Taksim Gezi Parkında start alan olaylar zincirinin kronolojisine şöyle bir göz attığımızda, ilk hafta ağaç, gaz, polisin orantısız şiddeti derken, kendimizi birden Erdoğan’ın diktatörlüğünün “tescillendiği” tartışmaların içinde bulmuştuk. Liberalinden solcusuna, Müslümanından muhafazakârına hemen her kesim, ilk propagandif şaşkınlık halinin de etkisiyle olsa gerek, masum eylemci gençlerin maruz kaldığı fotoğrafa bakıp Erdoğan’ı hedef tahtasının ortasına oturtmuşlardı. Öfkenin birikiminin yegâne sorumluluğunu sadece ona yükleme siyasetinde yalnız olmadıklarını anlamaları içinse çok vakit geçmedi. Meğer küresel ekonomi lobilerinden AP’ye, Der Spiegel’den The Economist’e, Russia Today’den American Fox’a ve CNN Int.’a, İran ve Suriye medyasından Almanya, İngiltere ve İsrail’e kadar tüm küresel güçler çok kısa bir sürede aynı fikriyatta buluşmuşlardı.
Hatta bu buluşmayı sağlayabilmek için, Taksim’den çok evvel çeşitli otellerde rezervasyonlarını bile ayırtmışlar; daha olaylar başlar başlamaz, yüz binlerce fake hesap sosyal medyada belli merkezlerce açılmış ve dezenformasyonların hızı ve çerçevesi bu merkezlerce gereğince dizayn edilmişti.
Böylelikle bir ‘diktatör’ün kendi ülkesinin bankaları, basın kuruluşları, TV ve radyolarınca, hatta yandaş olduğu iddia edilen kesimlerince topa tutulması mizanseni, daha önce hiç görülmedik ölçüde uygulamaya konmuş oluyordu.
Yetmemiş, kitlesel zihniyeti iyi kavramış olan ve böylelikle Atatürk’ü zikir çeken bir muvahhid, İskilipli Atıf Hoca’yı ise 10 defa diriltilip 20 defa idam edilmesi gereken bir hain olarak niteleyen Haydar Baş’ın “Yeni Mesaj”ı “eski mesaj”ı devreye sokup Taksim’i “milli irade” ilan ederek Erdoğan’a tehditler yağdırmış; Boynerler “kapitalizmle omuz omuza” misali “ÇIK’ın sokağa!” afişleri hazırlamış; Taksim’in lüks otelleri ve Migros gibi gıda zincirleri meydanlara lojistik destek vermenin ortaklığına soyunmuşlardı. Hatta MEB’e bağlı olduklarını zannettiğimiz nice liselerin müdürleri öğrencilerini zorla sokaklara salmış, YÖK’e bağlı olduğunu zannettiğimiz üniversitelerin kimi rektörleri ve hocaları ise eylemcileri notlarını yükseltmekle taltif etmişlerdi. 28 Şubat’taki 5’li çetenin yeni versiyonu KESK, DİSK, TMMOB, TTB ve TDB fırsatı kaçırmamış ve darbeci patronlarına destek verebilmenin telaşına düşmüşlerdi. 3 kişinin hayatını kaybettiği ve onlarca kişinin yaralandığı Boston’daki bombalama olayını sadece alt yazı ile geçen CNN Int. 8 saat kesintisiz yayın yapmakla kalmamış, Kazlıçeşme mitingindeki bir milyondan fazla insanın görüntüsünü “anti-gouvernments protests in Turkey” (Türkiye’de hükümet karşıtı protestolar) şeklinde sunmaktan da imtina etmemişti. CNN’in prestijinin ayaklar altına alındığını gündem edenlere, işin ciddiyetinin ve vahametinin hangi boyutlarda olduğunu kavratmaya çalışmıştı.
