Kürt Sorunu hakkında Türkiye'deki İslami mahfillerin değerlendirmeleri önemli farklılıklar taşıyor. Sorunu İslami çerçeve içinde kavrayabilme konusunda zorlanmalar var. Değerlendirmelerdeki farklılık ve çözümsüzlük, büyük ölçüde bu çevrelerin sahip oldukları değerlerin niteliği ile alakalı. Tepkisel tavırların günübirlik kaygan değerlendirmeleri bir yana, genel anlamda çözümsüzlük kendisini "susarak" veya "bekle gör" yaklaşımıyla iyice hissettiriyor.
İçinde yaşadığımız toplumun gündemini tutan Kürt Sorunu karşısındaki çözümsüzlük veya nötr tavır, zaten güçleri değişik yelpazelere dağılmış olan Türkiye müslümanlarının aleyhine işliyor. Şüphesiz Türkiye'deki düşünsel ve eylemsel çoraklık içinde, tevhidi sorumluluklarını üstlenmeye çalışan İslami hareket bağlılarının, soruna yönelik tahlilleri ve eylemsel çabalan, olumlu bir niteliği ifade ediyor. Ama mevcut çabalar marjinallikten kurtulup müslümanların tezini ve görevini belirleyecek henüz ortak bir zemin de oluşturabilmiş değil.
Öncelikle Kürt Sorunu'nu, Kürtçülük hareketlerinin tarihi gelişimine bağlayan ırk kökenli tahlilleri temel belirleyici olmaktan çıkartmak gerekli. Bu konuda Kürtçülük hareketine veya bu hareketin inisiyatifini ele geçiren PKK'nın gayri İslamiliğine karşı çıkışımız, bizi Kürt Sorunu karşısında köreltmemeli. Bununla birlikte konuya ilgi göstermeyi problemin sosyal, ekonomik veya demografik analizlerini yapma gerekliliği olarak gören bilimsel lafazanlığı da, kendi sedirindeki rehavetiyle baş başa bırakmak gerekli. Gelişmelerin zincirini emperyalizmin Orta Doğu halklarına yönelik "böl ve yönet" politikasına bağlıyan izahlar da artık yeni dinamikler karşısında tek yeterli açıklamalar değil. Bu arada konuyu ABD-Almanya eksenli çıkar çekişmeleriyle, siyonizmin veya komşu ülkelerin emelleriyle, Büyük Ermenistan stratejisinin başarısıyla irtibatlandıran veya çok uluslu şirketlerin dağılan Sovyet pazarlarının kulvarına avantajlı konumda giren Türkiye Cumhuriyeti'ni (T.C.) bloke etme girişimine bağlayan tek alternatifli, iç dinamikleri kavrama hususunda özürlü veya yüzeysel yaklaşımlar da sürüp gidiyor.
Kürt halkının, dış mihraklar tarafından kullanılmaya müsait olan aşiret bağından henüz kurtulamadığı için başının beladan ve katliamlardan kurtulamayacağını ifade eden cıvık anlayışlardan, sorunun T.C.'nin baskı ve imha politikalarıyla sindirilerek halledileceğini kestiren dahi(!) siyaset analizcilerine kadar çeşitlenen tahminler mozaiği, ümmetin sorunları karşısındaki yaşanılan yaygın bilinçsizliği ve basiretsizliği sergiliyor.
İşin en üzücü yanı, Kürt Sorunu ile ilgili devam eden yangının -Kur'ani netlik ve tevhidi tutarlılık adına- ancak sınırları aşan ümmet kökenli bir devletin veya sistemin kurulmasıyla söndürülebileceği tezini işleyen bazı müslümanların, problemin yakan ateşi karşısındaki suskunluklarını ve siyasi çözümsüzlüklerini gidermeye çalışacaklarına, bu zaaflarını, akidevi netliklerini vurgulayarak örtmeye çalışmalarıdır.
O zaman Kürt Sorunu'na nasıl bakılmalı?
