim de düzenin tehditlerinden son zamanlarda daha fazla payını almaktadır.
M.G.K.'nın tavsiyesi doğrultusunda ve SHP'nin ısrarlı gayretleriyle terörle mücadele yasasına eklenmek istenen laikliğe aykırı suçlarla ilgili düzenlemeler, devletin mutemet adamlarından son günlerin flaş ismi Nusret Demiral'ın şeriatçı akımlar ve RP konusu üzerinde yoğunlaşan uyarıları ve yine, Kontes Drakula'nın "gerekirse DEP'e yaptığımız gibi, Refah'ı da Meclis'e getiririz" şeklindeki tehditleri önümüzdeki günlerde düzenin İslami gelişim üzerinde daha fazla yoğunlaşacağının işaretlerini vermektedir.
Düzen RP'yi evcilleştirme politikası güdüyor!
Refah Partisi'nin kapatılmasına ilişkin tartışmaların son zamanlarda çok fazla gündeme gelmesi bir tesadüf değildir. Düzen partilerinin gün geçtikçe tükenişi karşısında, bir yanılsama olmasına rağmen İslami bir alternatifi temsil etme iddiası yüzünden halkın RP'ye teveccühünün artmasına paralel olarak düzen güçlerinin RP'ye karşı saldırganlıkları artmıştır. Bu amaçla doğru yanlış, hukuki ya da gayri hukuki demeden her türlü araçla RP'ye saldırılmakta, RP yıpratılmaya çalışılmaktadır. Bu meyanda, örneğin Meclis'te Tansu Çiller'in mucizevi(!) servetini araştırmak amacıyla kurulmuş bulunan araştırma komisyonunun, Refah ve Erbakan'ın malvarlığıyla uğraşması, ısrarla bu konu üzerinde yoğunlaşması ve bunu da gayet spekülatif bir tarzda yapması çok dikkat çekicidir.
Medyanın da olağanüstü çabalarıyla sürdürülen bu çok yönlü kampanyanın ardında sadece RP'nin tırmanışının önüne geçilmesinin değil, belki de daha köklü girişimlere kamuoyu nezdinde zemin hazırlamak gayretinin yattığı da düşünülebilir. Muhtemeldir ki kapatmayı değil, olsa olsa bir zemin yoklamasında bulunmayı, daha önemlisi ise bu şekilde aba altından sopa göstererek RP'nin tekrar "aşırılıkları"nı törpüleyerek, düzen sınırları içine çekilmesini ve otokontrolünü sıklaştırmasını sağlamayı hedeflemektedirler. Doğrusu RP yönetici kadroları da bu noktada gayet uyumlu ve son derece (!) "sorumluluk" bilincine sahip olduklarım hep göstermişlerdir. Dolayısıyla düzenin mesajının yerini bulacağından kimsenin kuşkusu olmasın!
Bundan sonra görülecek olan şey muhtemelen Şevki Yılmaz gibi tiplerin biraz daha geriye çekilmesi ve Melih Gökçek gibi akıllı, uslu şahısların daha fazla ön plana çıkması olacaktır. Yine vatan, millet, bayrak bağlılığının daha fazla gündeme gelmesi de beklenmelidir. Anıtkabir'de Mahmut Kaçar'ın tebliği veya Yıldız Üniversitesi'nde Yekta Güngör Özden'in protesto edilmesi gibi eylemlerin provokasyon suçlamalarıyla karalanmasına yönelik çabalarda olduğu gibi, RP'li yöneticilerin kendilerini ve tabanlarını muvahhid müslümanlardan daha fazla teberri etmeye çalışmaları ile de bundan böyle sık karşılaşılacağı açıktır.
RP yönetiminin düzenin saldırıları karşısında takındığı tavırla da bir ikilem içine düştükleri görülmektedir. Bir yandan hukuk, halk iradesi, demokrasi, meclise saygı gibi. kavramlar ön plana çıkartılarak düzenin muhtemel baskıcı ve hukuk dışı saldırıları karşılanmaya çalışılırken, öte yandan Kürt sorunu ve benzeri birtakım konularda aynı kavramların ayaklar altına alınmasına ses çıkarılmamakta ve vatan, millet edebiyatı ile düzen güçlerine destek verildiği görülebilmektedir.
