Türkiye toplumunun gündemini uzunca bir süredir Kürt sorunu oluşturuyor ve bu konunun önümüzdeki günlerde de toplumsal gündemin başlıca maddesini oluşturacağı görülüyor. Bununla birlikte dikkati çeken bir husus, son zamanlarda bu konuya ilişkin tartışmaların, söylenenlerin ve yazılanların sık sık şu soruyu sorma noktasına gelmiş olmasıdır: Nereye gidiyoruz? Türk-Kürt boğazlaşmasına mı? Yeni katliamlara mı?
Yakın dönemde karşılıklı olarak asker ve PKK'lıların cenaze törenlerinde oluş(turul)an atmosferin; karşılıklı kin ve nefret duygularının Türk ve Kürt halkı arasında yeşertilmesi açısından ciddi gelişmelerin işareti olduğu açıktır. Bu çerçevede 1991 yılının son günlerinde arka arkaya yaşanan Lice ve Kulp ile Bakırköy olaylarının toplumsal değerlendirme ve algılamalarda ifadesini bulan bir 'cinnet'i 1992'ye miras olarak devrettiğini görmek kehanet sayılmamalıdır.
Burada dikkat çekmek istediğimiz yön bu olaylarda yaşanan toplu cinayetkarlık değil, olayların cinayetkarlık boyutunu da aşan yönü. Aslında yalnızca Lice ve Kulp'ta gerçekleşen halkın üzerine ateş açma ile Bakırköy'de gerçekleşen insan dolu bir mağazayı ateşe verme eylemleri bile çılgınlığın hangi noktalara vardığını gösterme açısından yeterli eylemler. Fakat bu çılgınlıktan daha öte bir çılgınlık bu cinayetlere Türkiye toplumunda neredeyse seçmeci bir gözle yaklaşılmaya başlanır olmasıdır. Toplumun bir bölümü Bakırköy katliamına oldukça duyarlı yaklaşırken, ne yazık ki Lice ve Kulp'ta olanları görmezlikten gelebilmekte ve Güneydoğu'da işlenen cinayetlere göz yumabilmektedir. Yine toplumun bir diğer bölümü ise, Güneydoğu'da katledilen masum insanların yasını tutarken Bakırköy'deki olayın Lice ve Kulp'ta yaşananların doğal bir sonucu olduğunu düşünebilmekte ve olayda hayatını kaybeden çocuklar için dahi acıma duygusu taşımayabilmektedir.
İşte bu durum; yani sessiz kalmanın da ötesinde cinayetlerin meşru görülmeye başlanması Türk ve Kürt halkının hep birlikte toplumsal cinnet merdiveninin basamaklarını tırmanmaya başladığının göstergesidir. Yavaş yavaş toplumsal vicdanda yer etmeye başlayan bu meşrulaşma/meşrulaştırma gelişmesi korkarız ki, bir sonraki aşamada muhtemel bir Türk-Kürt boğazlaşması senaryosunda provokatörlere hazır bir zemin teşkil edecektir.
Tüm bu ürkütücü ve hassas tabloya paralel olarak Türkiye'de Kürt sorunu çoğunlukla akıl ve mantık düzleminden ziyade, duygusal bir platformda işlenmektedir. Etnik temele oturan benzeri sorunlarda olduğu gibi Kürt sorununda da taraflar karşılıklı olarak çoğu kez duygularının yönlendirdiği ve belirlediği ölçü(süzlük)lerle konuya yaklaşmakta ve tavır göstermektedirler. Bu da sorunu ve sorun karşısında ortaya konulan düşünce ve tavırları hepten açmazla karşı karşıya getirmektedir.
Bu itibarla bu konuya ilişkin olarak ilk elde yapılması gereken, konuyu çevreleyen duygusal atmosferin dışına çıkıp, soğukkanlı ve mantıklı bir bakış açısıyla konuya yaklaşmak olmalıdır.
Kürt Sorununun Çok Boyutlu Yapısı
Kürt sorununa ilişkin değerlendirme ve tutum ar konunun zaman zaman iç içe geçen, zaman zaman iç içe geçen çeşitli boyutlardan oluştuğunu görmezden gelip tek bir boyuta saplanıp kalmak da yine sıkça düşülen bir başka yanlıştır. Bu yanlış genelde karşılaşılan eksik, dengesiz ve çokçası da saptırıcı değerlendirme ve yorumlan beslemektedir. Türkiye'de Kürt sorununun tek yönlü ve tek boyutlu değil, çok yönlü ve çok boyutlu bir sorun olduğu açıktır. Dolayısıyla konuya yaklaşımda bu özellik sürekli göz önünde tutulmalı ve konunun tanımlanması ve çözümlenmesi noktasında bu farklılaşan boyutların hiç biri yek diğerinden bağımsız, diğerlerini görmezden gelecek bir şekilde öne çıkartılmamalıdır.
