Majed Nassar
Nassar İbrahim, AIC (Alternative Information Center: Alternatif Bilgilenme Merkezi) üyesidir.
Dr. Majed Nassar, Sağlık İşleri Komitesi'nin vekil müdürüdür. 'Cry Freedom: Özgürlük Çığlığı' adlı kitabı 2002 Nisan'ında basılmıştır.
Hiç şüphe yok ki son on yıl içinde küreselleşme karşıtı hareketler sürekli artarak kamuoyunda destek bulmuştur. Bu destek en çok 1999'da Seattle'da şaha kalktı ve halkta bomba etkisi yaptı. Aynı zamanda Washington, Genoa ve Los Angeles'ta da kayda değer çıkışlar görüldü. Bu öfkenin dışavurumuna bir tepki olarak küreselleşme süreci genelde, ekonomik ve kültürel boyutlar çerçevesinde, kendini hep önemli, analitik bir kavram olarak ortaya koydu. Öte yandan sosyal ve politik analizciler bu küreselleşme karşıtı popüler hareketi engellemekten geri durmadılar.
Bununla beraber, bu harekete hizmet eden küreselleşme karşıtı halk desteği ve analitik iskeletin gelişimi, çok uluslu kurumlar tarafından kontrol edilen dünya pazarının dinamiklerine karşı ortaya çıkan örgütlü bir çatının meydana geldiğini göstermektedir. Küreselleşme karşıtı hareket, ülke içinde, ülkeler arasında, Kuzey ve Güney arasında sosyal çatışmalar çıkaran çok uluslu kurumların dünya çapındaki politikalarıyla mücadele eden ilkeli bir harekettir. Küreselleşme politikaları çevreyi tehdit etmekte, fakirlik ve cehalet oranını arttırmakta; kültürel ve dini çatışmaların oluşumuna zemin hazırlamaktadır.
Küreselleşme, bilgi ve iletişim devriminin, ekonomik, kültürel ve siyasi mücadelelerin ürünüdür. Bu süreç, gelişmiş ülkelerde çok uluslu kurumların küresel gücünü arttırmak için para ile istismar edilmektedir. Aynı zamanda küreselleşme karşıtları da, batılı gelişmiş ülkelerin özdekleri ve ideolojik temellerine ve hala Batıyı sosyal ve kültürel bir model olarak gösteren, Batının gücüne "bütün ulusların ve kültürlerin ulaşılması gereken son noktadır" diyen emperyalist uygulamaların karşısındadır.
Bu çok uluslu kurumların ve Batı emperyalizminin müttefik hakimiyeti, diğer devletlerin kontrol altında tutulmasını gerektirmektedir. Öte yandan diğer batılı devletler ise dünya nüfusundaki çeşitlilikleri bastıracak; milli, kültürel ve sosyal değerlerin kendi içinde kalmasını sağlayacaktır. Aynı zamanda bu hakimiyet politikası, kurban seçilen ulus ve kültürlerde yıkıcı bir şiddetin; dünyayı, bir savaş zincirinin ve kendi kendini yok etme sürecinin içine iten şartların oluşmasını sağlayacaktı.
Küreselleşme tartışmasının ana yapısı, genelde modern ekonomik güçlerle ve özelde çok uluslu kurumlarla ilişkide, emperyalizmin rolünü tetkik etme şansı verir. Bu bağlamda, küreselleşme çoğunlukla ülkelerin çok uluslu kurumların taleplerine ses çıkarmamaları olarak tanımlansa da, küreselleşme ve anti-küreselleşmenin ana yapısı, bize daha çok ikili ilişkilerde öne çıkan emperyalist tutku ve ticari çıkarların öngörülmesi amacını taşıyan kavramsal bir yapıyı vermektedir.
Görüyoruz ki, birinin maksadı diğerinden ayrı düşmemektedir. Emperyalist tutkunun esiri çok uluslu batılı güçlerin ticari çıkarları birbirini gütmekte ve karşılıklı birbirini desteklemektedir. Bu, uluslararası ilişkilerde eşit olmayan güçlerin uygulandığı sahalarda açıkça görülebilir. Bu, GATT anlaşmalarında veya ABD'nin başlattığı birçok savaşta da görülebilir, ırkçılık ve çevre konulu uluslararası konferanslarda da ve ABD'nin Birleşmiş Milletlerde engelleyici ve müdahil tavırlarında da…
İnsanlığın zenginliğini korumak amacı ile sosyal, ahlaki ve kültürel bir karşı duruş sürecine acilen ihtiyaç duyulmaktadır. Böyle bir duruş bilimsel ve teknolojik gelişmeleri reddetmez. Bu, bütün milletlere, uluslara, sosyal gurup ve sınıflara hizmet eder. Böylesi gelişmeler, bir tek millete, kültüre veya bir kuruma hasredilmemelidir. Bunlar, milyarlarca insanın ıstırabının, fakirliğinin bedeli olan ortak bir faydaya adanmalıdır.