Örneğin DEP'lilerin dokunulmazlıklarının kaldırılması sırasında çekimser bir tavır alarak Tansu Çiller'in DEP'lileri Meclis'ten kazımasına ses çıkarmayan RP'nin, şimdi aynı Tansu Çiller'in RP'yi Meclis'e getirme tehditleri karşısında halk iradesinden söz etmesi ne kadar tutarlıdır? Yine Beşir Darçın'ın Mali Şube'de 9 saatlik bir gözaltına alınması olayı karşısında adeta kükreyen, tüm insan hakları savunucularını göreve çağıran, Türkiye'yi Uganda'ya benzeten Sayın Erbakan'a sormak gerekmez mi, acaba siz nerede yaşıyorsunuz, İsviçre'de mi? Bunca insan hakları ihlalleri, bunca işkenceler, bunca yargısız infazlar, bunca zulümler, yakılan köyler hep bu ülkede, her gün karşılaşılan olaylar değil mi? Örneğin, 3 aydır "kaybedilmiş" bulunan bir Fidan Güngör için en küçük bir girişimde bulunmamış olmanız bir tek kez olsun ağzınızı açmamanız, acaba hiç vicdanınızı sızlatmıyor mu?
TMKT tartışmaları ve Düzene sahip çılana yarışı
"İslami etiketli" çevrelerin sahip oldukları tutarsızlık ve ilkesizlikler ne yazık ki, tüm müslümanları lekeliyor ve yine bu tür tutarsızlıklar hiç de az değildir. Örneğin TMKT tartışmaları ile ilgili olarak müslümanlar adına ortaya konan yaklaşımlar bu tür tutarsızlıkları bol miktarda içermektedir.
Bilindiği gibi özellikle koalisyon ortağı SHP'nin gayretleri ve Avrupa Topluluğu üyesi ülkelerin de baskısıyla mevcut terörle mücadele kanununda yapılması düşünülen bazı değişikliklerle düşünceleri yüzünden hapse atılan bazı kişilerin serbest bırakılması hedeflenmişti. Bu arada yine SHP'nin klasik tek parti dönemi baskıcı anlayışının etkisi ve daha önemlisi de MGK'nın tavsiyesi (buna dayatma demek daha doğru olacaktır) ile söz konusu bu değişiklik tasarısına, laiklik karşıtı terör eylemleri görüntüsü altında her türlü İslami faaliyet ve fikir beyanının cezalandırılmasına yol açabilecek bir takım maddelerin de sokuşturulmaya çalışıldığı görülmüştü. Bu noktada müslüman kamuoyunda başını Zaman gazetesinin çektiği geniş bir duyarlılığın ve tepkinin geliştiği ve bunun sonucunda da iktidarın geri adım atmak zorunda kaldığı gözlendi.
DYP-SHP koalisyon iktidarının bir takım ayak oyunlarıyla müslümanların başına çorap örmesi girişiminden başka bir şey olmayan bu yasa tasarısının engellenmesine çalışmak şüphesiz her müslümanın sorumluluğu olarak görülmektedir. Bu tasarının yasalaşması durumunda ne tür sonuçlara yol açabileceği ve İslami faaliyetlerin nasıl etkileneceği hususunda bir fikir edinmek isteyenlerin, DGM başsavcılığı makamında oturan Nusret Demiral'ın, bu ve benzeri konularla ilgili olarak basına yansıyan açıklamalarına bir göz atmaları yeterli olacaktır.
Zaman çevresinin öncülüğünde başlayan ve iktidar partilerini acze düşürecek şekilde tüm Türkiye'de çok geniş kitlelerin katılımları ile yürütülen bu kampanya, müslümanları ve İslami faaliyetleri baskı altına alma çabalarını teşhir etme ve boşa çıkarma noktasında takdire şayan bir etkinlik olarak görülmelidir. Mamafih aynı kampanyanın içeriğine dikkatli bir bakış söz konusu kampanyanın taşıdığı bu olumluluk yanında genel olarak son derece sağcı, düzenci hatta işbirlikçi unsurlarla malul olduğunu da ortaya koymaktadır.