Yüce kitabımız Kur'an; kavimlerin varlığını, birbirleriyle tanışıklıklarını arttırmaya bağlamış (49/13), kavimlerin dilleri ise anlaşma ve tebliğ aracı kılınmıştır (30/22; 14/4). Önemli olan, fıtri farklılıklar değil, bu farklılıklarla birlikte hayatın amacını kavrayabilmektir. Kavimler topluca Allah'ın ipine sarılıp (3/103) Allah'ın razı olacağı bir yaşam modelini oluşturmalıdırlar. Ve üstünlük 'takva'da olmalıdır. Kavimler arası ilişkilerde nirengi noktası budur. Dili, rengi veya kavmi dolayısıyla bir kişinin veya ulusun kendini diğer kişi ve uluslardan üstün görmesi, Rabbimiz karşısında azgınlaşması demektir.
Bireysel veya kavmi üstünlük fikri, iki türlü azgınlığı içinde barındırmaktadır. Birincisi, iddiacının kendini ilahlaştırması. İkincisi, diğer dilleri, kişi ve kavimleri aşağılaması veya reddetmesi. Burada Allah'ın verdiği doğal ve fıtri hakların gasbı söz konusudur. Bu açıkça zulümdür. Ve İslam, bütün zulümleri giderip, tevhid ve adaleti ikame etmek üzere gönderilmiş bir dindir.
İşte "Kürt Sorunu" da, hemen yukarıda ifade ettiğimiz bu nirengi noktasının kaymasıyla oluşmaktadır. Kürt ulusunun dilini ve kavmi varlığını devam ettirme hakkını yok etmeye kalkışan gasıpların haksızlık yaptıkları nesne, doğal olarak Kürt halkı olmaktadır. Söz konusu zulme, vahyi ölçülerle karşı çıkılacağına, asabiye cahiliyetinin tepkiselliği ile karşı tavır alınması, sorunun kapsamını daha da çetrefilleştirmektedir.
Kavmiyetçilik fitnesi, insanların, Rabbimizin ve O'ndan gelen vahyi bildirimin karşısında kendilerini müstağni görmeye kalkıştıklarından bu yana süregelmektedir. 1789 Fransız Devrimi'yle somutlaşan ulusçuluk fikri, kavmi üstünlük fikrinin sadece modem bir izahıdır. Ama bu modern tanımlama, emperyalist yayılmacılığın elinde etkin bir silah olarak kullanılınca, cahili duygular daha çok körüklenmiş ve halklar arasında bozgunculuk yapılmıştır.
Batılı emperyalistler, ulusçuluk silahı ile, İslam ümmetinin kendisine uygulanan sistemle olan çelişkisi yerine, ümmetin etnik parçalarını oluşturan müslüman halklar arasında yapay bir ırkçılık sorunu ikame etmeye çalışmışlardır. Toplumsal alanda tevhidin gittikçe yitirilişi sonucunda başlayan batılılaşma hareketleriyle İslami kimliğini kaybetmiş birçok devlet ricali ve genç aydın, sistemin çöküşüne çare olarak, Batı'daki Şarkiyat çalışmalarının ürettiği ulusal kültür ve ulusalcılık şablonuna yapışmışlar ve emperyalistlerin bu aldatıcı yemini topraklarımıza taşımışlardır. Bu taklitçi ve güdümlü tutum, kısa zamanda Türkçü, Arapçı, Arnavutçu, Kürtçü vd. akımları oluşturarak ümmet bağını zedelemeye başlamıştır. Batılı müstevliler, İslam ümmetinden ulusal kimlikler ve İslam coğrafyasından ulus devletler yaratma komplolarının başarısızlıklarını ise, 1. Cihan Harbi sonrasında bizzat harita üzerinde cetvelle çizdikleri suni sınırlar yardımıyla gidermeye çalışmışlardır.
Osmanlı sonrası Türkiye'sinde ulusal sınırlar ve ulusal devlet, halkın ve önde gelenlerin cahilliği ve sözünü ettiğimiz emperyalist komplonun iç içe geçmesiyle oluşlu. Kurulan Kemalist T.C. rejimi batıcı, laik, ırkçı öğeler üzerine bina edildi. Kafirlere karşı ümmet şuuru ile kenetlenen Anadolu insanının değerleri T.C.'nin batıcı, laik, pozitivist saldırılar ile çiğnenmeye çalışıldı ve arkasından ulus devlet olmanın gereği olarak, T.C.'nin Türkçü ve asimilasyoncu politikaları, müslüman tebayı emik sorunlar içine ini. Biçimsel de olsa ümmet vakıasına uygun bir bütünlüğü yaşayan Anadolu'nun müslüman tebasına fiili olarak kavmiyetçilik fitnesini bulaştıran, T.C.'nin resmi İdeolojisi oldu. Dolayısıyla Kurt Sorunu'nu oluşturan ve besleyen T.C.'nin kemalist politikası en önemli amili olunurdu. T.C.'nin Kürt halkı öncelinde de uyguladığı zulmü, artık bugün bazı resmi ağızlar bile itiraf etme noktasına geldi.
