Devlet Kutsal mıdır?
Devlet denilen mekanizmayı insanoğlu yaratmıştır sonra ona üstünlük ve kutsallık atfederek vazgeçilmez kılmış ve ona esir olmuştur. Belli ihtiyaçlardan dolayı ortaya çıkan devlet denilen mekanizma dün olduğu gibi bugün de hayatın merkezine oturmuş ve artık insanoğlu için bütün hesaplar bu merkez etrafında yapılır hale gelmiştir. Oysaki insanın yarattığı şeyler; ne kutsaldır ne de vazgeçilmezdir.
Eğer bugün devleti kutsal, aşkın, vazgeçilmez ve her şeyin üstünde bir konumda görüyorsanız; özgürlükten, adaletten ve hukuktan bahsetmeniz imkânsız hale gelir. Çünkü devleti yönetenlerin takdir ettiği kadar özgürlüğe, takdir ettiği kadar adalete ve takdir ettiği kadar hakka ve refaha ulaşırsınız. Bu kutsayıcı anlayışa teslim olanların devletinde özgürlük, adalet, hukuk mefhumlarının yeri yoktur. Mutlak itaat ve teslimiyet vardır. Esasında bu zihniyete sahip olanlar için ‘kurtuluş ideologları’ tarafından çerçevesi belirlenmiş sınırlar dâhilinde davranmak ve yaşamak zaten en büyük onur ve övünçtür. Onun içindir ki toplu ayinler şeklinde saygı duruşu vaziyetinde yüce kurtarıcının önünde her gün yüksek sesle ulu kurtarıcıya bağlılıklarını ifade etmek için çaba sarf ederler. Çünkü onlar için devleti kuranlar kutsaldır ve devlet de kutsallığını buradan alır ve dokunulmazdır. Öyle ki devleti yönetenler ‘tanrısal’ güce sahiptirler ve hiçbir zaman yanılmazlar.
Bizler ise devletin Allah’tan olmadığına inanıyoruz. İnsanı Allah yaratmıştır ve insan sorumlu bir varlıktır. İnsan ilk önce Allah'a karşı sorumludur. Sonra kendisine ve yaşadığı doğaya karşı sorumludur. İnsan kutsal bir varlık olmadığı gibi sonradan icat edip yarattığı nesneler, fikirler, kurumlar ve mekanizmalar da kutsal değildir. Mutlak anlamda bütün vasıflarıyla kutsal ve tapınılmaya değer yegâne varlık Allah’tır. Ondan ötesi ise putlaştırılmış uyduruk şeylerden ibarettir.
Bize göre devlet insanın işlerini kolaylaştıran ve ihtiyaçlardan dolayı ortaya çıkmış bir organizasyondur. Bu organizasyonun en önemli görevi ise adaletin, hukukun uygulanması, gelirin dengeli paylaşımını sağlaması ve ahlaklı bir yaşamın imkânlarını insan için mümkün kılmasıdır. Ancak bugün insan ve devlet ilişkisi tersine dönmüştür artık devlet için insanlar tasarlanır hale gelmiştir. Öyle ki devlet kendisine bağlı sadık vatandaş modelleri üretecek siyasal mühendislik çalışmaları yaparak sistemin devamlı surette işlemesi için oldukça büyük paralar ve insan gücü sarf etmektedir. Bütün çaba devletin bekası içindir ve devletin kendisine itaat ve teslimiyet farzdır. Bu zihniyetin, işleyişin ve mekaniğin tersine hareket edenlere ise büyük cürümler işledikleri düşünüldüğü için büyük cezalar verilir veya imha edilir.
Sorunlarımızı Ötelemekle Sorumluluktan Kaçamayız!
Devlet ve halkın kavgası Türkiye siyasal tarihinde önümüze çıkan en bariz olgudur. Bu bağlamda şu tespiti yapmak yerinde olacaktır diye düşünüyorum: Bir türlü kendi halkıyla barışmayan bir devletin mesafe alması, gelişmesi ve güçlenmesi düşünülemez. Onun için yaşadığımız siyasal düzenin halk ve devlet kavgasından bir an önce kurtulması gerekir.