İşte biz de sosyal medyada çok boyutlu tartışmalara katkı sağlamak ve kafa karışıklıklarına da “dur” diyebilmek adına bazı paylaşımlarda bulunmuştuk. İlk olarak şöyle dedik:
“Eğer İran, Suriye, Rusya, AB, ABD, Kemalistler, Alevi-Şii yerliler, Cemaat, bir siyasi olayda bir araya gelip ortak bir hedefe kilitlenebilmişlerse, demek ki karşıdaki onları çok sinirlendirecek bir şeyler yapmıştır: ‘Acaba bu risk(ler)i almaya değer neler yapmıştır?’ sorusunun cevab(lar)ına ulaşırsanız kafa karışıklığından kurtulursunuz!!!”
Gerçekten de bir diktatörlük ancak bu kadar kötü yönetilebilirdi! Bir kısmı kara mizah içeren bu paylaşımlarımızdan birini de bu konuya ayırmıştık:
“Diktatörün ülkesinde hâlâ Ulusal Kanal ve Halk TV başta olmak üzere müfteri yayınlara devam ediliyor. Ulusal Kanal diktatörün devrilmesi çağrıları yapıyor. Ne kadar aciz bir diktatörmüş. Halbuki cumhuriyet döneminde bunlar olmasın diye önceden gereken önlemler alınmıştı. İstiklal Mahkemeleri kurulmuş, Takrir-i Sükûn (susturma) kanunu çıkarılmış, Hıyanet-i Vataniye kanunu Müslüman halk aleyhine ihya edilmişti. Hatta diktatörlüğün bizatihi kendisi Büyük Britanya ve SSCB’yi ideolojik ve siyasi olarak arkasına alarak iç politik tercihlerini de tahkim etmişti. Atatürk olsaydı, diktatörlük bu hallere düşmez, diktatörlüğü aciz bırakan bütün bu rezillikleri yaşamazdık!!!”
Muhatabımız daha çok gençler olduğundan -ağabeylerinden gelebilecek çeşitli hakaretlere de göğüs gererek- onları bir parça düşündürtmeye çalıştık:
“Siyasal bilimlerde okuyan kardeşlerimiz! Hocalarınız şu aralar sizlere 19. yy.'dan kalma retoriklerle ‘iktidar-muhalefet’ ilişkisinden bahsettiklerinde; her türlü muhalefetin sırf muhalif olmasından mülhem sebeplerle ‘haklı’ ve ‘ahlaki’ olduğunu ispata kalkışırlarsa aldanmayın, iyi düşünün! ‘Haklılık’ ve ‘ahlaklılık’ fıtri olanın dillendirilmesi ve niteliği ile ilgilidir. Şöyle sorun: Peki Chavez'i devirmek için, Mursi'yi bitirmek için, Nahda'yı yok etmek için sokaklara çıkanların dili muhalefet dili miydi, yoksa iktidar dili mi? Önce sokağın kimliğine, diline ve taleplerine bak. En masum olanının bile küresel egemenlerce pohpohlandığını gördüğünde sorularını çoğalt.”
Eylemleri kontrol eden ve yönlendiren dilin bir muhalefet dili olmadığını, bunun 90 yıllık muktedirliği ve tekebbürü içinde barındırdığını anlatmaya çalıştık:
“Muhalefetin aslında iktidar olduğu bir ülkede yaşıyorsanız, bir de bu muhalefet(!) ahlaksız, tutarsız, küfürbaz, keyfekeder, layusel ise vay halinize... Türkiye, haftalardır muktedir dilin kuşatması altında. Daha önce siyaseten rahatlıkla yaptıklarını uzunca bir süredir yapamayanların eline ve diline vurmuş durumda.”
“Siz hâlâ bu memleketin en büyük sorununun ‘Kürt meselesi’ olduğunu düşünenlerden misiniz? Şimdi anladınız mı 1925'ten bu yana (Rabbimiz Şeyh Said’e rahmet etsin) inşa edilen ulusalcı öfkenin nasıl bir tekebbür içinde olduğunu?”