Kürt sorununun çok yönlülüğünün bu şekilde altını çizdikten sonra, bu yapıyı oluşturan çeşitli boyutları irdelemeye geçebiliriz.
Ulusal Kimlik ve Batı
Günümüzde İslam dünyası, İslami öğretiye tümüyle aykırı olması yanında, hiç bir tarihsel-kültürel temele de oturmayan bir ölçüde bölünmüş, daha doğru bir ifadeyle parçalanmış bir durumdadır. Klasik sömürgeciliğin çok klasik bir yöntemi olan bu 'parçalama' (böl ve yönet) siyaseti geçmişte sömürgeci güç ve kurumların İslam topraklarında kök satabilmeleri için ağırlıklı bir rol oynamıştı. Aynı siyaset, devam etmekte olan 'yeni-sömürgecilik' döneminde de emperyalistler açısından verimli meyvelerini sunmayı sürdürmektedir.
Emperyalizmin belirleyici rol oynadığı bu atomizasyon politikası sonucunda türetilen sözde egemen devletlerin, milli devletler şeklinde yapılan(dırıl)maları ile mevcut bölünmüşlük sorununa ilaveten ayrıca var olan sınırlar içinde yaşayan farklı etnik kökenden müslüman topluluklar arasında hiç dinmeyecek ihtilaflar da bir anlamda kurumsallaşmıştır. Batı patentli milliyetçilik fitnesinin İslam ümmeti arasında tohumlanması, ihtilafın (sorunun) temelini oluşturmaktadır. Bugün Afganistan'dan Fas'a kadar İslam ümmetini oluşturan halklar arasında 'ümmet' olma bilinciyle çelişen, hatta çok kere bunu tümüyle ortadan kaldıran ölçülerde karşılıklı güvensizlikler, çekişmeler ve zaman zaman da düşmanlıkların mevcudiyeti bir vakıadır.
Batı tüm üçüncü dünya ülkelerinde olduğu gibi İslam dünyasında da yaygın ve etkili ideolojik, kültürel, askeri ve ekonomik mekanizmalara sahiptir. Bu mekanizmalar aracılığıyla, "tavşana kaç, tazıya tut" politikasını hatırlatır şekilde bir yandan işbirlikçi iktidarlar marifetiyle baskıcı, şoven uygulamaları teşvik ederek etnik sorunlara kapı açarken; diğer bir yandan da bu uygulamaların mağduru olan etnik toplulukların hamiliğine soyunarak, tüm üçüncü dünya halklarının birbirleriyle boğazlaşmalarına zemin hazırlayacak olan bir etnik sorunlar yumağı oluşturmuştur.
Müslüman toplumlar arasında coğrafi veya etnik tanımlamanın ötesinde, ulusal kimliğe atfen bir Türklük, Kürtlük, Araplık, Farslık, Peştuluk vd. bilincinin doğuşunda en temel ve belirleyici unsurun Batılı emperyalistlerin İslam ümmetini iç sorunlarla boğuşmaya sevk ederek, zayıflatmaya, çürütmeye ve tahakküm altında bulundurmaya mahkum etme siyasetinin bulunduğu bilinmektedir.
Bugün başta Almanya ve Fransa olmak üzere, Batı dünyasında etkili ve yetkili kurum ve şahısların, Kürtler'e ve Kürt sorununa gösterdikleri yoğun ilgi ve desteğin ardında bit yeniği aramamak için siyasi ilişkiler tarihine göz kapamak gerekir. Batılı çevrelerin bu yoğun işgüzarlığını, kendi kamuoylarından gördükleri insani temellere oturan baskı ve dayatmaların doğal bir neticesi olarak açıklamanın da gülünçlüğü ortadadır. Çünkü bu 'kamuoyu' denilen nesnenin nasıl oluşturulduğu ve yönlendirildiği, düşünen insanlarca çok iyi bilinen bir şeydir. Tüm dünyada Batı emperyalizmi lehine gelişen siyasal konjonktürü de hesaplayarak, geleceklerini şu veya bu ölçüde Batılı çevrelere pazarlayan işbirlikçi Kürt ulusalcı hareketlerinin bu meyandaki açıklamaları kendi kendilerini kandırmanın ötesinde pek bir anlam taşımamaktadır. Pek çoğunun geçmişte sahip oldukları ideolojik formasyon gereği emperyalizm olgusunu; emperyalistlerin kendi çıkarları dışında hiç bir şey düşünmediklerini; emperyalistlerin çıkarları ile mazlum ve müstezaf halkların çıkarlarının temelden çelişik olduğunu ve asla kesişmelerinin mümkün olamayacağım çok iyi bilmelerine rağmen bu hareketlerin son tahlilde vardıkları işbirlikçi, teslimiyetçi tutum; aslında en genel anlamıyla ulusalcı hareketlerin çıkmazını sergilemektedir.
