Küresel Bloklar Arasında Suriye’nin ve İran’ın Geleceği

Hamza Türkmen

Baas rejimine karşı yükselen Suriye muhalefetini alanlarda ve cephelerde yüreklendiren temel güç, Müslümanların İslami uyanış ve direniş hattıdır. Suriye’deki İslami uyanış ve direniş hattının derinliklerinde yatan potansiyel güç ise tüm Ortadoğu İntifadası süreçlerinde görüldüğü gibi vahiy temelli köklü bir dönüşüm ve değişim arzusudur.

Tüm komplocu, karartıcı ve karalayıcı tutumlara rağmen Suriye’deki İslami direniş hattı, Müslümanlar için kökü mazide olan bir gelecektir.

Suriye’deki İslami direniş hattının kökü, Osmanlı Devleti’nin yıkılış sürecinde ve I. Dünya Savaşındaki işgal döneminde yükselişe geçen Müslümanların uyanış,  direniş ve ıslah çabalarına dayanır. Bu kök, asırlara uzanan ıslah hareketlerinden beslenir; özü, çağdaş olguların ürettiği bir sonuç değil, Rasulullah’ın (s) sünnetine dayanan bir süreklilik halidir. Suriye muhalefeti içindeki İslami direniş hattı büyük ölçüde, İttihad-ı İslam idealine öncülük yapan Urvetu’l Vuska ve Menar ekollerinin; bağlı olarak İhvan-ı Müslimin geleneğinin sosyal tabanda derinleşen bir dışa vurumudur.

Suriye’deki İslami direniş hattının geleceği ise Tunuslu, Mısırlı, Yemenli, Türkiyeli, İranlı vd. Müslümanların geleceğinden bağımsız değildir. Bu gelecek, Seyyid Kutub’un da işaret ettiği gibi merhaleci bir mücadele hattı doğrultusunda, cahilî çağın ve muharref geleneğin değerlerinden ayrışma ve arınma, ümmeti yeniden diriltme ve toplumsal içtihatlarımızı modelleştirme sürecidir. Kur’an vahyini ana ölçü edinen ve dareyni kazanmaya yönelen bu sürecin taşıdığı ihya potansiyelini sosyal planda modelleştirip modelleştirememek konusu ise Müslümanların toplam birikimleri ve sorumlulukları ile ilgili bir konudur.

İnsani ve vahyî değerlerden yabancılaşmanın küreselleştiği bir çağda yaşıyoruz. Yaşadığımız hayatın anlamını belirlemede müstağniliği ve kapitalist üretim-tüketim formunun oluşturduğu yozlaşmayı durduracak, hakkı savunan adil ve katılımcı yeni bir hayat hamlesine ihtiyacımız bulunmaktadır. Bu ihtiyacı karşılamamız, yeniden vahiyle ve fıtri ölçülerle buluşma, doğruları birlikte paylaşma, tanıklaştırma ve birlikte iş yapabilme çaba ve becerimize bağlıdır. Biz bu çabalara “ıslah çalışmaları” demekteyiz; fikirde ve siyasette vahiy temelli köklü değişim sevdalısı “devrimci ruh”ların da Kur’ani ifadeyle “ıslah ediciler/muslihun” olduğu bilinmektedir.

Ümmetin dertleriyle dertlenmek için, öncelikle hidayet ve furkan olarak gönderilen Kur’an’ın ölçüleriyle bütünleşmek ve bu ölçüleri yaşamlaştıran Rasulullah’ın (s) uygulamalarındaki özü kavramak gerekmektedir. Tabii ki pratik hayatlarında vahyin muhkem ölçülerini ve mütevatir sünneti temel belirleyici edinememiş insanların, Müslümanların dertleriyle dertlenmeleri, insani bir durumdur ama çözüm için yeterli değildir. Zira her insani ilgi yeterlilik şartı taşımaz.

Fıtri ve adil olanı gözeten bütün insani açılımların eksiğini giderecek olan temel ölçüyü, insanın yaratıcısı olan Rabbimizin vahyî bildirimine gözümüzü, kulağımızı ve kalbimizi açarak kazanabiliriz. Vahye teslim olduğunu vurgulayan insanların, yaşanan insanlık sorunlarıyla ilgilenirken sahip olmaları gereken vasıflar ise “tertil” eğitimiyle sağlanabilir. İlk Kur’an nesli de böyle bir eğitimden geçerek var olabilmiş ve cahilî kuşatmayı aşabilmişti.