“Ey samimi çevreci gençler! Siz hâlâ ‘ağaç eylemi’nizi polisin/hükümetin mi heder ettiğini düşünüyorsunuz? Yanılıyorsunuz... İstiklal Mahkemelerindeki DARAĞAÇLARI’nı kimler kurduysa, sizin eylemliliğinizi de gençliğinizi de onlar heder etti.”
“Öfkeniz yeni değil gençler! Siz daha doğmadan üretildi. Yaklaşık 100 yıl önce. Öfkenizin tarihine bakarsanız, suhulet ve sükûnetle düşünüp, fıtratınıza/özünüze yabancılaşmanın köklerine ulaşabilirsiniz.”
Ulusalcılığın daha doğum sancıları çektiği dönemlerden bu yana emperyalizmle bulaşık bir halde olduğunu, gerek felsefi, gerekse ideolojik ve fiilî düzlemde aslında ondan kopmadığını, bunun en bariz göstergesinin de İslamofobi, daha doğru bir ifadelendirmeyle İslam düşmanlığı olduğunu anlatmaya gayret ederken, Kürt bölgelerindeki kardeşlerimizin de bazı aforizmal sorularla zihinlerinin karıştığını gözlemledik. Onlara da şu tespitlerle seslendik:
“Kürt bölgelerinde ‘Şimdi bizim çektiklerimizi anlıyorlar mı?’ diye konuşuluyormuş. Kürt kardeşim, soru yanlış. Köylerini yakanların, işkencelerde b.. yedirenlerin, yargısız infazcıların, JİTEM’cilerin çocukları sahada farkında değil misin? Barış süreci işletilirken ‘Vatan bölünüyor, satılıyor!’ diye naralar atanların seni anlaması mümkün mü? Üstelik Silivri önlerinde başlattıkları ve şimdi tüm ülkeye yaydıkları eylemlilik zincirlerinde ahlaksızlık ve vandallıkta sınır tanımayanlarla kendini neden aynı kefeye koyuyorsun?”
“Soru: Çevre diye çıktılar sokağa; köyler yanarken, biz imha ve tehcirle boğuşurken, korucular ağaçları yakarken neredeydiler?
Cevap: Gençler daha doğmamıştı... Babaları ise alkışlıyordu.”
“‘Batı bize hiç destek vermedi, biz niye şimdi verelim?’ sorusu 4 defa yanlış: 1) Kendisini muktedir olanla karşılaştırıyor. 2) O tekebbür seni yıllarca ezdi, imha ve asimilasyonuna çabaladı. Barış sürecine de karşı. Neyin desteğini, kime vereceksin? 3) O sana destek vermedi değil, seni hiç tanımadı, görmedi, seni dağlı, kaba, gayrı medeni, ‘terörist’ olarak gördü. 4) Bu milliyetçi bir dil. Oysa şu anki reel şartlarda senin sorunun (ki hepimizin sorunu) ancak bu süreçte çözüme doğru yol alabilir. Küresel Taksim başarıya ulaştığında bil ki hep birlikte kaybederiz.”
“5 bin köy boşaltılıp, 1,5 milyon insan yerinden göç ettirildiğinde hepsi ‘terörist’ti! Eğer Taksim'e çıksalardı, 3 haftalığına hepsi kahraman olacaktı! (Cengiz Çandar davet etme cüretinde bile bulundu!)”
Tabii biz bu paylaşımlarda bulunurken bazı iyi niyetli, olan biteni anlamaya çalışan, bazısı da bulunduğu konumu meşrulaştırma derdindekilerin sual ve tespitleriyle muhatap olduk. Kendi durdukları yeri İslam’a ve evrensel değerlere nispet eden bazı kesimlerin, oldukça geç bir dönemde ve akla karanın gereğince belli olmasına rağmen tespitlerinde bunun emarelerine rastlanmayan bildiri ile ilgili olarak bize eleştiri yöneltenlere kısa ve özlü bir şekilde şunu ifade ettik:
“Steril ortamlarda kafa konforlarını örtmek için ‘ahlakçılığa’ soyunanlar kendilerine bir daha sormalı: Kim sivil, kim militer? Kim halkın maslahatlarının yanında kim darbeci? Ağaçlara takılıp küresel 28 Şubat’ı göremeyenlerin adalet anlayışından Allah’a sığınıyoruz.”