Orta Doğu'da -ve daha özelde Türkiye'de- Kürtler'in sorun olma süreçleriyle; Fas'ta Batı Sahralı (Polisaryolu)ların, Cezayir'de Berberiler'in, İran'da Azeriler'in vd. sorun olma süreçleri emperyalist strateji ve politikalar dahilinde paralel süreçlerdir. Dolayısıyla İslam dünyasında milliyetçi ideolojiden kaynaklanan benzer sorunlar gibi Kürt sorununu da ele alırken, konunun emperyalist çıkar ve hedeflere tekabül eden boyutları gözden kaçırılmamalıdır. Emperyalizm, daha somut bir ifadeyle Batı, dün olduğu gibi bugün de bu sorunun önemli bir boyutunu oluşturmaktadır ve oluşturmayı sürdürecektir. Bu itibarla, Batı'nın İslam dünyasına yönelik hesaplan boyutuyla, Kürt sorunu, bir anlamda ümmetin sorunudur da.
Bu noktada Kürt sorununa ilişkin çözüm önerileri babında sıkça gündeme getirilen ve özellikle Kürtler arasında gittikçe daha geniş bir destek gören 'ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı' (UKKTH) prensibine de değinmek gerekir. Bilindiği gibi UKKTH Batılı-liberal bir dünya görüşünün ürünüdür ve Orta Doğu gerçeğine, İslam ümmeti gerçeğine temelden ters düşmektedir. Allah'ın yeryüzünde hakka şahitlik etme misyonunu yüklediği şerefli İslam ümmetini oluşturan halklardan biri olan Kürt halkının kaderi, İslam ümmetinin kaderinden bağımsız değildir, olamaz da.
Kürt Sorununda TC'nin Rolü
Emperyalizmin, sorunun gözardı edilmemesi gereken bir boyutunu oluşturması olgusu yanında, sorunun tek boyutlu olmadığı da bir gerçektir. Bu itibarla konuyu, yalnızca Batı veya emperyalizmin çıkarları, hedefleri değerlendirmek konunun bir bütün olarak görülmesi önünde ciddi engeller doğurabilir. Üstelik TC rejiminin de konuya ilişkin açıklamalarında sık sık Batı olgusuna örtük atıflarda (dış mihraklar, güçlenmemizi istemeyen sahte dostlar vb.) bulunmakta olduğunu göz önüne alacak olursak, konuyu bu tek boyuta hapsetmenin bizi nasıl bir çıkmaza götüreceğini görebiliriz. Hatırlanacağı gibi, Körfez Savaşı ertesinde faşist Saddâm rejimi de anti-emperyalist bir söylemi bu soruna karşı temel bir açıklama biçimi, bir dayanak olarak kullanmıştı ve halen de kullanmayı sürdürmektedir.
Halbuki Kürt sorununun gelişmesine etki etme noktasında emperyalist güçlere nazaran, daha görünür ve yoğun bir unsur, Kürt sorununu besleyen, biçimlendiren ve yaşatan -şüphesiz son tahlilde tümüyle Batılı bir çerçeveye oturan- egemen milliyetçi ideoloji ve işbirlikçi rejimin ırkçı politikalarıdır. Bir anlamda Kürt sorunu, bu boyutuyla bir Türk sorunudur da.
Bu çerçevede açıklığa kavuşturulması gereken bir husus da, Türk ırkçılığının yönünün ne olduğudur. Kemalist rejimin tesisiyle birlikte bu topraklar üzerinde resmi ideoloji olarak şekillenen Türk ırkçılığının özünde anti-Kürt bir nitelik taşıdığı söylenemez. Türk ırkçılığı özünde, Türk olmayan tüm unsurları karşısına almıştır. Bu itibarla Türk ırkçılığına karşı çıkışın yalnızca Kürt varlığı temeline indirgenmesi, Türk ırkçılığıyla hesaplaşma noktasında ciddi bir eksikliktir.
Burada yine enteresan bir nokta da, Kemalist rejimin pompalamaya çabaladığı ırkçı-milliyetçi duyguların niteliğidir. Kemalist rejimin toplumda oluşturduğu ırkçı bilinç, global planda ne hikmetse hep üçüncü dünya ve müslüman halklara karşı kof böbürlenmeler ve romantik övünmeler şeklinde tezahür etmiş, Batı ve Batılılar söz konusu olduğunda ise hep bir aşağılık kompleksi ve zayıflık halet-i ruhiyesi içinde olunmuştur.
