"Biz her elçiyi, yalnız kendi kavminin diliyle gönderdik ki onlara açıklasın." (İbrahim, 14/4)
Kürt dili ve Kürtçe konuşan halk, yıllarca inkar ve imha politikalarına maruz kaldı yanı başımızda. Devlet despotizmini sistematik olarak diğer muhalif kesimlere olduğu gibi Kürtlere de yöneltmiş ve 1925 Şeyh Said ayaklanması ise, bu totaliter vasfının dozajı sürekli bir şekilde artan pratik-politik gelişmelerle bütün toplumsal kesimler için kâbus dolu günlere start vermiştir. Ayaklanmanın akabinde meydana gelen gelişmeler ve paşaların beyanatlarına yansıyan ifadeler de bunun en çarpıcı kanıtlarındandır. Yalnızca Şeyh Said ailesiyle sınırlı kalmayıp "iskan kanunları" adı altında pratize edilen sürgünler de, bu despotizmin Kürt halkına yansıyan bir boyutudur.
Gerek düzenin izlediği politikalar, gerekse yerlici-muhafazakar çevrelerce dillendirilen çarpık kardeşlik yaklaşımları karşısında, Kürt aydın ve aktivistlerin gerek entelektüel düzlemde ve gerekse de örgütsel alanda verdikleri cevap aynı oranda şiddet merkezli ve tepkisel olmuştur.
Diğer yandan kimliğini geleneksel hurafelerden ve modern saplantılardan arındırıp tevhidi hakikatle bütünleşen inkılabi Müslümanlar da söz konusu sorun ve gelişmeler karşısında yeterince çözümleyici olamadıkları gibi, kendi içerisinde oldukça çeşitlenen karmaşık tutumların sahibi olmuşlardır. Bu tutumlar; bazen sorunu erteleyip görmezden gelmek, bazen de kilitlenip kalmak şeklinde tezahür etti. Kimi zaman ideal düzlemde bu sorun yok sayılırken, kimi zaman da soruna karşı oldukça ütopik ve yaşanan pratikten kopuk çözüm önerileri ortaya çıkarıldı. Vakıa ile yüzleşip onu bir an önce aşmak gerekirken, yazık ki Müslümanlar bu konuda oldukça uzun sayılacak bir süre bocaladı ve nitekim bu halleri büyük bir oranda devam etmektedir.
İşte bütün bu sorunlar karşısında derin bir umutsuzluğa kapılan Müslüman Kürt gençliği de, karşı karşıya kaldığı bu çok yönlü kuşatmayı aşamadığı gibi, bölgede hem siyasi hem de kültürel alanda inisiyatifi giderek ele geçiren seküler-ulusalcıların etki alanına giren toplum kesimlerine karşı da umut bahşedip silkindirecek bağımsız bir istikamet geliştirememiştir. Dolayısıyla, oluşan devasa boşluğu dolduranlar da -yazık ki Müslümanlar değil- kemalizmi tersinden üreten (Öcalanizm) ve putperestliği yücelten materyalistler olmuştur. Zira; zamanında umursanmayıp es geçilen seküler hareket, zamanla kurumsallaşmasını geliştirerek hızlı bir kitleselleşme aşamasına girmiştir. Gelinen bu nokta genelde "ümmet birliğini hedefleyen ve bu hedefe ulaşmak için oluşturulmaya çalışı)lan Evrensel İslami Hareket" hattının doğal sorunu olsa da; özelde Kürdistanlı Müslümanların öncelikli sorunlarından olmalıydı. Zira onlar açısından her ne kadar ciddiye alınmasa da seküler-materyalist hareket yoğun ve etkili propagandası sonucu dini-İslami bir gelenekten gelen ve medrese kültürüne bağlılığıyla öne çıkan Kürt halkını (özellikle gençlik kesimini) olabildiğince sekülerleştirmiştir. Ve yazık ki bölgedeki din kılıflı basiretsiz örgütler/yapılar ve tam bir Samiri misyonunu temsil eden "mele"ler de gençliği bunaltmış, İslami kimlikten şüphe duymasına sebep olmuş, kendilerine özgürlük ve adalet getirmek yerine daha çok uyuşturup baş eğdiren bu "dinsel afyon"dan belki de bir daha dönmemek üzere uzaklaştırmıştır.