Rasul ve Rasul’le birlikte olanların talim ettiği “tertil fıkhı”nın üç unsuru vardır. Örneğimiz ve öncümüz olan Hz. Muhammed gibi Kur’ani hükümleri ahlaklaştırmamız bu üç unsuru bütünleştirmemiz sayesinde gerçekleşebilir: 1- Mubin/anlaşılır olan Kur’an’ın ayetlerini, Kur’an bütünlüğü içinde kavramak ve imanlaştırmak. Ed-Din adına neyin sabite neyin yorum/içtihat olduğunun bilincinde olmak.  2- Kendimizi ve insanları hidayet yoluna ulaştırabilmek için karanlığı oluşturan fikrî veya siyasi olay, olgu ve anlayışları doğru/nesnel olarak kavramak. 3- Yaşanılan sorun ve olaylarla, kavradığımız ilgili ayetler arasında veya Kur’an bütünlüğünün gösterdiği perspektifle bağ kurarak, istişari temelde tanıklaştıracağımız çözümlemeler gerçekleştirmek. Zaten Muhammedi sünnetin öğrettiği en güzel örneklik de bu çerçevede belirginleşmiştir.

Ancak gaybi ve amelî alanda İslam’ı anlamak konusunda tahkik ve tertil taliminden geçmemiş ve “havas” algısı içinde şer’i sorumluluklarını din adamlarına veya otorite bellediği insanlara devretmiş ama onların görüşlerini de Kur’an bütünlüğü çerçevesinde değerlendirecek bir birikim ve bakış gücüne ulaşamamış olmak Müslümanlar arasında yaşanan en büyük zaaflardandır. Bu zaafı taşıyanlar, bilinçli veya bilinçsiz olarak taklitçiliği üstlenen ammilerdir. Ammilik, delillerini sormadan, tahkik etmeden kabul edilen görüş ve hükümleri taklit keyfiyetidir. Ammilik, Rabbimizin buyurduğu “teakkul, tezekkür, tedebbür, tefekkür, tefekkuh” görev ve sorumluluklarından acz içinde olmak veya bu acz halini gönüllü olarak seçmek pozisyonudur.

Maalesef ki tertil fıkhını yakalayamayan birçok kişi, siyasi yorumlarında ya tam bir kayıtsız-ölçüsüz müstağnilik ya da mukallitlik içinde bulunmaktadır. “Müslümanların işleri istişare iledir.” (42/38) hükmünü yaşatacak olan istişare ehliyeti önemlidir. Bu yükümlülüğün yerine getirilmesinde usulu’d-din meselesine kayıtsız veya birikimsiz ve sorunları/vakıayı kavramak konusunda yeterlilik gösteremeyen ya da fasıkların bilgisini veya bilgi kirliliklerini tahkik etme dirayetine ulaşamamış kişilerin Müslümanlar arasında oluşturduğu vakıasız, adaletsiz, ve koğuculuğa teşne yargılar birçok fitnelere ve dedikodulara sebep olmaktadır. Özellikle Müslümanlar arasında bu tür fitneleri yaygınlaştıranlar da tertil fıkhını içselleştirememiş mukallitlerdir.

Müslümanlar arasında bir mezhep veya meşrebin ideolojik dailiğini yapan bu tür mukallitler, taklit mercilerine veya fetva makamlarına ittiba adına bilinçli veya bilinçsiz olarak ammiliği seçmektedirler. Bu kişiler, taklit mercilerinin veya fetva makamlarının vahyî ölçülere ve vakıaya aykırı olarak hüküm vermelerindeki masiyete karşı çıkacak ibadi bir görevi genellikle üstlenemezler. Onlar dinin asılları konusunda olduğu gibi, siyasi yorumlarında da taklit veya fetva mercilerine tabi mukallitlerdir. İtaat ettikleri siyasi emir ve yorumların, muhkem nasslarla uyum içinde olup olmadıklarına veya istişare ve toplu içtihat şartlarında oluşup oluşmadığına bakmaksızın, sadece verilen hükümleri taklit ederler, bu tür hüküm ve emirleri tezyin etmeye, süslemeye çalışırlar. Onlar içtihadi hükümlerin delillerini gözeten “tâbiyet” içinde değil, bu hükümlere körü körüne boyun eğen “ammilik” içindedirler. Müslümanlar arasında görülen siyasi, metodik, stratejik çözümlemelerdeki körlük, büyük ölçüde dini anlama ve yaşama konusunda belirleyici olan bu tür ammilik veya kayıtsız-ölçüsüz müstağnilik eğilimlerine dayanmaktadır.

Tutum olarak “tahkik” sorumluluğunun donanım ve ölçülülüğüne uzak durmayı tercih eden bu fikrî-siyasi taklitçiliğin en tipik örnekliğini son Suriye olaylarının değerlendirmelerinde gördük. Bu taklitçiliğin zaafları, başta İran’da İslam İnkılâbı adına siyaset kuran kadroların hikmet, feraset ve çoğu kere de vahiy dışı tutumlarında veya bu hattın gönüllü veya biatli taklitçisi olan Müslümanların bölücü ve ayrışıcı tavırlarında veyahut tertil fıkhında yetersiz kalan tekfirci veya komplocu çevrelerin tutumlarında görünür olmuştur. Bu insanların İttihad-ı İslam’ı azaltan, müşrik bloklarla bütünleşmeyi çoğaltan ve Kemalist ulusalcıların, liberallerin, sosyalistlerin ilerlemeci dilleriyle konuşmaları oldukça üzücüdür. Akıl tutulması ve duygu zafiyeti yaşayan bu mukallitlerin sözlü ve fiilî zararlarından Rabbimize sığınır, ıslah olmalarını niyaz ederiz.