Laik-Kemalist rejimin Kürt sorunu karşısında içine düştüğü acziyet ve iflas halinin, rejimin meşruiyet temelini derinden sarstığı açıktır. 'Ümmetten bir ulus yaratmış' olmakla on yıllardır övünüp duran rejim ve yandaşları, başarılarıyla ne kadar övünseler azdır(!). Bugün Kürt realitesini tanımak zorunda kalanlar, şimdiye dek insanların beyinlerine kazıdıkları yetmemiş gibi, dağlara, taşlara kazıdıkları yüce önderlerinin, çok derin anlamlar taşıyan vecizelerini ne yapmayı düşünüyorlar acaba? Bugün 12 Eylül cuntasının dil yasağını kıyasıya eleştiren Kemalist bilim adamları ve kalemşörler, Güneş Dil Teorileri'ni, Türk Tarih Kongresi saçmalıklarını nereye oturtacaklar? Bugün Kuzey Irak'taki Kürtlerin kardeşimiz olduğunu ilan edenler, yine ümmetten ulus yaratmış olmakla övünmeyi sürdürecekler mi?
Laik-Kemalist rejimle topyekün bir hesaplaşmayı gerçekleştirmeksizin atılacak adımlar, kesinlikle soruna ciddi yaklaşımlar içermekten uzak olacaktır. Çünkü Kürt sorunu en temelde rejimin kimliğinden ve uygulamalarından fışkırmıştır.
Laik-Kemalist rejimin bu topraklara tümüyle yabancı bir yaklaşımla mevcut sınırlar dahilinde ulusal bir kimlik yaratma çabalan -başkaları yanında- Kürt kimliğinin inkarını, yok sayılmasını getirirken, bu red ve inkar politikasına karşı sürekli olarak kanlı bastırmalar, tenkil ve tehcirlerle karşılaşan bir Kürt tepkisine de ebelik etmekteydi. Cumhuriyet'in ilk dönemlerinde İslami unsurların ağırlıkta bulunduğu, 60'lı yıllardan itibaren ise sol bir söyleme bürünen Kürt hareketi inişli çıkışlı bir grafik izleyerek 12 Eylül'e gelmiştir. 12 Eylül cuntasının sistemli bir biçimde yürüttüğü baskı, zulüm ve sindirme politikası ülkenin her köşesinde etkili olmakla birlikte, şüphesiz en ağır olarak Doğu ve Güneydoğu bölgesinde yaşanmıştır. Bu dönemde rejim zalim kimliğine uygun baskıcı yasalarım en ağır biçimde uygularken, çoğu durumda kendi yasal çerçevesine bile sığmayan insanlık dışı pratiklere başvurmuştur. Yine bu dönemde, Firavun timsali yüce önderlerinin gösterdiği ülkü (zulüm) de, ilerlemeye kararlı darbeci dikta rejimi 'ana dili konuşma' yasağı gibi, sıra dışı bir faşizm örneği sergileyerek, rejimin ırkçı, şoven niteliğinin altını kalınca çizmiştir. 'Artık kaybedecek hiç bir şeyinin kalmaması' tanımına uyacak şekilde Kürt halkının ezilmesi, bölgeyi bir patlama noktasına getirmekte gecikmemiştir. Etkili ve başarılı bir gerilla mücadelesi paralelinde Kürt hareketi, artık geçmişte olduğundan çok ileri boyutlarda kitleselleşmiştir.
Kürt Sorununda PKK Boyutu
Özellikle 12 Eylül darbesi ile yoğunlaşan ve derinlik kazanan TC'nin zulüm politikaları, Kürt sorununu yeni bir mecraya sürüklerken, Kürt hareketinin aktif olarak yönlendirilmesi ve ona kimliğinin/karakterinin kazandırılmasında PKK boyutu öne çıkmıştır. Gelinen noktada Türkiye'de Kürt sorunu adeta PKK ile özdeşleşmiş, PKK ile iç içeleşmiş bir hal almıştır.
