Mehmet Pamak'ın İslami Açıdan Kürt Sorunu isimli çalışması, İlim ve Kültür Yayınları (İlkyay) tarafından yayınlandı.
Kitap üç bölümden müteşekkil. İlki, "İslami Açıdan Kürt Sorunu" üst başlığı altında doğuşundan günümüze mevcut sorunun fikri temelleri, gelişimi ve Müslümanların sahip olmaları gereken itikat ve perspektifle ilgili. İkinci bölüm, daha önce Haksöz dergisinde de yayınlanan Şemdinli merkezli olayların değerlendirilmesi ve "derin devlet" mekanizmasının askeri/siyasi işleyişine ayrılmış. Üçüncü ve son bölüm ise, Pamak'ın Özgür-Der Tatvan şubesinin açılışında yaptığı konuşmadan dolayı hakkında TCK 312/2'den açılan davadaki savunmasından oluşuyor.
Kürt Sorunu, kökleri daha derinlerde olmakla birlikte, şüphesiz Kemalist ideolojinin hakimiyetiyle birlikte giderek büyüyen ve içinden çıkılması güç bir sarmal olarak hayatiyetini sürdüren bir vakıa. Sorunun yakıcılığı, tarafların kimlikleriyle de yakından ilgili olduğu gibi, taraf olmayanların ya da en azından kendi itikatları üzerinden konuya yaklaşmaya çalışanların tutumlarını da etkiliyor. Bu etkilenim, tarafgir olmadan konuşmak, analiz etmek, çözüm sunmak ve soruna bir şekilde müdahil olmak gibi sorumlulukları dayatıyor. Mehmet Pamak'ın kitabında da bu sorumluluk duygu ve hissiyatını açıkça hissediyorsunuz. Hele hele, İslami bir perspektiften, üstelik İslami/muhafazakar kesimlerin had safhada bir bilinç kirlenmesine maruz bırakıldıkları böyle bir süreçte, hakkında hakkı gözeterek bu kadar az sözün söylendiği bir konu üzerinde konuşmak ve yazmak oldukça güç. Söz söylemenin zor ve hatta çoğu kez riskli olduğu böyle bir vasatta tutarlı icraatlar beklemek de maalesef gerçekçi olmuyor. Konu ile ilgili beslenme kaynaklarının gayrı sahihliğinden tutun, sürekli kendini dayatan bir fitne ve terör ortamında itikadi bir netliğe vurgu yapmak ve bu vurgunun istikrarlı ve sürekliliği olan bir mecrada akmasını talep etmek de bir o kadar aksi sedadan mahrum.
Karmaşık ilişkilerin ulusal ve uluslararası yansımaları, pratiğin yegane belirleyicileri olduğunda hakkın şahitliği üzerine ortaya konulan örneklikler de azalıyor. Mehmet Pamak'ın kitabını ve savunduğu fikirleri değerli yapan da bu gerçeklik. Söylediği sözlerin arkasında durması ve bunun getirdiği bir dizi yargılanma süreçleri, tehdit ve yaptırımlara muhatap olması yazın olgusunun etkisini daha da artırıyor. Özetle, bu açıdan bakıldığında Pamak'ın çalışması, bilip de bilmezden gelenlere bir hatırlatma içerdiği gibi, bilinçten yoksun kitlelere ulaşma ve onları bilinçlendirme kaygısını taşıyor. İslami kesimde makale ya da haber bazında dahi mevcut sorunla ilgili söz söyleme melekelerinin ağır işlediği bir vasatta haykırmaya çalışmak ve bu haykırışları adım adım biriktirerek bir hat oluşturma çabası gütmek, her konuda olduğu gibi bu konuda da bir zorunluluk içeriyor.
Bütün bu olumluluklarla birlikte kitap bazı yönleriyle aceleye gelmiş bir görünüm arz etmekte. Mesela bir "Sonuç" bölümü ve "Kaynakça" bölümünün olmaması bir eksiklik olarak kendini hissettiriyor.
İlk bölümde yer alan ve "Kürt Sorununa Yol Açan Arapçılığın ve Türkçülüğün Doğuş Serüveni" başlığı altında tez olarak işlenen konu genel bir özet olarak okuyucuda eksiklik hissi uyandırıyor. Mesela başlıkta vurgulanan Arapçılığın etkisine neredeyse hiç değinilmemiş olması ilk elden vurgulanabilir.
İlk 100 sayfada yer alan pek çok atıf, Mehmet Pamak'ın 1996'da basılan Kürt Sorunu ve Müslümanlar ve 1992'de Sor Yayıncılık tarafından yayınlanan Kürt Soruşturması adlı kitaplara ait; dolayısıyla yeni bilgiler ihtiva etmekten ziyade bir tekrar mahiyeti içeriyor. Benzeri bir eleştiri kitabın 51. sayfasında yer alan 1979 yılına ait istatistiki bilgiler için de yapılabilir. Yıllar öncesine ait ve Kürt halkının yoksulluk grafiğini DPT verilerine göre sunan bu bilgiler okuyucunun zihninde, daha yeni verilerin neden sunulamadığına dair soru işaretleri uyandırmakta; nitekim o günden bu yana, demografik, siyasi, ekonomik vd. pek çok değişim söz konusu oldu.