Tabii mezkur zihniyete sempati ile bakıp her hal ve şartta Erdoğan ve AKP karşısında yer almanın dayanılmaz hafifliğini “muhaliflik, tutarlılık ve adillik” olarak gören, kendilerine muvahhidlik payesi, bizlere ise “AKP yandaşlığı” misyonunu uygun görmüş olanların eleştirilerine karşı da şunları ifade ettik:
“Bazıları bizi ‘Erdoğan’ üzerinden sığaya çekmeye çalışıyorlar. Suriye'de yüz bin kişinin tecavüzcü katiliyle sırf ‘NATO hikâyesi’ adına aynı safta yer alanlar utanmıyor mu? Soros’la, CHP’yle, Ulusal Kanal’la, Koç’la, The Economist’le, RTL’le, NYT ile aynı safta olmak mı tutarlılık, ilkelilik ve ahlaklılık? Allah akıl, fikir, izan versin!”
“Cemaate karşı Erdoğan'ı savunmak size mi düştü?” sorusu ise daha ciddi bir cevabı hak ediyordu. Kısaca şunları ifade ettik:
“Ovada ya da mağarada yaşamıyoruz. Birilerinin aldıkları ya da almadıkları kararlar hepimizin hayatını etkiliyor. Bizce tevhidilik vahyin ilkelerinden sapmamak için, tarihin ‘dur’ dediği yerde durmaya çalışmaktır. Durmadığınız zaman o ilkeleri de yitirirsiniz. (Bkz. Suriye sınavını kaybeden İslamcılığın Taksim maceraları) Eğer Erdoğan -tüm zaaflarına rağmen- birtakım konularda bizim istediğimiz yerde duruyorsa, birileri ise onu ve bizim de (yeterli görmesek de) benimsediğimiz politikalarını -küresel güçlerle el birliği içerisinde- bulunduğu yerden alaşağı etmeye çalışıyorsa ne yapmamızı bekliyorsunuz? ‘Erdoğan gitsin de kim gelirse gelsin İslamcılığı’ndan beriyiz!
Yok, eğer siz ‘Biz her şeyden beri olmalıyız İslamcılığı’nı tercih edenlerdenseniz, bu sinizmdir (siyasetsizliktir) ve sonu hiç de hayırlı yerlere çıkmaz. Sadece hiçbir şeye dokunmamak ya da ‘ilkelerim adına her şeye karşıyım ve mutluyum’a götürür. O ilkeler, kelami tartışmalarda harcansın, müzeye konsun ya da pencereden bakmanız için inzal olmadı. Hayatla buluşmayan ilke, aklı da vicdanı da yarı yolda bırakır!”
Sosyolojik Tahlil mi Demiştiniz?!
Erdoğan ve AKP karşıtlığındaki sol ve liberal kesimlerin rahatlığının benzeri de maalesef bazı muhafazakâr ve İslami kesimlerde de görülmekteydi. Hatta bizler Zaman gazetesinin fırsatçılıkta sınır tanımazlığına (müsebbibi sadece Erdoğan olarak tespitleyen Şahin Alpay, Bülent Korucu vb’lerinin makalelerinde olduğu gibi), Cengiz Çandar gibi sol liberallerin pervasızlıklarına (tüm Kürtleri meydanlara davet etmek gibi) alışmaya çalışırken, Dücane Cündioğlu gibilerin çirkefliklerine de muhatap olmak zorunda kalıyorduk. Dün okul önlerinde eylem yapan başörtülüleri, eylemliliklerden soğutup bilmem hangi evliyanın kabrine çaput bağlamayı salık verirken, şimdi vandallıkta tavan yapmış olanlara cesaret aşılayıp, AKP’ye omuz veren muhafazakâr kesimi aşağılayarak etrafa nefret saçmak acaba hangi batınî öğretinin geleneğinde yazılıydı?