Filistin meselesi küreselleşme sürecinin emperyalist manifestosundaki en trajik konudur.
Filistin Trajedisi ve Küresel Baskıda İsrail'in Rolü
Birinci Dünya Savaşı'nın sonunda Büyük Britanya 1917 Balfour Deklerasyonu ile Yahudilere Filistin'de bir yurt kurma sözü verdi. İngiliz mandası süresince Britanya, Siyonist hareketin etnik ve ırkçı sömürge projelerini destekledi. 1916 Sykes-Picot Anlaşması uyarınca Büyük Britanya Filistin'deki mandasını da kullanarak Siyonist hareketi korudu ve siyasi, ekonomik ve askeri olarak destekledi. İkinci Dünya Savaşı'nın sonunda Büyük Britanya, Filistinlilerin otuz yılık direnişine karşı yapılan insanlık dışı baskılardan sonra, çoktan Siyonistlerin Filistin'i ele geçirmesinin zeminini hazırlamıştı.
İkinci Dünya Savaşı'nın bitmesi ve ABD'nin kapitalist rejimlerin lideri olmasından sonra Siyonist projenin sponsorluğu Amerika'nın eline geçti. Silahlı Siyonist çeteler, silahsız Filistinlilere karşı 1947-1948 yıllarında bir savaş başlattılar. Sonuçta Filistin toprağının yüzde 78'i üzerine kurulan bir İsrail devleti ortaya çıktı. On dokuz yıl sonra 1967'de İsrail Arap ülkelerine saldırdı ve bütün Filistin'i, Mısır'ın Sina'sını ve Suriye'nin Golan tepelerini ele geçirdi.
Bu savaşların sonucunda bir milyondan fazla Filistinli evlerini ve topraklarını terk etmeye zorlandı ve bu insanlar komşu Arap ülkeleri Ürdün, Suriye ve Lübnan'ın kamplarında yaşayan mülteciler oldular. Bugün mülteci sayısı dört milyona ulaştı. İsrail, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi tarafından yayınlanan uluslararası yasayı ihlal etme pahasına, bu insanların evlerine dönmelerine müsaade etmemektedir.
Bu sömürgeleştirme yasaları, Yahudilerin varlığını korumak amacı ile geçirilmiş olmasına rağmen, batılı güçlerin etkisi küresel güç ilişkilerinin şekillendiği önemli bir anda gösterdi kendini ve bu da batılı güçlerin küresel kapitalizmin çıkarlarını Ortadoğu'da koruyacak bir köprü atmasına yaradı.
Böylece İsrail de bölgedeki emperyalist projenin bir parçası olarak kuruldu, tabi Yahudi trajedisi de asıl maksada ulaşmak için bir meşruiyet vasıtası oldu. Bu bağlamda Yahudi halkının büyük bir çoğunluğu da bu sömürgeleştirme projesinin kurbanları olmuşlardır. Yahudilerin çıkarları, Arapların düşmanlığını kazanmak veya Filistinlileri yurdundan kovmakta yatmamaktadır; Yahudilerin Avrupa'da yaşadığı trajedi, Filistinlileri Batının sömürgeleştirme hırsının kurbanı yaptıklarında, Yahudileri haklı çıkarmaz.
Küresel iş dağılımında İsrail devleti, emperyalizmin sınır polisi olmaktadır ve buna bağlı olarak yapması gereken üç görevi vardır: Arap kaynaklarını, özellikle petrolü kontrol altında tutmak, Araplardan gelecek devrimci hareketlere siper olmak ve Sovyetler Birliği zamanında olduğu gibi Ortadoğu'daki komünist ilerlemeye karşı durmak.
Filistin trajedisi, baskının, işgalin ve İsrail'in bölgesel saldırılarına sınırsız destek veren küresel emperyalist politikanın bir sonucudur. Filistinliler bu sürecin kurbanları ve İsrail de insan haklarının çiğnenmesi, işgaller ve dizginlenemeyen askeri saldırılar yolu ile kullanılan maşasıdır.
Siyonist anlayış, İsrail'in özel bir Yahudi devleti olarak kabul edilmesi ve Batının kültürel ve demografik bir modeli olması görüşünü birleştirir. Özel bir devlet olarak İsrail'in bizzat kendisi Filistinlilerin bir millet olarak varlığının inkarıdır.