İki Farklı İslami Yükseliş Dalgası

14 asırlık tarihleri içinde Müslümanların toplumsal anlamda zaafa uğrayıp çözüldükleri en kesif dönem, Osmanlı Devleti’nin İtilaf Devletlerine teslim olmasıyla yaşanmıştı. I. Dünya Savaşı sonrasında son direniş hattını da kaybeden İslam coğrafyası, Afrika’dan Asya içlerine kadar gayrimüslim güçler tarafından işgal edilmişti. Bu işgale karşı İslami duyarlılığı yüksek kesimlerden önemli tepkiler gelse de bu hayat belirtisi çok sınırlı kaldı. Zira ümmet dış mikroba karşı direnecek fikrî ve siyasi iç zindeliğini kaybetmişti. Ancak ıslah hareketlerinin geleneği 19. Yüzyılın sonu ve 20. Yüzyılın başında yeniden hissedilmeye başlandı. Bu zihinsel canlılık 20. Yüzyılın ortalarında İslami hareketlerin gündemleşmesine vesile oldu. Ve son yarım asırlık süreçten bu yana Müslümanlar, İslami uyanış ve direniş açısından iki önemli yükseliş dalgası oluşturdular.

İlk uyanış dalgası: Bu dalga 1970’li yılların sonunda İran İslam İnkılâbı ve Afganistan cihadı ile dönemin iki süper gücüne karşı yükseldi. Liberal ABD’ye, sosyalist SSCB’ye ve işbirlikçi yerli diktatörlerine karşı, bağımsız İslami varoluş kimliği aşılayıcı olan bu iki önemli direniş hattı, bölgelerinden işgalci güçleri ve işbirlikçi yönetimleri kovup siyasal iktidarı ele geçirdiler. Ama İslam şeriatını hâkim kılma iddialarına rağmen, hem vahyî ölçüler temelinde siyasi olarak modelleşemediler hem de bazı kazanımlar dışında toplumsal dönüşümü vahiy ve ıslah ekseninde gerçekleştiremediler.

İkinci uyanış dalgası: İkinci dalga ise 2011 yılının başından bu yana yaşanan Ortadoğu İntifadasıdır. Müslümanların ağırlıkta olduğu muhalif bileşenlerle oluşturulan bu ayaklanmalarla da küresel kapitalizmin İslam coğrafyasındaki işbirlikçisi despotik iktidarlar devrilmiş veya devrilmeye çalışılmıştır. Bu ayaklanmaların kitleleşme gücü ve yayılma hızı, Ortadoğu üzerinde hesapları olan Batılı ve Doğulu kapitalist blokları şaşırtmış ve aciz bırakmıştır. İkinci uyanış dalgasının dayandığı İslami uyanış ve direniş hattı, büyük ölçüde metot ve stratejik içtihatlarını yenilemiş, sünnetullaha uygun bir merhaleci değişim ve mücadele anlayışına ulaşmıştır.

Birinci uyanış dalgasında iktidar merkezli bir değişim anlayışı belirleyici olmuştur. Sünnetullahı kavramada aceleci olan bu yaklaşım, sosyal tabanda kendi aceleciliğini devrimcilik ve radikallik olarak sunmuş; merhaleci anlayışı önceleyen yaklaşımları da uzlaşmacı-eklektik kimlikli dindarların konumu gibi adeta “Ilımlı İslam” olarak değerlendirmiştir. Ama özellikle İran İntifadası, tüm devrimci söylemlerine rağmen Şah’a karşı gerçekleştirilen iktidar değişimini; Kur’an merkezli yeterli bir çözümleme ve dönüştürme doğrultusunda devrim kadroları ve kitleler üzerinde gerçekleştirememiştir. Bu temel zafiyetine rağmen kendi varoluşunu Hz. Muhammed’den sonra gerçekleşen ikinci büyük İslam devrimi olarak sunabilmiştir. Reel tabanı olmayan bu romantik söylem, aslında 34 yıl önce sağlanan İran’daki müşterek intifada şartlarının nesnel bir şekilde değerlendirilmesinin ve İslami olarak merhale merhale gelişecek bir arınma ve modelleşme imkânının da fıkhedilmesinin önünü kesmiştir. Ayrıca dünyada çift kutuplu rekabetin 1989’da Berlin Duvarının yıkılmasıyla çökmeye başlamasına rağmen, karşılaşılan yeni şartlar konusunda yeni bir siyasi ve stratejik çözümleme ve açılım gerçekleştirilememiştir. İktidar değişiminin gerçekleştiği 33 yıldan sonra bugünkü İran, vahyî ölçülerle arınmak, katılımcılık ve istişari olarak sosyo-siyasal planda modelleşmek yerine; maalesef ki iktidar gücünü önemli ölçüde İran ulusçuluğu ve Şii asabiyesi doğrultusunda kullanma çıkmazına girmiştir. Böyle olunca da İran İnkılâbının kazanımlarından geriye düşülmüş ve son onlu yıllarda ümmetin ufkunu geliştirecek ciddi hiçbir kültürel ve zihinsel açılım ortaya konulamamıştır. İnkılâbi İran, devrim sürecinin heyecanlandırdığı insanlara sadece ideolojik sloganlar ve kendi stratejileriyle paralelleşenlere de bazı imkânlar sunmuştur.