Yangının büyüklüğü hangi düzeyde ve minvalde olursa olsun, bizim biricik gündemimiz muktedir olarak bellenmiş olan Başbakan ve yandaş çevresi olmalıydı! Tutarlılık, ilkelilik bunu gerektiriyordu. Suriye devleti vatandaşlarını Türkiye’nin güvenli bir ülke olmadığı konusunda mı uyarmış; Ergenekoncular Silivri’den bildiri mi yayınlamış; başörtülüler örnekleri ancak ABD’li askerlerin Irak ve Afganistan işgallerinde sergiledikleriyle karşılaştırılabilecek muamelelere mi maruz kalmışlar; İsrailli bürokratlar duaya mı durmuş, Reyhanlı’daki savaş Taksim’e mi taşınmış, “Mustafa Kemal’in askerleri”yle “Soros’un milisleri” aynı safta mı buluşmuş ne gam! Meşhur sosyolojik tahlillerde de sözde adalet-özgürlük-insanlık bildirilerinde de mezkûr köşe yazılarında ve röportajlarda da bunların yer bulması ne mümkün?
Operasyon Küresel Ama Merkezde Türkiye Var
Cumali Önal’ın Mısır’ın ABD destekli el-Vatan gazetesine (ses kaydında duyulduğu üzere) gülüşmeler eşliğinde sağladığı “Erdoğan’ın diktatörlüğü” bilgisi acaba sadece Türkiye kamuoyunda ses getirmesi için mi veriliyordu? Ortada sadece Türkiye’yi kapsamayan ama merkezinde Türkiye ve Erdoğan’ın olduğu (ve aslında onun şahsında İslami değerler ve Müslüman halkların maslahatlarının hedefe konduğu) küresel bir operasyonun yürüdüğünü anlamak için çok fazla zaman geçmesine gerek kalmayacaktı. Bu konuda tecrübeli olan Mısır İhvanının 30 Haziran günü yapılacak küresel destekli karşı-devrim mitingine karşı öne aldığı ve yaklaşık 2 milyon kişinin Tahrir Meydanında toplandığı gösterinin sloganları gayet manidardı: “Devrimi Koru! Barışa Evet, Şiddete Hayır!”
Mısırlı Müslümanların mealen haykırdığı “Mursi’yi Yedirmeyiz!” sloganı kadar; Dünya Müslüman Âlimler Birliğinin “Suriye için dua ve Erdoğan’a destek” mitinglerine çağrılar ve bunlara birçok İslam ülkesinden gelen destek de meselenin boyutlarını göstermesi açısından önemliydi.
Mursi’nin kellesinin isteneceği karşı eylemliliğin sadece Mısır’la sınırlı kalmayacağını düşünmek de kehanet olmasa gerek. Ancak Mısır da bir nevi Afrika’nın merkezi/lideri. Orada sağlanacak başarının ardından bu taktiğin yaygınlaşmayacağını düşünmek safdillik olsa gerek. Dünya devi ülkeler durgunluk ve kriz dönemlerini yaşarken Brezilya’da ekmek fiyatlarına yapılan zammı protesto bahanesiyle başlayan kaotik ortamın da tesadüf olmadığını eklemek gerek. İnsan “Sırada Meksika ya da Hindistan mı var acaba?” diye sormadan edemiyor!
Aynı taktikleri Venezuela’da Hugo Chavez seçildiğinde onu devirmek için yapmışlardı. Ve Chavez bu basının üzerine gittiğinde de tıpkı bizde olduğu gibi “diktatör” ilan edilmişti. Ne hazindir ki, Chavez’in partisi Türkiye’ye geçtiği mesajlarda “Atatürk’ün ilkelerinden sapmış olan” hükümete karşı “Taksim devrimcileri”ni desteklerken, aslında aynı zamanda Esed karşısında yer alan iktidara da ceza kesmiş oluyor. Doğu Perinçek boşuna “Suriye rejiminin 2 haftadır rahat bir soluk aldığı”ndan bahsetmiyordu. Sol, Sosyalizm, Komünizm, Baasçılık, Stalinizm, Maoculuk, Kemalizm, Kapitalizm, Liberalizm ve Türkiye tipi muhafazakâr entelijansiyayı bu derece pişti olacak şekilde birbirine yakınlaştıran ve aradaki farkları anlamsız kılan sebepler üzerine çok ciddi eğilmek gerekiyor. Küfrün tek millet (din) olduğu gerçeği ancak böyle çetin zamanlarda, -insanların temel tercihlerini ve ilkelerini dahi etkileyecek şekilde- sınavın ve fitnenin çapı büyüdükçe anlam ağırlığını ortaya koymakta.
