"Adına 'küreselleşme' denen süreç, emperyalist zulmün kapitalist yalanından başka bir şey değildir. Ve biz bu vahşet karşısında, hemen şimdi, her zamankinden daha da fazla küresel intifadaya muhtacız…"
Böyle diyor Temel Demirer, Ütopya Yayınları'ndan çıkan "Küresel İntifada" isimli kitabında. Özellikle de Müslümanlar olarak son iki yıldır meydanlarda yükselttiğimiz bir slogan olan "Küresel İntifada"nın sosyalist çizgideki bir yazarın kitabına isim olması anlamlı bir tevafuk olmuş. Özgür Üniversite'deki atölye çalışmaları ve derleme kitaplarıyla tanıdığımız Demirer, bu kitabını Irak'ta, Afganistan'da, Nepal'de, Kolombiya'da dirençle, umutla dövüşenlere ithaf etmiş.
Uzun bir önsözle başlayan kitapta yazar öncelikle Türkiye, ekonomi, yolsuzluk, Kemalizm, İslam ve petrole ilişkin çok genel bir profil çiziyor. Genellikle çeşitli gazete, dergi ve kitaplardan alıntıların yer aldığı kitapta yazar, görüşlerini, bu alıntılar üzerinde serpiştiriyor. Bu yönüyle kitap, konuya ilişkin bir belgesel derlemeyi de andırıyor.
592 sayfalık kitap üç bölümden oluşuyor. İlk bölümde yazar, küreselleşmenin liderliğini elden bırakmak istemeyen ABD'nin özellikle Ortadoğu'daki emperyalist girişimlerini ve icraatlarını işliyor. Geçtiğimiz aylarda yoğun bir şekilde gündeme gelen ve Haziran'da İstanbul'da gerçekleştirilen NATO Zirvesi'nin en birincil gündemini oluşturan Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) de içeriği ve amacıyla kitapta yoğun bir şekilde işleniyor. Bilindiği gibi kendi hegemonyasını muhkemleştirmek isteyen ABD, Ortadoğu'daki İslami direnişi ve hareketleri ezerek "Ortadoğu'nun demokratikleştirilmesi" kisvesi altında bölgenin enerji kaynaklarını denetim altına almayı hedeflemektedir. Ancak yazar, ABD'nin BOP'la gerçekleştirmek istediği hedefi daha çok petrol ve enerji kaynaklarının denetimini ele geçirmek çerçevesinde ele almakla yetinirken; Filistin direnişinin bölgedeki ABD-Siyonizm işbirliğinin oyununu bozmadaki önemi kitapta öne çıkan bir vurgu olarak yerini alıyor.
İkinci bölüm, yoğunlukla küreselleşme sürecinin sosyo-ekonomik ve kültürel tahribatları üzerinde duruyor. Başta Arjantin olmak üzere IMF ve DB'nin yapısal uyum programlarının nasıl da ülkeleri krize ve bağımlılığa sürüklediğini yazar, verdiği tablolarla gözler önüne seriyor. Rakamlardan kapitalist batılı ülkelerle yoksul ülkeler arasındaki uçurumu ve gelir dağılımındaki adaletsizliği izlemek mümkün.
Yazar, ABD'nin emperyalist terörüne ilişkin dünyanın çeşitli bölgelerinde nasıl diktatörlükler kurduğuna da değinerek İran'ın Şah'ı, Irak'ın Saddam'ı, Nikaragua'nın Somoza'sı ve Şili'nin Pinochet'sinden hareketle Irak işgaliyle ilgili ABD'nin demokrasi söylemlerinin tutarsızlığını belgeliyor. NATO'nun çeşitli ülkelerdeki kontr-gerilla örgütlenmesiyle nasıl bir cinayet ve katliam şebekesine dönüştüğünü de gözler önüne seriyor. Yine ABD'nin çıkarları doğrultusunda NATO'nun yeni saldırganlıklar için yeni argümanlar ve siyaset üreten bir merkez olduğunu askeri operasyonlar, müdahaleler, darbeler örnekliğinde ifade ediyor. Sonuçta Amerikan demokrasisini Ebu Gureyb'teki işkencelerle izah ediyor yazar. Ebu Gureyb'teki işkenceleri, tutsakların da anlatımıyla sistematik bir şekilde kitapta okuyabiliyoruz.