İkinci uyanış ve İslami yükseliş dalgasında ise özeleştiri ve tahkik süreçleri sonucunda veya insiyaki olarak sünnetullaha uygun davranma basireti; yani tertil fıkhı ön plana çıkmıştır. 2010 yılının sonundan itibaren Ortadoğu’da sıkıştırılmış insani ve İslami potansiyeli açığa çıkartan Ortadoğu İntifadasının ana damarını İslami hareketler oluşturmuştur. İslamcı çizgi Ortadoğu diktatörlük rejimlerine karşı özgürlük bayrağını açarken, toplumsal değişim açısından ciddi bir vakıa analizi sonucunda merhaleci bir hat takip edeceğini en başından ilan etmiş; kadrolarını ve kitlesini romantik bir hedefe yöneltmemiştir. Mücadelenin mücadele içinde ve aynı istikamette olan diğer İslami hareket ve oluşumların ortak dayanışması ile kazanılacağının bilincinde olan bu yönelim, bir kısmı insiyaki de olsa önümüzdeki toplumsal ve stratejik hedefin nasıl bir kulvarda seyredeceğini de belirginleştirmektedir.

Müslümanlar için Ortadoğu İntifadası uzun soluklu bir mücadeleyi ve ıslah/devrim yolunu telkin etmektedir. İkinci uyanış dalgası, diktatörlerden ve vesayet rejimlerinden kurtulmak kadar, küresel kapitalizmin pazarı veya istihsal aracı olmaktan da kurtulmanın gerekliliğini telkin etmekte, vahiy temelli adil ve insani bir gelecek inşası hedefini hissedilir kılmaktadır.  İkinci dalga Müslümanları ideolojik slogan taklitçiliğine değil, İslam’ın söylem tutarlılığına, istişare temelli tanıklığa, toplumsal ve siyasal modelleşmeye hazırlamak istikametinde yürümektedir. İkinci uyanış dalgası, küresel kapitalizmin pazarına mahkûm olmamıza rağmen onun zihnî ve uygulamalı cahiliyesinden ayrışma basiretini; aynı zamanda önümüzdeki belki 50-100 yıllık süreçte Müslümanları tevhidî ve adil bir medeniyet inşasına yöneltme zenginliğini içinde barındırmaktadır.

Ancak birinci uyanış dalgasında da ikinci uyanış dalgasında da bize biçilmiş ulusal sınırlar cenderesi içinde yaşıyorduk ve yaşıyoruz. Ümmetin yeniden ihyası ve müminlerin kardeşliği söylemimiz modelleşme açısından çoğu zaman ulusal değerlerin, sembollerin ve sınırların büyüsünü aşabilmiş değildir. İçerideki diktatörleri devirmemiz ve vesayet sistemini geriletmemiz, bizi kapitalizmin hâkim olduğu ekonomik üretim-tüketim ilişkilerinden şimdilik bağımsızlaştırabilecek de değildir. Çağımızın küresel uygulaması ve en önemli ifsadı olan cahiliyyenin bu iki kuşatmasını aşmadan, bu kirliliklerden hicret etme bilincini kitleleştirmeden haykırılacak zamansız sloganlarla sürecimizi romantizm boşluğuna itmemeliyiz. Ulusal sınırları ve cahilî değerlerini, kapitalist kazanç süreçlerini aşmak konusunda, iletişim teknolojisinin ve küresel sermayenin tahakküm gücünü dengeleyecek kalp intifadasına dayanan bir toplumsal kararlılığı ve örnekliği henüz oluşturabilmiş değiliz.

Mevcut gerçekliğimizi görmeden, birinci dalganın “devrimci” veya “cihadcı/kıtalci” taklitçiliği içinde ikinci dalga İslami uyanış sürecinin kazanımlarını küçümseyen, tahfif eden hatta komplocu yaklaşımlara bulaştıran, sünnetullahtan kopuk ve iktidar merkezli analizler de kafa karıştırmaktadır. Örneğin cahilî kuşatmayı aşmak için Rasulullah’ın Mekke döneminde İslami kimliğini gizlemeden kullandığı “panayır” veya “himaye” kurumu gibi, günümüzde de despot yönetimleri geriletmek ve tebliğ imkânı sağlamak amacıyla demokratik araçların kullanılması olayı sapma olarak gösterilmektedir. Ortadoğu ayaklanmalarında yer alan ve sonrasında da seçimlere katılan İhvan-ı Müslimin ve uzun tartışmalardan sonra Selefi cemaatler de demokrasiyi Batılı anlamda felsefi-ideolojik olarak değil, seçim anlamında “ödünç bir kavram” olarak kullandıklarını belirtmektedirler.