Kitapta yer yer bilgi tekrarları da mevcut. Mesela Neşe Düzel'in Avni Özgürel'le yaptığı 117. sayfada yer alan yaklaşık bir sayfalık röportajın aynısı 192. sayfada da mevcut. Atilla Kıyat'ın aynı sözleri hem 119, hem de 148. sayfalarda yer almakta.
Bunların dışında, kitapta genel anlamda bir tekrar üslubu mevcut. Aynı niteleme, sıfatlandırma ve tespitler kitabın bazı bölümlerinde sıklıkla tekrarlanmakta. Bu ise kitabın akıcılığını etkilemekte ve okuyucuyu yormakta.
Kitabı içerik açısından değerlendirdiğimizde, genel anlamda Kemalist paradigma ilk hedef olarak gözetilmekle beraber, sürekli ve genel vurgu Kemalizm'in pozitivist-rasyonalist-laik veçhesine dönük. Oysa Neo-Kemalist süreçler diyebileceğimiz (DP, AP ve Özal dönemleri gibi) ve kitleleri sisteme katan düzenin sağ yanağı ciddi manada mahrum kalmış görünüyor. Kürt sorununa yaklaşımda ya da düzeni sorgulama ve onunla hesaplaşma boyutlarına vurgu yapıldığında anlaşılan hep Kemalizm'in bu 30'lu 40'lı yıllar boyutu oluyor. Oysa sorunun kitleler tarafından bir türlü doğru algılanamaması, düzenin hep bu sağcı-muhafazakar stepneye dayanmasından kaynaklanıyor. Kemalizm'in bu postmodern kimliği/yüzü daha fazla tahlil ve teşhiri hak ediyor diye düşünüyoruz.
Bunların yanında kitapta sürekli vurgulanan kimlik ve akide netliğinin yanında, genel anlamda verili durumdan beklenenlerin ideal olan hususlar olduğu gözlemleniyor. Gerçi tabiidir ki, bilinç kirliliklerinin ve dezenformasyonların yaşandığı bir vasatta hakkın üzerindeki bulanık örtünün kaldırılması için bu bir gereklilik olarak kendini dayatmakta; ancak Müslümanların güçleri ve mevcut konumları gözetildiğinde, verili duruma uygun somut öneriler sunulması daha verimli ve gerçekçi olabilirdi. Mesela kitabın 167. sayfasında yer alan ve tüm Müslümanların sorumluluk alanına hitaben "halka gitme" ya da "halka ana diliyle gitme" konusu bu babda algılanabilir.
Ülkenin doğusundan batısına genelde tüm halkın, özelde ise İslami kesimlerin 'sahih bir din' sorunuyla yüzleşmek zorunda olduğu, kimlik ve akide konusundaki yeterlilik ya da yetersizlikleri düşünüldüğünde bugüne dönük bir ivedilikle arzulananların kimler tarafından ve hangi vasatta değerlendirilip, tartışılıp, yerine getirileceği bir sorunsal olarak karşımıza çıkabilir ve insanlar kaldıramayacakları yüklerle muhatap kılınabilir. Önerilen ya da arzu edilen hususların alt yapısının teşekkülü de bir zaman ve zemin meselesi sayılmalı, mevcudu kapsayan öneriler ise daha somut ve vakıaya uygun tarzda dile getirilmeli derken bu elbette sadece M. Pamak ve onun kitabıyla sınırlı bir sorun değil. Dolayısıyla bu husus kitaba dönük bir eleştiriden ziyade, geniş vasatta bir istişari gereklilik olarak önümüzde duran bir tespit olarak algılanmalı.
Bütün bunların yanında, mevcut sorunun ilişkiler ağında yer alan pek çok görüş, politika, arka plan bilgilerinin toplu bir muhtevasını -özet olarak da olsa- sunması bakımından önemli alıntılar içeren kitap, aynı zamanda Devlet, PKK, K. Irak vb. konular (aktüel ya da genel) başta olmak üzere perspektif sunucu açılımların toplu bir muhtevasını da içermekte.
Son olarak şunlar söylenebilir ki M. Pamak'ın kitabı pek çok alt başlık altında gündemde olan ve zihinleri bulandıran soruları gündem yaparak ve bunlara sınırlı da olsa açılımlar getirerek netlik kazandırmaya çalışan önemli bir çabayı ihtiva ediyor. Bu çabaların bundan sonra yapılacak çalışmalara ve atılacak somut adımlara bir yol haritası olması temennisini taşıdığımızı belirtmek isteriz.