Burada şöyle bir soru sorulabilir:
Peki, bir halk durup dururken niçin kendi devletiyle kavgaya tutuşur?
Eğer sizler toplumun inancına, diline, kimliğine, kültürüne ve giyim kuşamına müdahale ederseniz… Yani kısacası eğer; devlet kendini dayatıp toplumu zoraki olarak değiştirmeye yelteniyorsa elbette toplum buna karşı duracaktır. Türkiye Cumhuriyetini kuranlar neredeyse yüz yıldır bilinçli ve planlanmış bir toplumsal değişimi kendi ideolojileri doğrultusunda hayatın bütün alanlarında tedavüle sokmuşlar ve bunu devlet adına, millet adına, bayrak adına ve Türklük adına yaptıklarını söyleyerek bu dayatmacı müdahalelerini meşru göstermeye çalışmışlardır. Ancak geçen zaman zarfında bu toplumun azmi ve gayreti bir nebze de olsa bu dayatmaları hafifletmiş ve halk kendi gücünün farkına varmıştır. Fakat halkın gücü örgütsüz ve etkisi dağınık olduğu için hâlâ bazı bariyerleri aşmak mümkün olmamıştır. Nitekim bahsettiğimiz bu devlet dayatmasından ötürü hâlâ yargı vesayetini, 28 Şubatları, Kürt sorununu ve diğer sorunları konuşuyoruz ve bu gidişle de bu hususlar daha çok konuşulacak diyebiliriz.
Son zamanlarda yakın tarihe ilişkin analiz yapanların çoğu kendilerince bir kronoloji ortaya koyarak tespitlerde bulunuyorlar. Örneğin Türkiye AK Parti iktidarından sonra yeni bir safhaya geçmiş ve devlet değişime doğru yol almıştır denilmektedir. Elbette yaptıkları tespitlerin bazı noktalarında haklılık payı vardır. Ancak bu değişimin biçimi, niteliği ve sürekliliği konusunda da ciddi tereddütlerin ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Özellikle 15 Temmuz sonrasında AK Parti’nin artık devlet olduğunu ve devlet refleksiyle hareket etmeye başladığını ve dolayısıyla yeni bir statükonun oluşmaya başladığını ifade edersek herhalde abartmış olmayız. Bundan dolayıdır ki bugün iktidara yönelik yapılan eleştirilerin doğruluğuna ve yanlışlığına bakılmaksızın topyekûn bir savunma refleksiyle hareket edildiğine şahit olmaktayız. Bu refleksleri içinden geçtiğimiz kritik sürece bağlayarak makul görenler olabilir ancak şunu unutmamalıyız ki devlet süreçleri bahane ederek hukuku askıya alamaz ve keyfi davranamaz. Bizce adalet ve hukuk kavramları bu gibi durumlarda nitelik kazanır ve insanların yaşadığı devlete olan güveni ve teveccühü bu zamanlarda belirgin hale gelir. Fakat bir topluluğa olan kin ve düşmanlığımız bizleri ilkelerimizden vazgeçiriyorsa ve keyfi davranmayı elimizdeki güce güvenerek kendimize hak olarak görüyorsak kuşkusuz bu, savunduğumuz değerler ve ilkeler adına kötü bir sonuçtur. Çünkü adalet ve hukuk kavramlarını hırpalayıp ucuz hesaplara kurban edersek toplum olarak tutunacak bağlar bulmada çok zorlanacağımız kesindir.