Özellikle Türkiye Kürdistan bazında Kürt sorununun belli başlı taraflarından biri olarak devreye giren PKK'nın Kürt sorununa ilişkin çözümü, temelde ideolojik kök itibariyle Batıcı ve laik-ulusalcı bir çözüm çerçevesine oturmaktadır. Bu yönüyle PKK'nın soruna yaklaşımının tipik bir tepkisel yaklaşım olmaktan öteye geçemediği ve kendisine tepki gösterdiği mevcut resmi ideolojiyi ters yönden yeniden ürettiği rahatlıkla söylenebilir. Ulusalcı bir ideoloji ve pratiğe, bir başka ulusalcı ideoloji ve pratikle karşı çıkmak, özünde benzeri açmazlarla karşı karşıya gelmekle sonuçlanacaktır, örneğin, şimdiden Kürt ulusalcı çevrelerinde ve yayın organlarında Zazalar'a ilişkin tartışmalarda açığa çıkan tavırlar, resmi ideolojinin yaklaşımlarını anımsatmaktadır.
Öte yandan PKK'nın temelde İslam dışı bir ideolojiye sahip olmasına rağmen, İslami değerlere ve unsurlara yaklaşımı ve bunları kullanma biçimi yine "çağdaş bir kemalist hareket"le yüz yüze olduğumuzu ister istemez düşündürtmektedir.
PKK'nın ideolojik ve politik özellikleri yanında, üzerinde durulmayı gerektiren bir yönü de, kendisine karşıt ve kendisi dışındaki unsurlar üzerindeki tahakkümcü ve yok sayıcı tavrıdır. Bu tavrında genel olarak Kemalist hareketle çok açık bir şekilde benzeştiğini hatırlatmak yerinde olur. 80 öncesi dönemdeki ilk çıkış pratiğinde de ortaya koyduğu, kendisine rakip veya alternatif unsurlara tahammülsüzlüğünü, bugün Kürdistan halkıyla mutlak anlamda özdeşleştiği iddiasıyla birlikte çok ileri boyutlara vardıran PKK, farklı her ses ve oluşumu şiddetle bastırmayı genel bir yöntem olarak sürdürmektedir. Bu zeminde klasik şiddet ile propagandif saldırı ve karalamalar her zaman birlikte yürütülmektedir. Her türlü aykırı gelişme 'TC uşaklığı, MİT ajanlığı, provokatörlük' gibi beylik karalamalarla bir yandan yoğun bir karşı propagandaya tabi tutulurken, bunun paralelinde gelişecek olan şiddet ve teröre de gerekli meşruiyet zemini oluşturulmaktadır. Yakın dönemde gündeme gelen Mehmet Şener ve PKK-Diriliş olayında yaşananlar hatırlanacak olursa, son zamanlarda bölgenin bir Çok yerleşim biriminde PKK ile müslümanlar arasında ortaya çıkan çatışmaların ardındaki belirleyici nedenler de daha rahat anlaşılabilir. Şüphesiz, özellikle bölgenin sıcak ortamı göz önüne alındığında, her türlü vahy dışı ideoloji nezdinde İslami kimliğinden taviz vermeye yanaşmayan müslümanların varlığının, TC kadar PKK açısından da rahatsızlık unsuru oluşturması kaçınılmazdır. Bu noktada müslümanlar mevcut olumsuzluğun, en görünür ve körükleyici unsurunun mevcut şirk sistemi olduğu kararlılığı ile adımlarını ileri doğru atarken, bu arada istikametlerini saptırıcı ve kendilerine yönelen her türlü saldırının, temelde egemen sistemi sevindireceği bilincindedirler.
PKK; yurt dışı bağlantıları, ideolojik pragmatizmi, hem karşıtlarını pasifize edici, hem de sempatizanlarında kahramanlık mitosları uyandırıcı bir biçimde şiddet unsurunu etkili kullanmasıyla ve daha önemlisi kadrolarını sıkı bir disiplin ve alabildiğine fedakarlığa hazır bir şekilde eğitmesiyle, dünyada ulusal kurtuluş mücadelesi verme iddiasındaki bir çok benzeri harekete kıyasla çok uzun sayılmayacak bir sürede başarılı bir pratik ortaya koydu. Bugün artık ister tarihte yaşanmış olsun, isterse de güncel bir olaya ilişkin olsun, Kürt sorununa ilişkin her konunun değerlendirilmesinde, tartışılmasında, hatta algılanmasında ister istemez PKK boyutu devreye girmekte ve konuya yaklaşımı belirleyebilmektedir.
Özellikle 1990 Mart'ına tekabül eden Nevruz eylemleri PKK'nın adeta sıçramalar göstererek geniş bir kitle tabanı oluşturduğunun ilk somut işaretleri sayılabilir. En son olarak 20 Ekim 1991 seçimlerinde Kürt ulusal taleplerinin legal platformundaki savunucusu olma iddiasındaki HEP'li milletvekili adaylarının, SHP listelerinden birçok yerde açık farklarla seçimi kazanmaları da, genelde Kürt hareketinin kitlesel desteğinin boyutlarını ortaya koymakla tüm Türkiye kamuoyunda ve tabii ki müslümanlar arasında da bir sarsıntı yaratmıştır.