Totaliter rejimlerde veya mutlak biat anlayışı ile şekillenmiş ekol ve cemaatlerle yaşayan, Kur’an’da emredilen “şura” kavramının toplumsal örnekliğini modelleştiremeyen unsurlarımız, “demokrasi” kavramının bazı cumhuriyet rejimlerinde de olduğu gibi “seçim” anlamında ödünç olarak kullanılmasını şiddetle eleştirmektedirler. Oysa eleştiri, İslami kavramlarımızı modelleştiremediğimizden dolayı yapılan bu içtihadi tercih doğrultusunda değil, bu tercihin İslami kimliği gizlemeye veya dönüşmesine yol açıp açmadığı noktasında yapılmalıdır. Örneğin eleştirel tahkik, Hz. Muhammed’in zaruret gereği bazı sahabelerin Mekke’den Habeşistan’a göç etmeleriyle ilgili niçin karar aldığı noktasında değil, göç edildikten sonra Ebu Süfyan’ın Müslüman olan kızı Ümmü Habibe’nin eşi Ubeydullah bin Cahş’ın niçin istikametini koruyamayıp Nasranîliği seçtiği üzerinde yapılmalıdır. Ayrıca bu tür ilişkileri sunanlar da bilmeli ki “cumhuriyet” (republic) kavramı da Batılı paradigmaya aittir ve o da seçim faktörünü önemsemeksizin demokrasi gibi yönetimde “halk hâkimiyeti”ni  savunmaktadır. İran ve Afganistan intifadaları, yönetimi paylaşım formu olarak, ödünç olarak kullandıklarını da halka ilan etmeden “republic” uygulamasını gerçekleştirmişlerdi. Ayrıca her iki alanda da yarı demokratik denilecek seçimler yapılmıştı.  

İran Devrimi sürecinde, devrimi temsil etme makamlarına daha sonradan Amerikancı, liberal, mürtet olarak itham edilen Mehdi Bazergan, Ben-i Sadr, Kutbizade gibi devrimde rolü olmuş kişiler getirildiği halde, 31-32 yıl sonraki Ortadoğu İntifadası süreçlerinde ittifak edilen muhalif bileşenlerin liberal, sosyalist, Hıristiyan kimliklerine bakıp, bu ikinci dalga İslami uyanış imkânını karalamak ve bu yükselen uyanış dalgasını Amerikancılık komplosuyla suçlamak komünist Fidel Costro’nun bile kabul etmediği ve ABD’yi “kadir-i mutlak” olarak gören bir komploculuk hastalığıdır veya ikinci dalga uyanış hamlesine karşı birinci dalga mukallitlerinin kıskançlık psikolojisini yansıtmaktadır. Oysa coğrafyamızın kâfirlerce işgal edilmesinden bu yana bütün İslami direnişler, hepimizin varoluş mücadelesini ve İslami duyarlılık canlılığını ifade ederler. İslami direnişler ve duyarlılık süreçleri içindeki tüm öze dönüş veya ıslah çabaları da birbirini takviye eden ve gelişen bir ihya ve inşa yönelimini anlamlandırırlar.

Bugünkü Küresel Bloklar

Bugün ilerlemeci tarih felsefesiyle paralel olarak gelişen kapitalist üretim-tüketim formu, en yaygın küreselleşmişliği sağlamış durumdadır.  Laik hayat görüşü ile müşrik veya natüralist inanç eğilimlerini bünyesinde taşıyan bu formun tümüne Batı diyoruz. Ve kapitalizmin oluşum sürecine bağlı olarak üreyen Sosyalist Blok 1991 yılında çöktüğünden beri, kapitalizmin zıt kardeşleri tekrar bütünleşmiş bulunuyor. Artık eski Sosyalist Blok ülkeleri de kapitalist üretim-tüketim mantığı ile çalışıyor. Artık Batı’yı sadece ABD, AB veya Japonya değil; Çin ve Rusya da ifade ediyor. Klasik tanımıyla emperyalizm ise kapitalizmin büyüme ve yeni pazarlar oluşturma çabasının bir sonucudur. Kalpleri parça parça da olsa, küfür tek bir millettir. Üretilen egemen ve çağdaş millet (din) de kapitalizm ve ilerlemeci hayat görüşleridir. Demokrasi veya otoriterlik, bireycilik veya toplumculuk, kolektivizm veya özgürlükçülük, barış veya savaş gibi unsurlar ise kapitalizmin şartlara göre amaçlarını gerçekleştirme değişkenleridir.