Gerek tasarıya karşı çeşitli kuruluşların tepki ve eleştirilerinde, gerekse de basında yer alan yazılar ve bildirilerde, tasarı mahkum edilirken sadece tasarıyla müslümanlara yönelik hesaplar reddedilmekle kalınmamış, bu arada bol bol tasarının bölücülüğe kapı açtığı, bölücülere af getirdiği gibi, düzeni koruyucu bir söylem ortaya konulmuştur. Bir kere söz konusu bu iddiaların gerçekle uzaktan yakından hiç bir ilgisinin bulunmadığı gayet açıktır. Şöyle ki "bölücü" diye nitelenen insanlar bir kere bu yasa ile yargılanmamakta, en basit bir suçtan DGM önüne çıkacak dahi olsalar haklarında idam cezası talep edilmektedir. İşte en son DEP milletvekillerine verilen cezalarda da görüldüğü gibi, Terörle Mücadele Yasası'nın gerektirdiği cezalar devede kulak kalmaktadır.
Dolayısıyla bu iddiaların asılsızlığı ortadadır. "Bölücülere af geliyor, örgüt kurucuları serbest bırakılacak" diye manşet atmak ancak magazin basınına yakışabilecek ucuz demagojilerdir. Fakat olayın demagojik boyutundan daha kötü, daha olumsuz yanı ise İslam adına, müslümanlar adına ortaya konan tavrın ideolojik tutarsızlığı ve ilkesizliğidir. Bu tasarıyla bölücülüğe zemin hazırlandığı şeklindeki iddiaların doğru olmadığı açıktır. Kaldı ki doğru olduğunu varsayacak olsak bile, müslümanların yaklaşımı bu mu olmalıdır? Acaba düzeni koruma kollama noktasında söz konusu bu çevrelerin düzenin sahiplerini bile gölgede bırakacak bir gayretkeşlik içine girmelerinde İslami açıdan bir yanlışlık yok mudur? Sağcı mantık ve bakış açısının müslüman olduklarını iddia eden bir takım şahıs ve çevreleri, bölücülük tehlikesine karşı -sanki düzenin bizatihi kendisi bölücü değilmiş gibi- adeta cahili otoriteyi koruma pozisyonuna getirmesi tam bir komedi, daha doğrusu bir trajedidir.
Öte yandan, söz konusu bu yaklaşımlar ideolojik tutarsızlıktan ayrı olarak, bir çifte standart, da içermektedirler. Bir yandan "müslümanlar susturulmak isteniyor, düşünce ve inanca müdahaleye hayır" diye kampanya yürütüp, öte taraftan bölücülüğe taviz veriliyor diye yazdığı kitap veya yaptığı konuşmadan dolayı cezalandırılan insanların serbest bırakılmasına karşı çıkmak tam bir çifte standart örneğidir. Bu konuda, solcu veya Kürtçü çevrelerin çifte standartçılığını, müslümanlara karşı besledikleri önyargılı hatta çoğu kere düşmanca yaklaşımları gerekçe göstermek doğru değildir. Çünkü muhataplarımızın bizim hakkımızda sahip oldukları düşünceler ne olursa olsun, müslümanlar dürüst ve tutarlı olmak durumundadırlar. Kendileri için istedikleri özgürlüğü, farklı siyasi kanaat taşıyan insanlardan esirgemek, hatta hatta sahip oldukları siyasi tavırları yüzünden düzenin baskısı ile karşılaşmış insanların uğradıkları zulmü tasvip etmek, müslüman şahsiyetiyle asla bağdaştırılması mümkün olmayan tavırlardır.
Düzenin bölücü terörle mücadele adı altında yasa, kural tanımaksızın her türlü şiddete başvurduğu, demokrasi ve insan hakları ihlallerinin kurumsallaştırılmaya çalışıldığı ve her gün biraz daha polis devletine dönüşen düzenin baskılarının müslümanlara da yönelmeye başladığı bir ortamda İslam adına, müslümanlar adına konuşan, siyaset yapan çevrelerin düzeni hoşnut edecek tavırlar sergilemesi bağışlanamaz bir hatadır. Kimsenin şüphesi olmasın ki, düzen güçlerinin bugün "bölücülük" tehlikesine karşı geliştirdiği baskı, sindirme ve yok etme taktikleri yarın gerek görüldüğünde İslami tehlikeye karşı eksiksiz uygulanacak taktikler olarak karşımıza çıkacaktır. Üstelik de daha deneyimli bir tarzda!