Kemalizm Küresel Liberalizm İşbirliğine Kör Kalanlar
Türkiye’de son üç haftadır yaşananlara baktığımızda ve Yunanistan, Wall Street ve London’la birlikte okuduğumuzda daha sert ve daha gayrı hukuki olmadığının sayısız örneklerini yaşadığımız polis şiddeti meselesini propaganda ederek, gerek CHP, İP, TKP, TGB, Halkevleri gibi Kemalist güruhların, gerekse küresel güç odaklarının yepyeni bir iktidar dizaynı hedeflemeleri gayet anlaşılırdır. Ancak 200’den fazla işyerinin, 40’tan fazla ambulansın, yüzlerce otobüs, özel araç vb. tahripçilerini (zararın 140 trilyon olduğu ifade ediliyor) ve onlara ideolojik ve lojistik destek veren yapılara kör olan analizlerin “bizim mahalle” zannettiğimiz kesimlerden sadır olması akıllara ziyan.
Bir anlık gaflete dayalı olarak yaptığımız bu tespiti aslında geri almak gerek. Suriyeli eylemcilere ve mücahidlere üç yıldır “dış destek, işbirlikçilik” ve “yakıp-yıkma-talan” üzerinden iftiralarda bulunan zihin sahiplerinden burada tutarlılık beklemek gibi bir zanna kapıldığımız için. Ya da mesela Dera’da duvara sadece bir yazı yazdıkları için dünyayı kendilerine ve aşiretlerine dar eden Esed’in tavrına göstermedikleri hiddeti, kırmızılı kadın destanları yazarken Erdoğan’a karşı ortaya koydukları için.
Ülkenin temel sorunlarıyla ilgili (barış süreci, yeni anayasa gibi) politik ya da ekonomik konulardan ziyade (ki bu konularda geliştirdikleri faşizan zihniyet de ortada) ideolojik bir çatışma dili, özellikle de İslamofobik, hakaretamiz, ötekileştirici, fitneci, tuzak kurucu, mekr ve keyd içeren, Rahman’a isyanda ön sıralarda yer alan tavır sahiplerine, acaba “gerçek İslam’ı” götürdüklerinde bu kesimlerin ıslah olacağını mı düşünmekte birileri? Bütün bu “mahalle baskısı”na eşlik eden küresel baskıların sebebinin gerçekten de Erdoğan’ın üslubu, istişareyi geri plana itmesi ve insan hakları ve demokratikleşme sürecinde bekledikleri adımların atılmaması olduğunu düşünüyorlar mı hâlâ? Erdoğan’ın işi bitirildiğinde “ileri demokrasi” konusunda atılacak adımlara, Erdoğan’ın ekonomik hamlelerinden daha fazlasına, hem “Gezi”yi ülke sathında Kemalist bir kalkışmaya çeviren Ergenekoncular hem de Avrupa Parlamentosu gibi kuruluşların ardına gizlenenler sırf Batı tarzı evrensel değerlere sadakat söz konusu olduğu için olur mu verecekler?