Ama küresel kapitalizmin liberal, demokrat veya müdahaleci bütün bileşenlerinin kendi varoluşları için engelleyici gördükleri en önemli kitleleşme ve alternatifleşme potansiyeli ise İslami değerlerdir ve Müslümanların geleceğidir. Bu nedenle kapitalist batıda da kapitalist doğuda da öncelikli tehlike olarak görülen ve gösterilen İslami uyanıştır ve gündemlerindeki en önemli konu da İslamifobyadır.

Müslümanların varlıklarını korumak veya şartlarını iyileştirmek ve özgürleşmek süreçleri için birbirlerinden başka dostları ve yardımcıları yoktur. Fıtrat ve vahye dönüş anlamında kullanılan “öze dönüş” ihtiyacının kaçınılmazlığı açısından da Müslümanların geleceği birbirine bağlıdır. Küresel kapitalizmin kuşatmasını aşabilmek için birikimlerin paylaşılması ve varoluş dayanışması için de zorunlu bir bağımlılık hali söz konusudur. Islah amacından kopuk olmayan İttihad-ı İslam hedefi dışındaki tüm arayışlar ise ya eriyici ve eritici bir şekilde içe kapanmayı ya da küresel güç odakları arasındaki çıkar çekişmelerinde bir tarafın kuyrukçusu olma sonucunu getirir. İki halde de ıslah ve inşa sürecinin dışına çıkılmış olur.

Şu anda gerek Müslümanların, gerek Ortadoğu coğrafyasının, gerek Suriye’nin geleceği için hesap yapan üç eğilim söz konusudur:

Birincisi: Dünyada ve bölgede inisiyatifini kaybetmek istemeyen ABD ve AB’nin başını çektiği “Eski Kapitalist Blok”

(Türkiye’de sol veya dindar liberaller, Kemalist liberaller ve TÜSİAD çevresi bu şemsiyenin altındadırlar.)

İkincisi: Dünyada ve coğrafyamızda inisiyatifini geliştirmek isteyen ve başını Rusya ile Çin’in çektiği “Yeni Kapitalist Blok”

(Türkiye’de Kemalist sol, Kemalist ulusalcılar, sosyalistler, Ergenekoncular -darbe taraftarları- ve İran rejimi taraftarları bu şemsiyenin altında olmayı tercih etmektedirler.)

Üçüncüsü: Coğrafyamızın özgürlüğünü, ümmetin yeniden dirilişini ve insanlık için alternatifleşmesini amaçlayan, bu amaç doğrultusunda aşamalı bir ıslah ve inşa mücadelesini üstlenmeye yönelmiş “İslami Dayanışma ve İnşa Süreci”

(Türkiye’de tevhidî uyanış sürecinin bağlıları, Osmanlı bakiyesine sahip çıkmak isteyen muhafazakârlar ve insanlıktan yana olan erdemliler de bu bloktan yanadırlar.)

Suriye ve İran hariç, tüm Ortadoğu ülkeleri “Eski Kapitalist Blok”un fiilî tasallutu altındadır. Türkiye, Fas, Cezayir siyasi arenalarındaki merkez-çevre çatışmasında çevre; Tunus, Mısır, Libya, Yemen, Bahreyn, Suriye intifadalarında muhalif İslami hareketler; şeyhlik-krallık rejimlerinde hanedan içinde İslam’a kulak veren bazı unsurlar ve emirler değişik yöntem ve tarzlarda bu bloktan kopmaya veya bu blok içinde özerklik alanları oluşturmaya çalışmaktadırlar. Bazı tarafların İslami kimlik açısından yöntemleri şaz veya tartışılır olmakla beraber bu blokta yer alan Müslümanların ana endişesi, “Eski Kapitalist Blok” içinde geleceğe dönük daha iyi hamleler için özerk alanlar oluşturmak veya kitlesel bütünleşme sağlanabildiği oranda da kopmaktır. Gerçekleştirilmeye çalışılan kopuşlar ise diğer yeni ve yayılmacı kapitalist bloğa sığınarak değil, kendi öz gücünü inşa ile elde edilen bir imkâna yönelmektedir. Necmettin Erbakan’ın öncülük ettiği D-8 görüşmelerinde hayali kurulan ekonomik işbirliği projesi, diktatörlük rejimlerini yıkan veya gerileten halkı Müslüman olan ülkelerin yakın geleceğinde çok daha reel şartlara kavuşmuştur. Ekonomik ve kültürel entegrasyon hedefleri, Ortadoğu İntifadasıyla artık çok daha hesaplanabilir olmuştur. Bu boyutuyla İran İslam İnkılâbının ilk yıllarındaki azim ve tutarlılığı bu eğilime güzel bir örnektir. Güç itibariyle yetersiz kalındığında aranılan destek, kâfirlerin yardımında değil, Müslümanların atıl olan potansiyellerini uyandırıp küresel dayanışmalarını çoğaltarak  bulunmalıdır.