Sonuç olarak Filistin halkının haklarının tanınması, İsrail'in sömürgeci varlığını tehdit etmektedir. Batı modelinin temsilcisi olarak İsrail, kapitalist ülkeleri Batı'nın değerlerini ve "Barbar Doğu" ile "Arap Terörizmi"ne karşı bir hat çeken yaşam şeklini savunmaya ve korumaya yönelik politika ve uygulamalarını kabule zorlamaktadır. ABD'nin ve diğer kapitalist ülkelerin kayıtsız şartsız siyasi ve maddi destekleri, kendi küresel kontrollerini güçlendirmek stratejisine dayanmaktadır.
İsrail'in bu karşıt rolü yalnızca Filistin'in işgali ve Filistin haklarının inkarı ile sınırlı değil, aynı zamanda İsrail'in bölgesel, hatta global görevini de kuşatmaktadır: Küreselleşme sürecinin en çirkin ve vahşi yüzünü yansıtan politika ve uygulamaları ile İsrail, küreselleşme yanlısı emperyalist güçlerin mızrak ucu olarak hizmet vermektedir. Bunun en büyük delili de İsrail'in Arap ülkelerine yaptığı ardı arkası kesilmeyen saldırılar ve dünyanın en kanlı diktatörleri, ırkçı rejimleri (Güney Afrika'daki ırk ayrımcı rejim gibi), Latin Amerika'nın faşist diktatöryaları ve Afrika'nın savaş lordları ile ilişkileridir.
Özet olarak, İsrail'in emperyalizmle ittifakı ne tesadüfidir ne de Avrupa'daki Yahudilerin yaşadığı trajediye bir yanıt niteliğindedir. Aksine Batı ile İsrail arasındaki ittifak ancak şunu ifade eder: İsrail'in koruduğu değerler ABD'nin küresel politikasıyla ilintili siyasi, ekonomik ve askeri hırsıdır. Bu bağlamda İsrail, ABD'nin Filistin halkının haklarını sürekli olarak reddetmesini ve Ortadoğu uluslarının Batı'nın askeri ve politik hakimiyeti altında tutmasını sağlamakta ve bunu güçlendirmektedir.
Filistin Halkının Yok Sayılması
Filistinlilerin varlığının inkarı, İsrail'in etnik temizliğe, sistematik ayrımcılığa, temel insani hakların reddine, Filistin halkının tarihten silinmesine dayalı sömürge stratejisi ile gerçekleştirilmiştir. İsrail'in sömürgeleştirme sürecinin hikayesi, Filistin'in işgalini haklı çıkaran dini söylencelere dayandırılmakta, diğer yandan ise 1940'ların sonu ve 1950'lerin başında yaşanan tarihi gerçekleri, Filistin'deki etnik temizliği reddetmektedir.
Şu anda, İsrail'in işgaline karşı Filistin'in yaptığı bütün siyasi ve askeri direnişler "terör" olarak tanımlanmaktadır ve ne pahasına olursa olsun sona erdirilmelidir. Dolayısıyla, Filistinlilerin insan olarak varlığı tanınmadığı için insan haklarından kim söz edebilir ki?
Batı medyası, İsrail'in saldırılarını, savaşları, katliamları, "demokratik İsrail'in" "meşru müdafaası" olarak tanımlamaktadır. Bu bağlamda İsrail, demokrasiden anlamayan vahşi Araplara ve Filistinlilere göğüs germektedir. İsrail, öyle bir uygarlık ve demokrasi sembolünü temsil etmektedir ki, kendi otoritesine uymayanlara uygulanacak adalet ve cezanın standartlarını belirleme yetkisine de sahiptir.
Aynı zamanda Batı medyası, batılıların zihninde tahrife uğramış bir Arap ve Filistinli imajı oluşturmaktadır. Medya, kin ve nefret uyandıracak steryotipler (akıldan çıkmayacak özelliğe sahip tipler) yaratmaktadır. Bu yapılanma Arapların dini ve kültürel yapılanmalarını küçük düşürmekte, "kültürlerin çatışmasına" zemin hazırlamaktadır.
Özet olarak, İsrail'in Filistin halkını inkarı, global medyanın Arapları yanlış tanıtması ile iç içe girmiştir. Her iki bakışta "öteki"nin özelliğini, insani haklarını, kültürel yapısını, insani serüvenini reddeden ırkçı bir boyutu vücuda getirmektedir. İsrail, diğer uluslara adaleti getiren üst bir varlık olarak karşımıza çıkmaktadır.
Barış Süreci ve Kürselleşme
Askeri güce dayalı olarak ABD'nin desteği ve Arap dünyasını ilkel bulması, İsrail'in barışa ulaşma noktasındaki vizyonunu ortaya koymaktadır; barışın şartlarını belirlemede yegane hak sahibi olma süreci… Bu da Filistin halkının insan haklarının –tabi varsa- tanınması anlayışını içermektedir.
Bu anlayış bir "hayır"lar listesinden oluşmuştur: Dönme hakkına hayır, Filistinlilerin Kudüs'teki tarihi ve siyasi haklarına hayır, yeni yerleşim birimlerinin kaldırılmasına hayır, bağımsız Filistin devletine hayır!