Terör tanımıyla ilgili muğlaklığa da değinen yazar, terörün, özellikle de 11 Eylül sonrasında, ABD'nin dünya imparatorluğunu hedefleyen saldırgan politikası tarafından tanımlanmaya çalışıldığını ifade ederek asıl, görülmeyen büyük teröre işaret ediyor: Devlet terörü! Bu bağlamda "teröre karşı savaş" retoriği aslında ABD'nin ve yanaşmalarının kendi terörlerini yok sayan ve dahi haklılaştıran bir niteliği ihtiva ediyor. Yazar, bu vurgularıyla sürekli hasır altı edilen ve terörün en gemlenemez tipi olan "devlet terörü"ne işaret etmekle kalmıyor, safını direnişçilerin yanında belirliyor.
Son bölümde küreselleşme süreçlerine karşı bireysel ve toplumsal çıkışları irdeleyen yazar, ABD muhalifi ve dilbilimci Noam Chomsky ile Eylül 2003'te vefat eden, bilgi birikiminin yanı sıra eylem adamı olma misyonunu da taşıyan edebiyat kuramcısı Edward Said gibi kişilikler üzerinden, emperyalist yalanların açığa çıkartılmasında aydın sorumluluğunu ve aydınların konumlanışını tartışıyor. "Aydın kimdir, nedir, ne yapar?" sorularına ilişkin geniş yelpazede verinin sunulduğu bu bölümde aydın kimliğini kazanmanın ön koşulunun muhalif, sorgulayıcı ve eleştirel bir yapıya sahip olma vurgusu ön plana çıkıyor. Yazarın önemsediği aydın, fildişi kulelere hapsolmuş bir tip değil; Chomsky ve Said gibi toplum içinde ve mücadelede olan tavır insanıdır. Bu bağlamda aydını en güzel belki de Fransa'nın Cezayir politikasında ülkesine karşı tavır alarak Cezayir halkının yanında yer alan J. P. Sartre'ın şu sözü ifade ediyor: "Aydın, çağından sorumludur, çağının hem tanığı hem de sanığıdır."
Sol içi özeleştiri de yapmakla birlikte tepkisizlik ve suskunluğu da tartışan yazar, "sıradanlaşma"yla içine çekildiğimiz bataklığa dikkat çekiyor ve mevcut durumu "küresel sınıf savaşı" olarak tanımlıyor. Bu anlamıyla İslam'ın (ya da başka bir dinin) yoksulluğun, şiddetin, yağmanın müsebbibi olduğu ezme-ezilme ya da sömürü ilişkilerine yanıt teşkil edemeyeceğini vurguluyor. Ezilenlerin de kendilerini dinsel ya da sekter bir kimlikle gettolaştırmaması gerekliliğine vurgu yaparak, ezilenler tarafından küreselleşmenin patronlarına karşı ortak bir hat, ortak bir payda biçimlendirmeyi gerçekleştirmek noktasında yoğunlaşıyor. Ancak yazarın "ortak payda" konusundaki tutarlılığı, ezilenlerin önemli bir kısmının dinsel/İslami kimliklerinden ötürü ezildikleri vakıasını görebilme noktasına yansımıyor. Elbette ki ortak bir hat oluşturulmalı, ancak İslam'ın alternatif olamayacağı ve söz konusu hattın sınıfsal bir kimlik temelinde kurulacağını söylemek ortak bir hat kurmak demek değil, bütün hatları tek bir hattın hakikatliği ön kabulünde eritmek anlamına gelecektir.
Sonuç itibariyle yer yer katılmadığımız vurgular ihtiva etse de böyle kapsamlı bir derleme-yorum ile işgalin, devlet terörünün, emperyalizmin yüzünü deşifre eden ve taraf olarak da direnişin yanında konumlanan Temel Demirer'i çalışmalarından dolayı tebrik ediyoruz.