“Yeni Kapitalist Blok” sosyalist ekonomi dönemindeki geç kalmışlığını telafi etmeyi amaçlayan bir açlık ve acelecilik içinde kapitalizmin vahşi yüzüne daha yakın davranmaktadır. Çin’de bir işçinin aylık geliri 80 ile 100 dolar arasında değişmekte ve iş hukuku hakları da uygulanmamaktadır. Liberal ekonomi yolunda kalkınmak isteyen Suriye, bu bloğa bilinçli olarak sığınmış; bugünkü İran yönetimi ise ulusçu ve mezhepçi politikaların çıkmazında nükleer enerji üretme atağı ile bu yeni ve vahşi kapitalist bloğun şemsiyesi altına eklemlenmiştir. İran yönetimi, 1991’den itibaren değişen dünya dengelerini iyi okuyamamış, İslam İnkılâbının üst değerlerinden uzaklaşma pahasına İttihad-ı İslam idealine ve ümmetin maslahatlarına büyük ölçüde kalbini ve gözlerini kapatmıştır. İlaveten İran ulusalcılığı ile Şii mezhepçiliğini cem eden bir stratejik büyüme hedefi doğrultusunda sırtını işbirliği yaptığı Rus-Çin bloğuna dayamayı tercih eder hale gelmiştir. İran’ın bu tutumu hem kendini inkılâbın değerlerinden, hem tüm İslami hareketlerden gittikçe kopartmaktadır. ABD-AB Bloğu ile işbirliği yapan şeyhlik, krallık, cumhuriyet rejimlerinin Şii düşmanlığı ile, Rusya-Çin Bloğu ile işbirliği yapan bugünkü İran rejiminin Sünni düşmanlığı, Müslüman halklar arasında bir düşmanlık değil, iki kapitalist bloğun menfaatleri doğrultusunda alevlendirilmeye çalışılan bir çatışma aracıdır. Diktatörlük rejimleri altında yaşayan Müslüman halklar da bugünkü İran rejiminin hâkimiyeti altında veya himayesinde yaşayan Müslüman halklar da küresel kapitalizmin İslamifobya stratejisiyle teşvik ettiği bu kör dövüşü, basiretsiz ve işbirlikçi yöneticilerinin oyununa gelmeden aşmalı ve Daru’t-Takrib örnekliğinin yeniden ön plana çıkmasına çalışmalıdırlar.

“İslami Dayanışma ve İnşa Süreci” içinde yer alan hareket ve çevreler ise Müslümanlar arasında vahdeti sağlamanın ve her alanda İslam’ı modelleştirmenin imkânının da bu merhaleci süreç içinde diriltileceği bilincini güçlendirmelidir.

1970’li yılların sonundaki İran kıyamı ve Afganistan direnişi, sadece İran ve Afganistan’a has bir olay değildi. Ortadoğu ayaklanmaları ve kanlı bir sürece giren Suriye İntifadası da sadece bir Ortadoğu ve Suriye meselesi değildir. Müslümanların her mağduriyeti, açılımı, kıyamı ve mücadele süreci, tüm zaaflara, ulusal aykırılıklara ve çözülmüşlüğe rağmen, gene de birbirlerinin derdi ve birbirlerinin meselesidir. Çünkü tüm yabancılaşmalara rağmen insanlarımız alınlarını secdeye koydukları ve mahşer gününü düşündükleri oranda ilânihaye birbirlerine ilgisiz kalamazlar. Çünkü mahşer günü buluşmayı umduğumuz yer, hepimizin özlemidir ve ulaşmayı murat ettiğimiz bu özlemin yolu da bu dünyada şekillenmektedir.

Tekrar edecek olursak: Ortadoğu ayaklanmaları ve Suriye İntifadası sadece bir Ortadoğu ve Suriye meselesi değildir. Bu ayaklanmaların oluşturduğu ve direniş hattı nedeniyle dünya dengeleri ve güçleri yeniden muhasebeler yapıp planlar hazırlayacaklar; Müslümanlar ise mevcudu koruyan bir basiretle artık geçmişle oyalanmayacaklar, geleceğe 30 yıllık, 50 veya 100 yıllık projeksiyonlar tutacaklardır. Ortadoğu ayaklanmaları, gelecek tasavvurumuzu inşa etmenin ve bu doğrultuda bugünden yapacağımız hazırlıkları ciddiye almanın reel imkânlarını oluşturmaktadır. Artık hayaller ve vakıasız sloganlar dönemi kapanacak ve inşallah kendimizden ulu’l-emirler, istişareye ehil şahsiyetler, tertil fıkhını kavrayacak ve uygulayacak nesiller yetiştirmenin ve yeniden ümmet olmanın heyecan ve dirilik katan yolu açılacaktır.

İnşallah Kur’an ümmetinin yeniden mayalandığı, emanetlerimizi devredeceğimiz şahsiyetlerin yetiştiği, birilikte iş yapabilme niteliğimizin güçlendiği, mahrumların kucaklandığı bir iman zemini inşa edilebilecektir. Bu zemin inşa edildiği oranda da ödünç kavramlar ve tarzlardan arınıp İslami yönetimle ilgili gelişmiş içtihatlarımız ve medeniyet potansiyelimiz örneklenme imkânı bulabilecektir.