Türkiye kamuoyunda 'Güneydoğu elden gidiyor' şeklinde yansıyan kısmen çaresizlik, kısmen de panik havasından ayrı olarak müslümanların konuya yaklaşımında, daha derin ve sarsıcı bir soru asılı durmaktadır: "Nasıl oluyor da Türkiye'nin geneliyle karşılaştırıldığında İslami duygu ve değerlerin görece çok yoğun bulunduğu Güneydoğu'da, İslami ümmet anlayışıyla temelden çelişen ulusal kimlikli bir hareket palazlandırılabiliyor? Ve daha kötüsü bu hareket iki yüzlü ve münafıkça politika ve görüntüler sunmakla birlikte temelde laik-kafir bir siyasi yapının önderliği ve çerçevesine tabi olabiliyor?"
İşte bu sorular bizi konunun -elbette bizim açımızdan en önemli ve hayati boyutu olan- müslümanlarla ilgili bir diğer boyutuna yönlendirecektir.
Müslümanlar ve Kürt Sorunu
Türkiyeli müslümanların Kürt sorunu karşısında şu anda genel olarak içinde bulundukları edilgen ve dışarıda kalmış konumlarının; bir kendilerinden kaynaklanan dahili, bir de tümüyle belirleyici olmasının söz konusu olamayacağı harici nedenleri vardır. Bizi burada daha yakından ilgilendirmesi gereken, Türkiyeli müslümanların Kürt sorunu karşısında kendi ideolojisi ve somut konumuyla tutarlı, cahili yönelimlere açık kapı bırakmayan, İslami alternatifi ve çözümü kitlelere ulaştırabilen bir tutum ve politika geliştirememesinin dahili nedenleri olmalıdır.
Devrimci müslümanların Türkiye genelini kuşatacak ölçüde ideolojik tutarlılık taşıyan bir program ve organik bir bütünlük taşıyan bir hareket ortaya koyacak kadar olgunlaşmamışlığı ve ideolojik ve pratik bir 'hat' oluşturmak noktasındaki yeniliği, şüphesiz müslümanlardan kaynaklanan en temel ve belirleyici unsurdur.
Burada bir hususun altının çizilmesi de gerekmektedir. Şöyle ki; Türkiye İslami hareketinin Kürt sorunu karşısında kuşatıcı ve belirleyici bir tavır koyamamış olmasının ardında, zaman zaman müslümanlar arasında gündeme gelen özeleştiri veya suçlamalarda da rastlanıldığı gibi özelde Kürt sorununa ilişkin bir takım özellikler aramak yanlıştır. İslami hareketi sağcı, milliyetçi, resmiyetçi etkilerden tümüyle arınmamış olmakla eleştirmek kesinlikle mübalağalı ve haksız bir eleştiridir. Türkiye İslami hareketinin Türkiye'nin birçok toplumsal sorununda olduğu gibi, Kürt sorununa ilişkin olarak da henüz açık ve etkili politikalar geliştirememiş olmasına en temelde İslami hareketin Türkiye'deki gelişim süreci açısından bakılmalıdır. Bu eksikliğin ardında ısrarla, şu veya bu ideolojik ve/veya sosyal etkenlerin aranması müslümanlar eliyle İslami hareketin yıpratılmasından başka bir sonuç vermeyecektir.
Kuşatıcı ve bütüncü bir İslami hareketin henüz ortaya konulamadığı noktada, bölünmüş yapılar, açıkça belirlenmemiş programlar ve adeta kendiliğinden bir araya gelişler temeline oturan grup veya grupçuklardan, birçok sosyal-siyasi sorunda olduğu gibi, Kürt sorununa ilişkin olarak da somut ve tutarlı politika ve pratikler beklemek zaten anlamsızlaşmaktadır. Gelinen noktada ya çoğunlukla sorunu zamanında tümüyle kavrayamamaktan kaynaklanan kronik bir geç kalmışlık duygusuyla 'artık yapacak bir şey yok' gibi sorumluluktan kaçıcı, ya da 'trene yetişme' kaygısıyla ilkelerden rahatlıkla taviz vermeye ve ideolojik savrulmaya teşne bir açmazla karşılaşılabilmektedir.
