Acaba düşüncemizin kaynağı nedir? Hangi öğeler ve yapılar oluşturur düşüncemizi, düşünüşümüzün yönünü? Aklımızda neler barındırıyor, neler saklıyoruz? Bunlar, yani varlığımızı gerçek varlık yapan önermelerimiz, yargılarımız, çıkarımlarımız, bilişlerimiz... Evet tüm bunları nelere dayatmış, nelere yaslamışız?
Acaba hangi yöntemi ve nasıl bir süreci izliyoruz, yaşam boyu bizi kuşatan bu bildirimler karşısında? Çünkü dizgesel bir bakış olmadan bu bildirimleri nasıl evetleyebilir ya da hayırlayabiliriz?
Niçin soruyoruz tüm bu soruları ya da niçin sormalıyız? Çünkü bizler, biz müslümanlar daha Kelime-i Şehadet'i söylemekle evrensel bilginin evrenine adım atmış olmadık mı? Acılı çırpınışlarımızdan kurtulup; karanlık ama kapkaranlık kaosumuzu aydınlık bir kosmoza çevirmeye yemin etmedik mi? Kısacası "yakîn"le doğmak, büyümek ve ölene kadar da onunla olmak sorumluluğumuzda olan değil mi? Elbette ki "evet" diyeceğiz.
Öyleyse nedir "yakîn"? Ona ulaşabildik mi gerçekten? Girişte sorduğumuz soruları sorup zihnimizdeki tüm yargıları sorguladık mı "yakîn"e ermek için?
yakîn, kuşkusuz olarak, tüm sanılardan uzak olarak bilmek demektir. "Kuşkusuz bir bilmeğe" ancak kuşkudan sonra varılabilir. Çünkü kuşkudur bizi kımıldatan, etrafımıza bakmayı ve görmeği sağlatan, doğaya ve kendimize sorular sordurtan.
Düşünme, araştırma, akıl yürütme... Tüm bunların sonucunda oluşur yakîn; doğru yolla izlenilen bir dizi zihinsel süreçler sonucu oluşur. Varlıktan işaretler gelir duyularımıza; bunlar birleştirilir; düzenlenir ve bir üst varlığa erişilir tüm bunların ardından. Elde edilen olgudur, vakıadır, saf gerçektir. Aslında zorunludur bu sonuç, bu çıkarsama. Gidilecek başka yol yoktur çünkü. Çünkü vakıa bir tektir; ortada durmaktadır olgu.
Kişioğlu "gerçeği" öyle bir yakalamıştır ki, onun başka türlü olması olanaksızdır. Akıl, yorucu uğraşlar kat etmiştir bu yolda; süreler telef etmiştir. Didik didik etmiştir varlığı; düşüncesini çalan bildirimleri, işaretleri.
Şimdi tüm sadeliği ve açıklığı ile varlık ortadadır. Bu uzun yürüyüşün, bu kuşku denizinin ardından bizi bekleyen "ilim"dir. Ama bu "ilme'l-yakîn"dir. Çünkü bu ilim bizi öyle sarmış, öyle kuşatmış ve vakıaya öyle vardırmıştır ki bizi; kuşku denizinin damlası bile barınamaz bizde. "Gerçek güneşi" tüm ıslaklığını uçuracak kadar amansızdır. yakîn'dir artık ilim. Artık "bilmeği" yakin kanatları ötelere uçurmuş; saf iman burcuna bırakmıştır onu. Çünkü yakîni bir biliş, ancak iman rüzgarlarının önüne bırakır sahibini. Bilmek ve beraberinde başka türlüsüne olanak olmadığına inanmak, iman etmek.
Ve bu biliş, bu kuşkusuz biliş, ilme'l-yakîn, bizim eylemlerimizi belirleyen güçlü bir etkendir de.
İşte bu, salt bilmekten (ilim) ayıran bir başka yönüdür ilme'l-yakîn'in. Kendini uzun yürüyüşlere adama. Gerçeğin bildirimleriyle, ötelerden gelen bildirimlerle yaşama abanma ve yaşamda birlikte olma. Kararlı, soylu dinginliğin ardından gelen coşkun devinimlerle.
Rahmet; yıldızda işaretler var; güneşte, ayda, gezegenlerde, gecede, gündüzde, kuşlarda, ağaçlarda, denizlerde, toplumlarda, ırklarda...
Rahmet; insanda işaretler var; bizde, kendimizde, benimizde.