Bu türden bir barışı dikte etmek amacıyla İsrail, Filistinlilerin yaşam standartlarını düşürmek için Filistinlilerin hareketini ve ulaşımını sınırlayan, cinayetleri, alıkoymaları, kuşatmaları, evlerin yıkımını ve tarımsal stokların yok edilmesini içeren tam bir hazırlık yaptı.
İsrail barış arayışında değildir, peşinde olduğu tek şey karşısındakini zorla teslim almaktır.
1990'ların başında Madrid'de başlayan barış süreci, ABD-İsrail ittifakının yapısında şeklini buldu, Sovyetler Birliği'nin yıkılışı ve Körfez Savaşı'nın sonuçları ile devam etti. Bu süreçte, Sovyetler sonrası ABD'nin "Yeni Dünya Düzeni" vizyonunda İsrail'e de "Yeni Ortadoğu" düştü.
Madrid sürecini birçok ekonomi konferansları takip etti: Kazablanka, Duha, Amman ve Kahire'de yapılan konferanslar, Ortadoğu ve Kuzey Afrika'da, ulusal rejimler vasıtası ile küresel pazarda liberal ekonomiye dönüşümü sağlamayı amaçlayan son rötuşlardı. Bu konferansların amacı Arap-İsrail, Filistin-İsrail çatışmalarını, ABD ve İsrail'in siyasi ve ekonomik çıkarlarını zorla dayatarak sona erdirmekti.
Bu, çift yönlü bir darbe idi: Bir yandan Filistin'in hiçbir talebi yerine getirilmeden İsrail devleti siyasi olarak tanınmakta, diğer yandan ise Arap ülkeleri sosyo-ekonomik liberalleşmeye zorlanmaktadır.
İsrail üzerindeki doğrudan ve dolaylı boykotların kaldırılması bu sürecin en büyük ekonomik göstergesidir.
Sürgündeki pes etmiş Filistinli liderlerin kabul ettiği ancak Filistin halkının kabul etmediği Oslo sürecinin sona ermesi ile Ortadoğu, Orta ve Güney Asya ve Uzakdoğu pazarlarının İsrail'e açılması aynı döneme rastlar. Bu süreç aynı zamanda Filistinlileri İsrail-ABD işbirliği ile "işgal edilmiş topraklarda" açılan serbest ticaret bölgelerinde ucuz işçi olarak çalışmaya itti.
İkinci intifada, direniş ruhunu, arzusunu ve öte yandan bu projenin de kabul görmediğini göstermektedir.
Filistin halkı barış çözümü olarak Birleşmiş Milletler'in önergesini teklif etmektedir. Buna göre; İsrail 4 Haziran 1967'deki sınırlarına tamamen çekilir, İsrail devleti ile beraber bağımsız bir Filistin devleti kurulur, Filistinlilere hakları iade edilir, yurtlarına dönmelerine izin verilir.
Filistinliler ve Küreselleşme Karşıtı Hareket
Ulusal ekonomilerin liberalleşmesi, yapısal uyum programlarının uygulanması ve "siyasi baskı" kullanılarak İsrail ile barışın dikte edilmesinin yanı sıra, küreselleşme sürecinin bütün iç çelişkileri Ortadoğu'da fazlasıyla hissedildi. Bütün bunlara radikal İslam'ın yükselişi, emperyalist askeri güçlerin müdahalesi ve Arap ülkelerinde artmakta olan rahatsızlığı da ekleyebiliriz.
Filistinli yurtsever güçlerin yayılımcı projelere karşı kahramanca direnişi, bu sürece karşı duruşun çekirdeğini oluşturur. Ne yazık ki Filistinliler, siyasi liderler katledilirken, evler yıkılırken, topraklar yok edilirken ve Filistin içyapısı çökertilirken kendilerini hep yalnız buluyorlar.
Arap ülkelerindeki siyasilerin ve Avrupalı arabulucuların yetersiz gayreti, Filistinliler bağımsızlıklarını ve egemenliklerini elde etmeden uzlaşmaya itildiğinde bir kara mizaha dönüşmektedir.
Küreselleşme karşıtı hareketin amacı sadece Filistin'e mücadelesinde başarı dilemek değildir, aynı zamanda bu mücadeleyi paylaşmak ve zafere ulaşmasında katkı sahibi olmaktır. Filistinlilerin haklarını, özgürlüğünü ve bağımsızlığını savunmak, dünyanın her yanındaki küreselleşme karşıtı hareketlerin ortak bir vazifesidir. Bu, neo-liberal küreselleşmeye karşı oluşan harekete bağlılığın ve sadakatin bir ifadesidir.
Çeviren: Ahmet Tüylü