İdeolojik savrulma tanımlamasına uygunluk arzeden bir anlayışın özellikle Kürt kökenli müslümanlar arasında eskiye oranla daha fazla prim yapar hale gelmesi olumsuz bir gelişmedir. Şöyle ki; yaygın anlayış olmasa da Müslüman Kürtler arasında 'Doğu'nun toplumsal şartlar ve dinamiklerinin Batı'nınkinden çok farklı olduğu, dolayısıyla Kürdistan'a özgü ayrı bir program ve ayrı bir örgütlenmenin gerektiği' şeklinde ifade edilen görüş, daha sık telaffuz edilir olmuştur. Bu görüşü doğrulatmak için de farklı ülkelerdeki İslami hareketlerin birbirlerinden bağımsız hareketler oluşturduğu olgusu öne sürülmektedir.
Bu anlayış, Türkiye gerçekliğini görmezden gelme ve bir hareketin başarılı olabilmesi için gereken toplumsal şartlan yeterince tahlil edememe noktasında politik bir zaafiyet taşımakla beraber, bundan daha vahim bir olumsuzluk olarak kesinlikle ümmet perspektifini geriletici, daraltıcı bir nitelik içermekte oluşu nedeniyle de ideolojik bir çelişki taşımaktadır.
Nasıl ki emperyalizme karşı mücadele noktasında Endonezya ile Fas'ın veya Afganistan ile Yemen'in kurtuluşları paralel süreçleri ve dayanışmayı gerektiriyorsa; homojen sayılabilecek bir toplum olarak birbirinden yalıtıl(a)mamış bir coğrafi alanda ve herşeyden önemlisi aynı şirk sisteminin boyunduruğu altında yaşayan müslümanların da, birbirlerinden ayrı kurtuluşları ve tabii ki ayrı kurtuluş süreçleri olamaz. İslami kardeşlik anlayışımız bize Türküyle, Kürdüyle, Arabıyla, Lazıyla, İstanbullusuyla, Diyarbakırlısıyla, Hataylısıyla, Trabzonlusuyla ortak bir zeminde birlikte mücadeleyi dayatır. Aksi halde İslami mücadelenin rengi ile ulusalcı ya da bölgeci mücadelenin rengi birbirine karıştırılmış olur.
Burada olumsuzlanan tutum elbette çeşitli yetersizliklerden veya aşama ile ilgili konumlardan kaynaklanan dar bölgelerde ortaya çıkan İslami oluşumlar vakıası değildir, İslami sorumluluk dahilinde bir araya gelmelerin en yakın çevrede gerçekleşmesi tabii bir durumdur. Tabii olmayan ise, bu oluşumları etnik veya bölge temelinde bilinçli bir tutumla sınırlamaya yönelik yapaylıklardır.
Devrimci müslümanları Kürt sorununa ilişkin olarak doğrudan olmasa da dolaylı biçimde olumsuz olarak etkileyen bir diğer önemli nokta da, geniş anlamıyla Türkiyeli müslüman kitlede sağcı-milliyetçi anlayış ve politikaların hükmünü sürdürmekte oluşudur. Devrimci müslümanlar ideolojik ve siyasi açıdan, bu kesimlerle ve anlayışlarla aralarındaki çizgiyi net olarak ayrıştırmış olmalarına rağmen, İslam ve müslümanlar adına ortaya konulan bu yanlış anlayışlardan ve politikalardan ister istemez etkilenmekten mutlak olarak kaçınamamaktadırlar. En son olarak 20 Ekim'de yaşanan üçlü ittifak olayı ve sonuçları bu olguyu açıkça yansıtmıştır. Sağcı-milliyetçi tutum bir yandan, Türkiye Kürdistanı'nda yükselen ulusal kimlikli hareket diğer yandan olmak üzere genel müslüman kitle arasındaki açı sürekli büyütülmektedir. Hem Türk, hem de Kürt ırkçılarının beklentilerine uygun bir zeminde gelişen bu durum, en olumsuz biçimde müslümanları etkilemektedir.
Türkiyeli müslümanlar Kürt sorunu karşısında ciddi bir tehditle yüz yüze gelmişlerdir. 'Dimyat'a pirince giderken, evdeki bulgurdan olma' özdeyişini hatırlatan bir duruma benzemektedir konumumuz. Şöyle ki; müslümanlar yıllardır İslam dünyasını bölen sınırlar içinde egemen siyasal ideolojiyi oluşturan milliyetçiliğe ve onun müslüman halklar arasındaki izdüşümlerine kökten ve bütüncü bir karşı çıkışı temsil etmekteydi. 'Sınırsız İslam devleti' sloganı ile kendini ifade eden bu yaklaşım, ümmeti bölen sınırların emperyalistlerce çizildiği ve işbirlikçi iktidarların zoruyla korunduğu tezini içermektedir. Müslüman halkları bölen bu yapay sınırların kalkması talebi ile yola çıkan müslümanların, bir anlamda mevcut sınırlara yeni sınırlar katmak talebi ile karşılaşmaları şüphesiz savunulan İslam ümmetinin evrensel birliği tezine ciddi bir meydan okumadır. Bu itibarla kendisine karşı mücadele verilen resmi ideoloji laik kafir bir ideoloji ve onun sistemi de olsa, müslüman bir topluluğun ulusal kimlikli bir hareketin peşine takılması ve sınırsız İslam devleti idealini mevcut konumdan çok daha ötelere iteleyecek şekilde 'her ulusa, her kavme bir devlet' şeklinde somutlanan bir talebe yönelmesi, İslamî öğreti ile müslümanların hali arasındaki kopukluğu, ayrışmayı derinleştirici bir etki yapacaktır.