Bu bağlamda iktidar etrafında kümelenmiş çıkarcı grupların 15 Temmuz sonrasında 90'lı yıllardaki gibi ‘Vatan, Millet, Sakarya’ sloganlarıyla olan biteni sulandırıp yaş ve kuru demeden insanları yargılamaya girişip ahkâm kesmesi kabul edilemez olduğu gibi; hukuk ve adalet ilkelerinin çiğnenip algı yönetimlerine malzeme edilmesi de endişe verici bir durumdur. 28 Şubat sürecinde şahit olup gördüğümüz bu dil şimdilerde tekrardan bir tarz haline gelmiştir diyebiliriz. Özellikle iktidara yakın medyada bu dil rahatsız edici bir noktaya varmıştır. Fakat bu tavrın akıl, vicdan ve adalet terazisinde bir ağırlığı yoktur ve günü gelince mahcubiyetten başka bir sonuç üretmeyecektir. Onun için dünün alışkanlıklarıyla bu ülkenin sorunlarını ele almak ve çözüm bulmaya kalkışmak bizi tekrar başladığımız noktaya geri getirecektir diye düşünüyorum.
İfade ettiğimiz bu hususlar elbette önemlidir ancak bunlarla beraber başka sorunlarımız da vardır ve çözüm beklemektedir. Öncelikle köhnemiş darbe anayasasından topyekûn olarak kurtulmak ve bu sistemin hastalık üreten uygulamalarından vazgeçmek durumundayız. Geçmiş dönemlerde “yeni bir anayasa” konusunu seçim bildirgelerine alan partilerin bu topluma verdikleri sözü tutmaları gerektiğini tekrardan hatırlamaları gerekir. Bizler “Tekçi, Türkçü, Kemalist” bir sistemin bu coğrafyanın ruhuna uymadığını ve zoraki olarak uygulanmasının da sorundan başka bir neticeye bizi götürmeyeceğini yıllardır acı sonuçlarını yaşayarak görüyoruz.
Kürt Sorunu Çözüm Beklemeye Devam Ediyor
Diğer taraftan Kürt sorunu gibi çözüm bekleyen kronik bir sorunumuzun olduğunu unutmamalıyız. Geçen süre zarfında bu meseleyle ilgili çok şeyler konuşuldu. Kürt sorunu neredeyse bütün sosyal ve siyasal kesimlerin kendince çözüm önerdiği ve üzerinde çalıştığı bir mesele olmuştur. Türk milliyetçilerinden Kürt milliyetçilerine, İslamcısından solcusuna kadar herkes bu konuyla ilgili raporlar yazmış ve kendi çözüm önerilerini sunmuştur. 2013 ve 2015 yılları arasında yürütülen çözüm süreci ise Kürt sorununa ilişkin Türkiye’nin siyasal tarihinde ortaya çıkan zirve noktadır.
Bu süreçle ilgili yaşananlara kısaca bakarsak çok yoğun şeylere maruz kaldığımız tekrar hatırlanacaktır. Hepimizin şahit olduğu 7 Haziran 2015 seçimlerinden sonra PKK tarafından başlatılan şiddet dalgası bu süreçte özellikle doğu şehirlerinin merkezine taşındı ve çok yoğun çatışmalar yaşandı. Bu çatışmalar Diyarbakır-Sur-Silvan ve Şırnak-Cizre, Mardin-Nusaybin gibi toplam 11 ilçede sürdü. Büyük ölçekli yıkımların yaşanmasıyla beraber yüz binlerce insan bulundukları yerden göç etmek zorunda kaldı. Özellikle bölgede yaşayan insanların üzerine çöken bu korku daha atlatılamamışken 15 Temmuz 2016 tarihinde Türkiye daha büyük bir şok yaşadı. FETÖ'cü askerlerin kalkıştığı darbeyle beraber toplum büyük bir infiale sürüklendi.
Bu zaman aralığında özellikle bölgede ve sınır dışında yaşanan çatışmalarda devletin resmî ajanslarında ölenlerin sayısının 11 bine yakın olduğu haberleri yapıldı. Keza devam eden çatışmalı süreç siyasal bir hesaplaşmaya dönüştü ve PKK’ye lojistik destek veren bazı HDP milletvekilleri ve belediye başkanları tutuklanıp cezaevlerine gönderildi. Ayrıca 100'e yakın belediyeye kayyum atandı ve bu hal üzere devam edildi.