Osmanlı'dan miras alınan geleneksel kültürü ve mevcut dini değerleri nedeniyle T.C.'nin baskısı ve takibatı altında tutulmuş Türkiye müslümanlarının, 1970'li, 80'li yıllara kadar sorunu kavramalarını ve İslami mücadelenin bir alanı haline dönüştürme basiretinî göstermelerini beklemek, fevkalade olağanüstülük olurdu. Hep beraber takip ettiğimiz gibi, tevhidi uyanışın ve bilinçlenişin ilk kıvılcımlarının ateşlendiği 1960'lı 70'li yılların akabinde ve o da sadece, İslami hareketin heyecanını hisseden veya ciddi bir mücadele hattı oluşturmaya çalışan bazı çevrelerde mesele tartışılma imkanı bulabildi. Ama konuya yakın olmakla beraber ilkeselliği tam netleşmemiş veya duygusallığını aşamamış bazı kardeşler, vakıamızla çelişen bazı değerlendirmeler yaparken uç noktalar arasında savunulabilmektedirler. Bazen sorunun çözümünü mevcut statü içinde tasarlayan yaklaşımlar olabiliyor. Bazen de sorunun bölgesel özelliği ile ulusal çözüm fikri birbirine karıştırılabiliniyor. Yer yer de Misak-ı Milli sınırlarını aşma kaygısı, Misak-ı Milli sınırları içinde bugünkü İslami potansiyelimizi bölme veya ayrıştırma yanlışına meyledebiliyor.
Türkiye'deki İslami potansiyelin tarihi gelişim çizgisinin bütünlüğüne ve Türkiye İslami hareketinin yerel sorunlarının özelliğine dikkat etmemiz gerekir. Türkiye Kürdistan'ı dahil olmak üzere sınırlan emperyalizmin istemi doğrultusunda belirlenen içinde yaşadığımız coğrafyanın insanları arasında, düşünsel ve pratik sorunlar açısından önemli farklar yoktur. Genel olarak doğudaki ve batıdaki cami cemaatinin din anlayışı, alışkanlıkları, kutsalları veya zaafları pek farklı değildir. Türkiye'deki rejimi temsil eden Türkiye Cumhuriyeti (T.C.)nin inançlara vurduğu zincir veya başörtüsüne uzattığı çirkin el yakını olduğumuz sorunlar Hakkari'deki ve Edirne'deki işçinin asgari ücretini de Türkiye kapitalizminin temsilcisi T.C. belirliyor. Türkiye'deki Kürt nüfusun büyük bir çoğunluğu ise Türkiye'nin batısında veya güneyinde yaşıyor. Yapay sınırlarla engellenemeyen karşılıklı ilişkilerimizle, ortak sorunlarımız ve kültürümüzün ortak yanlarıyla Türkiye insanı birbiriyle bütünleşmiş gibidir.