Müşrik Sistem ve İdeolojilere Karşı İslam Ümmeti'nin Birliği İçin Çabalayalım!
Kürt sorunu karşısında egemen resmi ideoloji, bugün tam bir iflas ile karşı karşıyadır. Egemen resmi ideolojiye rakip olarak, Kürt halkının sözcüsü olma iddiasıyla ortaya çıkan PKK ise, tüm konjonktürel başarılılığı ve halk arasındaki popülaritesine rağmen, temelde resmi ideolojinin bünyesinde taşıdığı tüm hastalıkları ve açmazları aynen taşımaktadır.
Bu noktada şimdiye kadar ki pratiğiyle pekiyi bir sınav verdiği söylenemeyecek olan İslami hareketin, bu soruna ilişkin sorumluluğu daha bir artmakta ve aciliyet kazanmaktadır.
İslami hareket, özellikle Kürt kökenli halka etnik açıdan karşılaştıkları zulüm ve baskıların temelde ulusalcılığın doğal sonuçlan olduğunu; bu itibarla, ulusalcı bir devlete karşı çıkarken yine ulusalcı bir devlet talebi ileri sürmenin bir yanlışı bir başka yanlışla karşılamak olacağım, iki yanlışın ise asla bir doğru etmeyeceğini; İslam ümmetinin birliği yönünde çaba sarfetmek yerine, ulusal birlik yolunda çabalamanın gayri İslamiliği yanında, Kürt ulusal devleti talebinin zaten parçalanarak çizilmiş mevcut sınırların yeniden parçalanmasını içermesi açısından geri ve ilkel bir talep olduğunu anlatabilmelidir.
Yine İslami hareket en başta Türk kökenli halk olmak üzere Türkiye'de yaşayan tüm insanlara, egemen rejimin müşrik yapısını ve bu yapıdan neşet eden ırkçı, şoven, sömürücü ve işkenceci ideoloji ve uygulamaları teşhir etmelidir. Tüm Türkiye toplumunu; Laik-Kemalist rejimin geçmişte ve günümüzde Türk milliyetçiliği adına işlediği zulümler ve cinayetlere karşı tavır almaya ve Kürt kökenli insanların, ayrı bir devleti de içeren ayırıcı taleplere yönelişini hazırlayan etkenler üzerinde düşünmeye çağırmalıdır.
Yeryüzündeki itikadi, idari, ekonomik, etnik ve her türlü zulme, şirke, sömürüye karşı ancak vahyin getirdiği evrensel ilkelere sımsıkı sarılmış bir ümmet birlikteliği ile karşı çıkılacağım öğreten ve sorumluluk alanımızı bildiren İslam; bu gün müstezaf kitlelerin gündeminde çok daha fazla yer tutmalıdır. Yaşanılan zulüm karşısında İslami çözümü gündeme getirmek, ancak ümmet birlikteliğini oluşturabilen müminlerin, toplum önündeki şahitliği ile gerçekleştirilebilir. Dolayısıyla sun'i sınır engellerini aşabilen bütün müslümanların genel veya mevzi olumsuzluklar karşısındaki dayanışması ve birlikteliği kaçınılmazdır.
Yugoslavya'dakine benzer etnik boğazlaşma ihtimallerinin çok sıkça gündeme gelmeye başladığı bugünlerde, bu toprakların kan ve gözyaşına boğulması tehlikesine karşın, İslami hareketin yüklenebileceği -ve yüklenmesi gereken- önemli fonksiyonlar vardır. Çeşitli etnik ve coğrafi farklılaşmalara dayanan unsurların kardeşliğinin sağlanması noktasında İslami hareket, ciddi bir sorumlulukla karşı karşıyadır. Bu sorumluluğun yerine getirilebilmesi için ise, her şeyden evvel İslami hareketi oluşturan müslümanların birbirleriyle olan ilişkilerini 'kardeşlik hukukuna' uygun bir zemine oturtmaları gerekmektedir.