Yaşanan bu çok yönlü ve derin sapmanın sorumluları seküler/ulusalcı örgütlenmeler ve feodalist beylikler olsa da; Kürdistanlı muvahhidler bu acı sonun asıl nedenini kendi yetersizliklerinde aramalıdır. Sorumlulukları oldukça ağır olan Müslüman Kürt gençliği, artık klasikleşmiş olan yakınmacı-dövünmeci öykünmeci tutumu aşıp sorumluluğunu kuşanmalı-dır. Kürdistanlı Müslümanlar tarihlerini yazacak olan yarının nesline yeni Selahattinleri ve öncüleri ulaştırmalıdır. Tevhidi bir istikamet doğrultusunda, nesillerinin aşağılık kompleksine kapılmadan üzerinde yürüyebilecekleri bir zemin inşa edilmelidir. Ez-cümle; Kürdistanlı Müslümanlar, üzerlerine çöken enkazdan (İlim) ve seküler-materyalist yığıntıdan (PKK) alınlarının akıyla çıkmalıdır. Bunun için atılması gereken öncelikli adım; kendi kavmi gerçekleriyle yüzleşilmesi, bir parçası oldukları mahrum-müstezaf halkların iletişim dili olan Kürtçe'nin bütün şiveleri ile donanılması ve dini tasavvurun o dili konuşan geniş kesimlere ulaştırılmasıdır. Nihayetinde "Evrensel İslami Hareket" istikametinden kopmadan "ana dil" aracıyla bir sosyo/kültürel atılım gerçekleştirilmelidir. Dergi, kitap gibi mesajı ulaştırma ve kalıcılaştırma araçlarının, kendi toplumlarının iletişim-anlaşım dili olan Kürtçe ile yazım-basımı da bu çabayı hızlandıracaktır.
İşte bu çerçevede atılmış umutlandırıcı bir adım olarak M. Şakire Koçer'in çıkan son kitabı "Guantanamo"nun örnek verilmesi yerinde olacaktır.
Şairin eserlerinde kullandığı dilin müzikalitesi oldukça yüksek olması, şiirlerinin kolayca bestelenebilmesine olanak sağlıyor. Kürtçe içli ağıtlar yakan M. Şakire Koçer Tatvan doğumlu olup halen Kürdistan'da yaşamaktadır. Bir şair olmasının yanı sıra, aynı zamanda bir yazar ve insan hakları aktivistidir. Makaleleri daha önce Sebat Dergisi'nde yayımlanan Koçer'in üç de şiir kitabı bulunmaktadır. Şairin/yazarın şiir kitaplarını Kürtçe kaleme alması, yukarıda özetlemeye çalıştığımız sorunsala karşı gösterdiği duyarlılığının bir yansımasıdır. Gerek yayımlanmış olan üç kitabının, gerekse piyasaya yeni sürülmüş olan "Guantanamo"nun yayım evlerinin belirsiz oluş nedenini, İslami bir yayım politikasına sahip bağımsız Kürtçe yayım evlerinin bulunmayışına bağlıyor şairimiz. Bu nedenle benzeri kitaplara ulaşmamız güç. Dileğimiz, Kürdistanlı Müslümanların bu sorunu bir an önce aşmalarıdır.
"Guantanamo" ismini taşıyan kitap adından da anlaşılabileceği gibi istikbar tarafından esir alınıp tutsak edilmiş kardeşlerimize yöneltiyor dikkatlerimizi. Kitap boyunca, şiirler aracılığıyla okuyucunun ufku, dünden bugüne gelerek ümmetin kanayan yaraları olan Filistin'de, Lübnan'da, Bosna'da, Kürdistan'da, Keşmir'de, Çeçenya'da gezintiye çıkıyor. Ve bu gezintinin ardından, kendisini bir anda 11 Eylül 2001'de derin bir yara alan kudurmuş bir ejderhanın karşısında buluyor, (s. 10, 36 / ABD) Son nefesini verirken (ABD'nin Afganistan ve Irak'a saldırısına atıf yaparak) nasıl da azıtıp etrafa korkunç alevler püskürttüğünü izliyor... Nihayetinde "Cenk Kalesi"ndeki şehit mücahitler selamlandıktan sonra baharın (özgürlük-zafer) müjdesi verilerek son buluyor, (s. 21, 25, 42) Bu gezintilerle birlikte kitapta, neredeyse unutulmanın eşiğine gelen muvahhid tutsaklarımızdan birine, vefakar, direnişçi kardeşimiz Nurettin Şirin'e de bir şiir atfedilmiş. (s. 33) Baştan sona kadar derin ve senkronize bir lirizmin eşlik ettiği anlatımı ile kitap adeta okuyucusunu hüzünlü ama aynı zamanda coşkulu bir ırmakta yüzdürüyor. Sona geldiğinizde artık soluklanmış olarak içinizdeki umutlandırıcı ve coşturucu ezgiyi mırıldanarak adımlıyorsunuz yolunuzu.
Kitaptaki Türkçe yazılmış giriş bölümü de üzerinde durulmaya değer. Zira giriş bölümünde oldukça dikkat çekici "şiirimsi" şiir tanımlamaları söz konusu...
M. Şakire Koçer gibi kimliği uğruna bedel ödemekten çekinmeyen muvahhid yazarlar Müslüman Kürt okuyucusunun ilgisini bekliyor.