Müslümanlar öncelikle evrensel değerlerini ve duyarlıklarını kendi yakınları ve kendi somutları üzerinde sergilemelidirler. Zira İslam ümmetinin vahdeti ve suni sınırları aşan ümmet devleti, temennilerle değil, oluşturulacak sağlam halkaların kenetlenmesiyle gerçekleşebilir. Bunun için 21, yüzyılın İslam Cumhuriyetleri asrı olmasının temennisi ve çağrısı doğru bir anlam ifade ediyor. Dolayısıyla yakınlıklarımızı dağıtmaya değil, imkanlarımızı kendi coğrafyamızda sağlam bir halkaya dönüştürme çabasına ihtiyacımız bulunmaktadır. Türkiye'deki İslami oluşumların en büyük engelleyicisi T.C.'dir. Sorunlarımızı çözerken, mevcut rejimin saldırısı karşısında ancak birbirimize kenetlenerek karşı durabiliriz. Bu arada evrensel İslami hareketin ilgi alanında bulunmamız bir olumluluğu oluşturur ama, istisna vakıalar dışında dünya müslümanlarının çizilmiş ulusal sınırları aşarak bölgemizde üretilecek Stratejinin fiilî taşıyıcıları olmalarını mümkün kılmaz. İslami hareketlerin sınırı çizilmiş ülke veya yöre adlarıyla bölgesel isimler almaları da bu gerçeklikten besleniyor. Bu açıdan Türk'ü, Kürt'ü, Arab'ı, Laz'ı, Zaza'sı, Boşnak'ı, Arnavut'u, Çerkez'i, Gürcü'sü, Abaza'sı, Pomak'ı, Tatar'ı ile Türkiye'de yaşayan müslümanların aralarında çekilmiş sunî sınırların olmaması çok önemli bir imkandır. Yaşadığımız coğrafya üzerinde bazı bölgelere özgü veya etnik sorunlara dayanan özel politikalarımızın başarı şansı, ancak tüm bu coğrafyanın kurtarılmasını amaçlayan ve hedefi kurulu laik, ulusçu, batıcı sistem olan, top yekün mücadelemiz ve dayanışmamızla başarı kazanabilir. Bunun için de Türkiye İslami hareketinin bütünlüğünü gözetmek elzemdir. Potansiyel imkanlarımızı dar bölgeler veya dar sorunlar adına terk etmek, neticede emperyalizmin ekmeğine yağ sürer. Dolayısıyla Türkiye Kürdistanı'ndaki zulmün giderilmesi, Türkiye'deki zulmün giderilmesinden ayrı düşünülemez.
Peki çözüm olarak ne önerebiliriz? Çözümü hep birlikte üreteceğiz. Ve Allah'a şükür kî bugün Türkiye müslümanları, fikri ve evrensel sorunlarını çözme noktasında eskisiyle oranlanması mümkün olmayan imkanlara ve birikime sahiptirler.
Kürt Sorununun yakıcı ateşi ile kuşatılmış olan bölgedeki bazı kardeşlerimiz soruyor; Türkiye İslami hareketi Kürt Sorunu karşısında hangi çözümü üretti? Bu sorunun cevabı pek olumlu değildir. Ama bu sorunun cevabındaki olumsuzluk, sadece batılı diye nitelenen kardeşlerimize de ait değildir. Doğuda, okuduğu kitaplar, tartıştığı konularla bilinci billurlaşmaya başlayan bir müslümanın gelişimi, İstanbul'da veya Ankara'da yetişen bilinçli bir müslümanın yetişme seyrinden farklı değildir. Türkiye genelinde oluşmakta olan tevhidi bilincin yaşı bellidir ve rüşt yaşına yeni yeni ulaşmaktadır. Türkiye coğrafyasında yetişen hiç bir müslüman düşünsel, yapısal ve siyasal konulardaki yetersizliklerinin faturasını bir başkasına çıkartmak konumunda değildir. Ortada var olan zaaflar, Türkiye müslümanlarının Rabbimizin verdiği nimeti tarihi süreçleri içinde yitirmelerinden doğan genel bir zaaftır. Ve bu zaafın giderilmesinin sahih ve bilinçli çabaları ise yaygın olarak 1960'lı 70'li yıllardan daha ötelere gitmemektedir.
Bugün yaşadığımız zaafları nasıl aşabileceğimizi tartışabilmemiz bir olumluluktur. Bugün sorunlarımızın değerlendirilmesinde anlayabileceğimizi idrak ettiğimiz. Kur'an-ı Kerim'i temel alabilmemiz çok önemli bir gelişimdir. Ama tüm bu olumlulukları mevcut birikimlerimizin de değerini bilerek, karşılıklı diyaloglar içinde nicel pratiklere dönüştürebilmeliyiz.. Çözümün ilk adımı, genelde İslami hareketin değerlerine sahip olmakla birlikte daha henüz gideremediğimiz farklılıklarımıza rağmen ortak sorunlarımızı ortak platformlarda değerlendirebilmem izdir. Diyalog imkanlarının zorlanması kendini kendi güçlülüğüne vehmedenlerin himaye şemsiyesi açması anlamında değil, şu veya bu nedenle karşılıklı beslenen husumetlerden arınılması ve istişare etme vecibesinin bir zorunluluğu olarak algılanmalıdır, İslam, pratik sorunlarımız karşısında takınacağımız tavra göre ahireti kazandıran bir dindir. Ve bizler de müslümanlarız.