Kör bataklardan, onulmaz sancılardan kurtarıcı işaretler var yakîne erecekler için, yakîni arayanlar, soranlar ve bakanlar için.
"Allah O'dur ki, gökleri dayanak olmaksızın yükseltti; onları görmektesiniz. Sonra arş üzerine istiva etti (bütün mülkünün, bütün yaratıklarının tahtına yani yönetimine hakim oldu; her şeyi düzenleyip yönetti) ve güneş ile aya boyun eğdirdi. Her biri adı konulmuş bir süreye kadar akıp gitmektedirler. Her işi evirip düzenler; ayetleri birer birer açıklar. Umulur ki Rabbinize ulaşacağınız konusunda kuşkusuz bir bilgiye erersiniz (tukinûn)." (13/2)
"Böylece İbrahim'e göklerin ve yerin melekutunu gösteriyorduk ki kuşkusuz bir bilgi ile inananlardan (mukinûn) olsun." (6/75)
"Kuşkusuz bilgiye erecekler (mukinün) için yeryüzünde (Allah'a işaret eden) ayetler vardır. Ve kendi nefislerinizde de... Yine de görmüyor musunuz?.". (26/20-21)
Beklemek, durmak, salınmak, Rahmet'e yüz çevirmek. Sahi, ucuz pahalarla atlatılabilir mi bu?
Buruşmuş fikirlerin altında nasıl oturabilir insan; körelmiş, kararmış yargıların otağına nasıl yaslanabilir?
Oysa Allah insanın, yakîne ermesi için her türlü donanımı sağlamış; gerekli tüm verileri önüne koymuştur.
"De ki: "Sizi inşa edip yaratan, size kulak, gözler ve kalpler (akıl, düşünme yetisi) veren O'dur. Ne kadar az şükrediyorsunuz?" (67/23)
Bu varlığımızı, varlığımızla birlikte bize verilmiş olan yetiler gerçeği sahte olandan, doğruyu yanlışları ve yalandan ayırabilecek güçtedir.
"Hakkında bilgin olmayan şeyin ardına düşme; çünkü kulak, göz ve kalp bunların hepsi ondan sorumludur..." (17/35)
Düşünme mekanizmamız, algılarımız içsel veya dışsal tutarlılıkları ya da tutarsızlıkları ayırmada etkin rol üstlenirler. "Gerçeğin" bilgisini veya yakîni, doğuştan getirmemekteyiz ama; yakîne erdirici, gerçeği buldurucu, bulucu eğilimi ve yeteneği doğuştan getirmekteyiz.
"Allah, sizi annelerinizin karnından hiç bir şey bilmezken çıkardı ve umulur ki şükredesiniz diye işitme, görme (duyularını) ve kalpler verdi." (16/78)
Bu yeti, bu güç yaşam boyu karşılaştığımız bir takım önermeleri veya yargıları kendisi üzerine diktiğimiz güçtür. En yalınından en karmaşığına kadar işte bu güç üzerine kurarız düşünsel oluşumumuzu.
Yine de insan, "doğru düşünmekken uzaklaşabilmekte; zayıf yaratılışı nedeniyle "gerçeği görmezlikten gelip" arkasına atabilmektedir.
İşte Allah, sadece doğuştan getirilen bu güç ve yetilerle insanı yeryüzünde tek başına bırakmamış; onu yakîne ermekten alıkoyucu zaafları karşılayan ve ayrıca insanın sınırları ötesinde olan gerçeklikleri bildirici bir de "kitap" göndermiştir.
Kitap, varlığın açıklayıcısıdır; mutlak gerçek tarafından ortaya konulmuş anlamıdır. O bize çevremizde gördüğümüz ve görmediğimiz, aklımızla kavradığımız ve kavrayamadığımız her şeyin bilgisini verir.
"Doğrusu size rabbinizden basiretler geldi; artık kim görürse, kendisi içindir, kim kör olursa kendi aleyhinedir." (7/104)
"Andolsun, biz onlara bir kitap getirdik. İman edecek bir topluluğa bir hidayet ve bir rahmet olmak üzere bir bilgiye dayanarak onu çeşitli biçimlerde açıkladık." (7/52)
İnsanı, toplumu, doğayı geniş anlamıyla tüm yaratılmışı, yaratan karşısındaki konumuyla tanıtır bize o. Her birinin Allah merkezli olarak aralarındaki ilişkilerini ve konumlarını bildirir.