Türkiye sınırları içinde bütün bunlar yaşanırken gerek Suriye’de gerekse Irak’ta var olan yönetim boşluğu ise bölgede çok farklı sonuçlar üretti. DAİŞ’i etkisiz kılma bahanesiyle bölgeye çöreklenen emperyal güçler yaptıkları müdahalelerle işi daha da kötü bir hale getirdiler. Bu süreçte İran-Rusya ittifakı en kârlı ittifak olarak karşımıza çıktı. Irak'ta ve Suriye’de Haşdi Şa'bi güçleriyle mevzilerine mevzi katan İran, derin siyasetini bütün bölgeye nüfuz ederek bir daha göstermiş oldu.
İran’ın bu yayılmacı siyaseti bölgede dengeleri sarsınca özellikle Irak’ta sıkışan Barzani yönetimi kendince biraz daha rasyonel hesaplar yaparak 25 Eylül 2017’de Irak Kürdistan’ında bağımsızlık referandumuna gitme kararı aldı. Referanduma katılım oldukça yüksek oldu ve %92,73 oranında “Evet” ile sonuçlandı. Ancak hesaplar tutmadı. Bu sefer de Türkiye ve İran ittifak ederek Barzani yönetimine ekonomik ve siyasal ambargo koydular. Bundan dolayı da bölge ekonomik bir krize sürüklendi. Ardından ise Irak’taki Şii ittifakı hem askerî hem de siyasi gücünü kullanarak ülkeyi bütünüyle İran’ın güdümüne soktu.
Gerek ülke içinde gerekse de ülke dışında yaşanan bunca şeyi düşününce Kürtlerin Ortadoğu denkleminde gün geçtikçe daha fazla konuşulur olduğu ve politik denklemlerde rol alan bir konuma geldiğini görmek ve bu gerçeklik bağlamında meseleyi tartışmak gerektiğini unutmamız gerekir. Fakat bunu ifade ederken PKK örgütünün ortamı terörize ettiğini ve bu denklemde yer almak için yıllardır çalıştığını da biliyoruz. Ancak yine bunun arkasına sığınarak “Kürt sorunu” yoktur ve bitmiştir diyemeyiz. Elbette devlet kamu güvenliğini sağlamak durumundadır. Fakat bunu yaparken güvenlik ve özgürlük dengesini de gözetmek zorundadır. Unutulmamalı ki 90’lı yılları hatırlatan uygulamalarla yapmaya çalıştığınız şeyler terörü besleyecek ve bu kısır döngü devam edecektir. Devlet “PKK sorunu” ile “Kürt sorunu”nu aynı kefeye koymaktan vazgeçmelidir. Bizce tekrardan acil bir eylem planı hazırlanmalı ve bu ülkenin bütün dinamikleriyle istişare edilerek bu sorunun çözümü için yeniden çaba sarf edilmelidir. Çözümün siyasal zeminde konuşulması da zaruret olarak önümüzdedir. Siyasi kanalların kapalı tutulduğu bir ortamda sadece operasyonel yöntemlere başvurmak geçicidir ve yorucudur. Bu toplumu yormak ve bıktırmak bize tekrardan sorun olarak dönecektir. Diğer taraftan PKK’nın yaptığı şiddet eylemlerine de sessiz kalmak ve onaylamak mümkün değildir. Kimse Kürtler adına kan dökme ve şiddeti alevlendirme hakkını kendinde görmemelidir. Bu yüzden PKK’nın arkasına sığınarak siyaset yapanların da bu itirazı dillendirmeleri ve şiddeti mahkûm etmeleri gerekmektedir.