Mesela daha özgür ve demokratik bir basın mı oluşacak; daha demokratik ve şeffaf banka yönetimleri mi inşa edilecek, daha milli siyasete dayalı petrol yasaları mı çıkacak, nükleer çalışmalarının durdurulması sırf çevrecilerin paşa gönülleri öyle istediği için mi sağlanacak, başörtüsüne her alanda özgürlük getirecek yasalar falan mı çıkarılacak, özgür ve demokratik yeni Türkiye’de Erdoğan’a kızıp başörtü zulmünü devam ettiren rektörler başörtülülere karşı insafa mı gelecek? Barzani’yle ve PKK ile hiç kimsenin aklından bile geçirmeye cesaret edemediği politik hamlelere mi girişilecek, yoksa Suriye, Filistin ve Ortadoğu politikalarındaki zaaflar mı giderilecek?
Ahlaksızlık, çirkeflik, saldırganlık ve sosyal medya fake’lerinde tavan yapmış bir sosyolojik gerçekliği görmezden gelerek yapılan tahliller ancak bu tuzu kuru ve Twitokrasiye teslim olmuş gençliği ve seküler ideolojik yapıları tatmin edebilir. Zaten özellikle ikincilerin ajitasyon ve propaganda hususundaki sicilleri, onların hedefe ulaşmada nasıl bir ahlaki yapıya sahip olduklarının tarihsel göstergesidir.
“Ben bilirimcilik”i 2008’den bu yana “kahramanlık” olarak gören, insan haklarındaki iyileştirmeleri, Kürt politikası ve önündeki engelleri kaldırma çabasının, işkenceleri, yargısız infazların bitirilmesinin, askere, militarizme ve darbeciliğe karşı “dik durma” siyasetinin göstergesi olarak okuyanların bugünkü farkındalık düzeyleri belli sebepler uyarınca aşınmışsa, o halde bırakalım Kılıçdaroğlu’nu falan, sadece Levent Kırca’nın açıklamalarına bile bakmaları gerçeğin önemli bir bölümünü görmeleri açısında yeterli olabilirdi. Aslında doğru soru şu olmalı: Ne oldu da “Erdoğan’ın sonunun da Menderes gibi idam olacağını” söyleyenlerden endişe etme hali ortadan kalktı? Bu ülkede “biz bilirizcilik” şeklinde tezahür eden yerli Nazizm ne çabuk hasıraltı oldu? Hangi reel saiklarla konu dahi edilmesine gerek kalmadı? Oysa bu retorik değil mi bunca şiddetin gerçek sebebi? Halka rağmenci, pozitivist, kibirli, “ben bilirimci”, jakoben, aydınlanmacı, darbeci, ve -liberalce söylersek- anti-demokratik bir dil değil miydi bu? Hangi diktatörün ülkesinde kavgada ağza alınmayacak küfürler eşliğinde şarkıcısından politikacısına böyle bir dilin hâkimiyetinden söz edilebilir? Bu retorikteki halkın değerlerine, seçimlerine ve özellikle İslam’a düşmanlık hâkimiyeti hiç mi kimseyi ürkütmez? Gezi’nin öncü yoldaşlarından Tarık Akan, kendisiyle yapılan bir röportajda “Eşcinseli oynarım ama bir şeriatçıyı asla!” demişti. 12 Eylül’ü kötü ama 27 Mayıs darbesini ilerici bir devrim olarak niteliyordu. Aynı mantığı burada görüyoruz. Bu dil aynı zamanda oryantalist, yaşadığı ülkeye kör, “Ordu Göreve” mantığının bir uzantısı değil mi? “Halk” dendiğinde sadece elitist sol-Kemalist entelijansiya ve onları elleri nasır tutarcasına alkışlayan tencere tavacıların akla geldiği bu seküler kesimlerin ülkeyi kaosa sokma hali kimseyi incitmiyor, etkilemiyor, korkutmuyor, tiksindirmiyor, tehlike olarak görünmüyor mu? Hakikaten de tehlikenin farkında değil misiniz yoksa? Kadıköy Moda’da içki eylemi yapıp da ülkenin kadim sorunlarına ilişkin sözü olmayan, olduğunda da faşizan kelimesinin lügat karşılığı tespitlerle feryad-u figân eden Stalinist ve Sol Kemalist retoriğin bugün o çok güvenilen “evrensel liberal demokratlar”ca desteklenip alkışlanması endişelendirmiyor mu sizleri? Hani her türlü ulusalcılık, elitist kibir, ruhbanlık (skolastizim) dogmatizm tehlikeli idi?