İnsanın toplum içindeki konumu nedir? Doğa ne anlam taşımaktadır onun yanında? İnsan onunla ilişkilerini belirlerken neyi amaçlamalı, neyi gözetmeli? Tüm bunlar niçin var, bizler, canlılar; kısacası bu evren? Her birinin görevleri nedir; yapması gerekenler?
Evren niçin insan merkezlidir; doğa neden boyun eğmiştir ona? Doğa niçin kendini açar ona, bırakır teslim eder?
O mutlak nedir? Bütün bu varlığın sahibi, yaratıcısı kimdir o; nitelikleri nedir?
İnsanın onun karşısındaki belirlenimi nasıldır; kendisinden beklenilen ve yapması gerekenler nedir? Özcesi niçin vardır insan?
Ölüm nedir? Neler beklemektedir insanoğlunu ölümden sonra?
Tüm bunlar ve daha bir çoklarına yanıtlar getirir kitap. Ona uzayın sonsuz boşluğu içine atılmış bir nokta olmadığını bildirir.
Doğru düşünmeyi, gerçeği tüm yönleriyle tanıtır ona. Tüm çeldiricileriyle birlikte bildirir.
Ve insan doğuştan getirdiği düşünme yetisini ötelerden gelen bu bildirimle birlikte yeniden çalıştırıp eyleme geçirdiğinde artık yakînin karşısında apaçık durduğunu görecektir. Kitabın bildirimleriyle dış gerçek karşısındaki ahenk gözlerini kamaştıracaktır.
Her alanda onun yaşamla içice olduğunu tutarlılıkla tüm bunları tanımladığını görecektir. Gerek birey düzeyinde olsun, gerek toplum gerekse doğa ve Allah karşısındaki bildirimlerinin vakıa ile (ayne'l-yakîn) ve her şeyi ile yaşayacak, duyumsayacaktır bunu (hakke'l-yakîn).
Çünkü kesin bir bilgidir o; yakîndir. Yeryüzünde bulunan hiç bir kitap gibi olmayan, kuşku duyulmayan, ne önünden ne de arkasından "batıl"ın yaklaşamadığı bir kitaptır o.
"Ve şüphesiz o (Kur'an) kuşkusuz bir gerçektir (hakke'l-yakîn)." (69/51)
"Şüphesiz kendilerine kitap verilenler, tartışmasız bunun rablerinden bir gerçek (hak) olduğunu bilirler. Allah yapmakta olduklarınızdan gafil olmayandır." (2/144)
"Bu, Allah'ın, kitabı şüphesiz hak olarak indirmesindendir. Kitap konusunda anlaşmazlığa düşenler ise uzak bir ayrılık içindedirler." (2/176)
Ve insan kitabının bildirdiği ötelerle, duyuların ötesindeki gerçeklerle de karşılaşıp bunu direkt bir algıyla bilecek ve algılayacaktır. Fakat bu yakînlik, bu kuşkusuz biliş hali dünyadaki gibi sadece Kitabî gerçeği kavrayanlara özgü olmayıp zorunlu olarak tüm insanları kapsayacaktır. Çünkü artık kaçış olamayacak, görmezlikten gelinemeyecek yakîn (ölüm) gelip çatmıştır onlara bir kez.