Ulusçuluk ve Devletçilik Temelli Politikalar Yerine Değerler Yüceltilmelidir
Modern cahiliyenin bizlere tatlı göstermeye çalıştığı ve yücelttiği mefhumların başında milliyetçilik ve devletçilik gelmektedir. Siyasal tarihte üretilen kavramların ve ideolojilerin toplumların mobilizasyonu için kullanışlı birer malzeme olduğunu biliyoruz. Ancak etnik bir aidiyetin bütün değerlerin üstünde kodlanarak toplumun zihnine zerk edilmesi ve buna koşullanılması oldukça tehlikelidir. Üretilen, parlatılan ve kutsanan bu mefhumların yüzyıl önce bizleri nasıl bölüp parçaladığına hepimiz şahidiz. Eğer birleşmek, büyümek ve gelişmek istiyorsak insanlığın ortak değerlerini merkeze alıp hedeflerimize ulaşmak için çaba sarf etmeliyiz. İnsana değer vermeyen devletlerin ömrü kısadır. Bilmeliyiz ki hak, hukuk, adalet ve özgürlük temelli politikalar bugün de yarın da bizlere kazandıracaktır. Ancak salt güce tapınan ve bu gücü elinde tutan etnik bir unsuru öne çıkaran yaklaşımlar kendine düşman üretmekten başka bir sonuca varamaz. Bugün Türkçülük, Kürtçülük, Arapçılık ve Farsçılık bu ümmetin en büyük düşmanıdır. Onun için bu mefhumlara sığınarak yapacağımız hamaset siyaseti bizlere bir şey kazandırmayacak ve aksine kaybettirecektir.
Fakat maalesef Türkiye’de milliyetçilik yerleşik bir hal almıştır ve bunu değiştirmek kolay değildir. Özellikle Türkçülüğün merkezde olduğu tezlerin hâlâ tarih kitaplarında okutturulduğunu düşününce Türkçülük ideolojisinin ne derece güçlü olduğunu bilmek lazımdır diye düşünüyorum. Yıllardır birilerinin kendince tevil yoluna giderek ‘millilik’ ve ‘Türklük’ kavramlarının sadece Türklüğü ifade etmediğini ve bu coğrafyada yaşayan bütün etnik unsurları kapsadığını dillendirmeye ve savunusunu yapmaya devam ettiğine şahidiz. Öyle ki yıllarca kitaplarını okuduğumuz ve entelektüel birikimlerinden istifade ettiğimiz kerli ferli adamların Türklüğü ve Müslümanlığı özdeş kılma çabası da hayretimizi celp ediyor ve bize söylenecek söz bırakmıyor.
Bugün de anlaşılan o ki Türkiye’nin 15 Temmuz sonrasında girdiği cendereden ‘millilik’ vurgularıyla çıkarılmak istenmesi siyaseten daha reel bir tercih olarak görüldüğü için canhıraş bir şekilde herkes Türklük ve milliliğe övgüler diziyor. Çünkü milliyetçi hamaset siyasal bir can simidi olmuş ve ülkeyi yönetirken aldığımız yanlış kararların sonuçlarından ve sorumluluğundan bizi bu şekilde kurtarıyor. Dolayısıyla estirilen bu havanın bugünlerde daha yoğun bir şekilde hissedilmesi veya hissettirilmesinin de tesadüf olmadığını bilmemiz lazım.
Keza muhafazakâr, milliyetçi ve devletçi siyaset tarzı bu ülkede her zaman geçer akçe olmuştur. Geçmişte olduğu gibi bugün de bu argümanlarla siyaset yapmak daha kolay ve daha kullanışlıdır. Bu tarzın dışında kalanlar için ise gerçekten konuşmak ve itiraz etmek zor ve yorucu bir hal almıştır. Ancak bizler zor olsa da cahilî ideolojilerin fıtrata aykırı ve şirke sürükleyecek bütün etki ve zorbalıklarına karşı arı duru bir tavırla karşı durmak zorundayız.
İlla kendimizi bir yere nispet edeceksek şayet bizler İbrahim (as) milletindeniz. Bu da bize yeter ve artar.