Evet, Levent Kırca’da temsilini bulan bu muhalif(!) söylem “diktatör”ün sonunun da idam olacağını söylüyor. Bir ülkenin geçmişindeki utancı hatırlatarak (tıpkı Naziler gibi) bunu normalmiş gibi yansıtmaya çalışıyor ve bunu kamuoyuyla paylaşabiliyor. Peki, mesela Esed’in ülkesinde bu cümleyi kurabilir miydin? Ya da Atatürk Türkiyesinde? Bırak böyle bir cümle kurmayı, diktatörün ismini dahi zikrettiğinde akıbetinin on, yirmi yıl boyunca ne olacağını tahmin edebilir miydin?
Irkçı ve darbeci söylemleri yıllardır dillendirenlerin, orduyu, cumhurbaşkanlığını, yargı vb. kurumları kaybettikten sonra, küresel güçlerden medet ummaları ve bu desteği de gereğince arkalarına aldıklarına dair yaşanan provaların yanında, Erdoğan’ın yapabildikleri ve yapmak isteyip de yapamadıklarının esamisi dahi okunabilir mi?
Şunu unutmamalıyız ki, bir arada yaşama projelerinin en hası dahi üretilse, İslam düşmanlığından zerre taviz vermeye yanaşmayan ve bu ülkenin gerçek sahipleri olduğunu düşünen kesimler ve onlara gereken ideolojik ve lojistik desteği verenler tatmin olmayacaktır. Daha da önemlisi maharet, gerçek faşizmin ve küresel diktatörlüğün odak noktasının tam da bu olduğunu görebilmektir!
Netice olarak ciddi bir süreçten geçtiğimiz bir vakıa. Ancak buradaki aktörleri, örgütlü yapıları, küresel 28 Şubat özlemcilerini, darbecileri, Kürt sorununun kadim mimarlarını, barış sürecinin akamete uğraması için ellerini ovuşturanları, başörtü yasakçılarının dirilen heyecanlarını, Silivri müdavimlerinin eski hesaplarını, Suriye muhiplerinin goygoyculuklarını, muhafazakâr camiaların durumdan vazife çıkarma basiretsizliklerini, vurun abalıya siyasetine soyunan liberal-demokrasi aşığı seküler kesimlerin pişkinlik, ukalalık ve sosyal mühendislik heveslerini, Kürt-Türk milliyetçiliğini sahaya indirmeyi başaramayanların toplumsal meşruiyet sorunlarını görmeden yapılacak tahliller sadra şifa olmayacaktır. Ağaçlar, çevre, Erdoğan, hükümet ve emniyet üzerinden Türkiye tarihi destanı yazmaya çalışan, İslam dünyasının ve özellikle Ortadoğu’nun yönelim ve özlemlerinin doğruluğunu göremeyen, bazen üçüncü dünyacı seküler reflekslerle, bazen soyut liberal gazellerle, çoğu zaman da darbeci özlemlerle sosyal olaylara yaklaşanların durdukları yeri ve özlemini duydukları tezgâhları iyi okumak gerekir. Gözümüzü eylem alanlarından, eylemlerden kendi çıkarlarına ve basiretsiz, hikmetsiz, kötücül siyasetlerine paye çıkaranlara yöneltelim. Ama kendimize dönük özeleştiri mekanizmalarını ve buradan çıkarılacak dersleri masaya yatırmayı da ihmal etmeyelim. Yıllardır sürgit devam eden rehavet ve hükümetin bile gerisinde kalan siyasetsizliklerimiz bizim adımıza; dostunu düşmanını tanımada turnusol işlevi gören bu süreci layığı veçhiyle değerlendirmeyi ve kendi bürokrasisi ile kitleselleşmesini gereğince sorgulamayı da hükümetin üzerine düşen bir sorumluluk olarak hatırlatalım.