"Sana yakîn (Ölüm) gelinceye kadar rabbine ibadet et." (15/9)
"yakîn (ölüm) bize gelip çatana dek din gününü yalanlıyor idik." (74/46-47)
Artık o ölüme tanık olmuştur; yeniden dirilmeğe, sorguya, ödüle, cezaya. Ve doğrudan bir görüşle tanık olmaktır bu; doğrudan bir duyuşla (ayne'l-yakin),
"Hayır; ileride bileceksiniz; yine hayır; ileride bileceksiniz. Hayır; eğer siz kesin bir bilgi ile bilmiş olsaydınız (ilme'l-yakîn), andolsun o çılgınca yanan ateşi de elbette görecektiniz. Sonra onu ayne'l-yakîn (kuşkudan, yanılmadan uzak direkt bir biçimde, bizzat müşahade ile) göreceksiniz. Sonra o gün nimetten sorguya çekileceksiniz," (102/3-8)
Suçlu-günahkarları rableri huzurunda başları öne eğilmiş olarak: "Rabbimiz, gördük ve işittik; şimdi bizi (bir kere daha dünyaya) çevir, salih bir amelde bulunalım; artık bir gerçekten kesin bilgiyle inananlarız (mukinûn) diye yalvaracakları zamanı bir görsen." (32/12)
Tanık olacaktır insan. Çünkü onun bilgisi mutlak bir varlıktan gelmektedir. Onun herhangi bir biçimde yanılması olanaksızdır. Çünkü saf gerçektir o kitap. Ve o gün geldiğinde tüm insanlara ölüm (yakin) gelip çattığında kitabın bildirdiği, haber verdiği ne varsa tastamam, dosdoğru bir biçimde gerçekleşecektir (hakke'l-yakin). Ne duyular, ne de akıl buna karşı çıkabilecek her ikisi birden bu gerçek karşısında sonsuzca boyun eğeceklerdir,
"Ve eğer "Ashab-ı Yemin"den ise; artık "Ashab-ı Yemin"den selam sana. Ve eğer o, yalanlayan sapıklardan ise; artık (onun için de) alabildiğine kaynar sudan bir şölen vardır. Ve çılgınca yanan ateşe bir atılma da. Hiç şüphesiz bu "hakke'l-yakîn"dir," (56/90-95)
"Ve şüphesiz o (Kur'an) "hakku'l-yakin"dir." (69/51)
İşte bundan sonra kişioğluna düşen tüm bu donanım ve verileri olgun bir biçimde "kullanması"; buradan hareketle temel yargılarına varması, sonuçlamalarda bulunması ve yaşamını bu gerçek üzerine yapılandırmasıdır.
Çıkışlarımız, yol alışlarımız, önermelerimiz, yargılarımız... Kısacası müslümanın düşüncesini oluşturan ne varsa hep "hak"tan, "ilim'den, "yakin"den çıkmalı; hep oraya yaslanmalıdır.
Bizim düşüncemizi oluşturan öğeler yakîndir. Çünkü biz "kitap" ile düşünürüz; düşüncemizin, bilişlerimizin dayandığı temel odur çünkü.
Ve bizler yakîn olarak inanırız; çünkü inançlarımızı belirleyen de odur.
"Onlar ahirete de yakîn olarak inanırlar (yukinûn)." (2/4; 31/4; 27/3)
Kurtuluşun da temeli yakînde değil midir?
İnkarcılar ise yakîn içinde değillerdir. Onların algıları, düşünüşleri, sanılara ve kuşkulara dayanır. Çünkü onlar, dar kalıpların ötesine geçememiş; kendilerini, doğayı ve kitabı önyargılardan uzak değerlendirme cesaretini gösterememiş kimselerdir. Çünkü onlar, yeryüzünün ağırlığı altında ezilmiş, ötelere uzanacak özgürlükten kendilerini yoksun bırakmışlardır.
"Gerçekten Allah'ın va'di haktır; kıyamet saatinde hiç bir kuşku yoktur" denildiği zaman, siz: "Kıyamet saati de neymiş, biz bilmiyoruz; biz yalnızca bir zan (ve tahmin)da bulunup zan ediyoruz; biz kesin bir bilgi ile inanmakta olanlar (müsteykinûn) değiliz," demiştiniz." (45/32)
O halde sanı ve kuşku içinde olmamak için gelenekle gelen her türlü yargıyı "hakke'l-yakîn" ile yeniden gözden geçirmeli düşüncemizi onunla yeniden denetlemeliyiz.
Karşımıza çıkan her türlü bildirimi "örnek nesil"de olduğu gibi sorgulayabilmek "yakin"e ters düşen bildirimleri ve yargıları kendimizden uzaklaştırabilme gücünü ve cesaretini gösterebilmeliyiz.
Tüm bunlar için ise, "edilgenlik" psikolojisinden kurtulup kendimize, toplumumuza, tarihimize etkin bir biçimde bakmalı, sorular sorup yanıtlar aramalıyız.
Hakke'l-yakîn olan Kitab'ı doğru bir biçimde kavramalı gerçekçi inanış ve yaşayış için onu kendimize merkez yapmalıyız. Onun ile sağlaması yapılmayan her düşünüş ve eylem bizi yakîni bilişten ve yaşayıştan uzaklaştıracak insanlığın karşısına cesurca çıkıp kendimizi ortaya koymamıza engel olacaktır.
"Öyle ise sen sabret; hiç şüphesiz Allah'ın va'di haktır. Kesin bilgi ile inanmayanlar da (layukinûn) sakın seni telaşa kaptırıp hafifliğe (gevşekliğe) sürüklemesinler." (30/60)