İran’ın Bugünü ve Geleceği

İslam coğrafyası yeni uyanış hamlelerine tanık olurken, önceki İslami uyanış hamlesinin ürünü olan İran İslam İnkılâbının bugünkü durumu da tartışmalara konu olmaktadır.

Mevcut İran yönetimi, tek hüküm mercii olan “Velayet-i Fakih” anlayışı içinde Kur’an’ın  “ulu’l-emir” ve “istişare” kavramlarını alabildiğine daraltmıştır. İran Şahına karşı mücadelede Şii mollaları ve İslami duyarlılığı yüksek kitleleri “Mehdi” beklemeyi bir tarafa bırakıp, sosyal ve siyasi şartları düzeltmek için mücadeleye katmayı amaçlayan bu kavramın ilk başlardaki olumlu boyutu, gittikçe iktidar merkezli İrancı bir yönetim tutkusuna dönüşmüştür. Devrim öncesi çözümleyici içtihatlar ve ümmetin maslahatını önceleyen siyasi perspektifler üreten kadrolar maalesef ki suikastlarla yok edildiği veya dar ufuklu ve enaniyet dolu yöneticiler tarafından tasfiye edildiği için bugün İran siyasi ekolü büyük bir daralma veya inhiraf yaşamaktadır.

İran İslam Devriminin bileşenleri arasındaki inisiyatif mücadelesinden sonra İran’daki yönetime hâkim olan unsurların kendi dönemleriyle ilgili radikal tutumları, birçok zaaf taşısa da kendi dönemleri için anlaşılabilir hatta tolere edilebilirdi. Ama Velayet-i Fakih’in eleştirilemezliğiyle ilgili taassup ve tutuculuk, süreç içinde Türkiye’deki Kemalist totaliterlik gibi bir vesayet sistemi oluşturmaya başladı. İçtihadi bir alan olan yönetim formuyla ilgili bu tekçi dayatma ve vesayet, devrim sürecine emek vermiş ve İslami hatta olan birçok öncü şahsiyeti de dışladı, yargıladı ve tasfiye etti. Devrimin entelektüel boyutunu ve üniversite zeminini oluşturan Ali Şeriati’nin ve yetişmiş talebelerinin devrimin ilk yıllarında mektep farklılığı nedeniyle süreçten tasfiye edilmeleri, aslında İran siyasasında karşımıza çıkan bugünkü daralma ve sapmanın başlangıcıydı. İmam Humeyni’nin Şii Mektebi çizgisinde tanımlanan Velayet-i Fakih Kurumu, daha sonra devrimin mukim liderlerinden -ve Ayetullah Humeyni altı ay önce vefat etseydi anayasa gereği İran’ın başına geçecek olan-  Ayetullah Muntazeri’yi farklı bir Şii mektepten olduğu için tasfiye etti. Bu ve buna benzer davranışlarla uygulanan baskıları “Hatt-ı İmam” denilen yeni resmi çizgi, totaliter bir “biat” anlayışı içinde meşrulaştırmaya çalışırken, saltanat sistemleri gibi “ulu’l-emr” ve “istişare” kavramlarını da alabildiğine küçülttü.

İran’daki bugünkü otoriter  “Rehberlik” anlayışı, eleştiriyi veya farklı içtihatları kayıtsızca hedef gösterebilmektedir. Musa Üzer’in belirttiği gibi bir tür anayasa mahkemesi işlevi gören Şura-yı Nigehban’ın başkanı Cenneti, sistemde reform isteyenlerin seçimlerde adaylık için boşuna aday olmamalarını; Yüksek Yargının başındaki Laricani ise muhaliflerin cezalandırılacağını açıklamaktadır. (Haksöz, 240) Hatt-ı İmam olma iddiasındaki mebuslar ise Meclis içinde topluca, Musevi, Kerrubi, Hatemi gibi reform isteyen devrimin öncü şahsiyetleri hakkında “Ölüm! Fitnenin önderleri idam edilmeli!” seklinde sloganlar atabilmektedirler.

İslam tarihi boyunca yanlış yapan veya zulüm işleyen iktidar sahiplerine hak sözü söylemek her zaman riskli olmuştur. İran halkının ve İslam Devriminin maslahatı adına yanlış giden konulara değindiğinizde Amerika’nın, İsrail’in, NATO’nun adına konuştuğunuz hatta onlarca satın alındığınız ithamlarıyla karşılaşmanız mukadderdir. Bu itham mantığı karşısında Rusya ve Çin ajanları korunaklı kalmaktadırlar. Ama inzar ve uyarı görevini üstlenen Müslüman dava adamları veya gerçek âlimler de hakkın ikamesi için bu tür ithamlar ve muhtemel riskler karşısında yollarından dönmeyeceklerdir.

Bugünkü İran yönetimi dindar İran ulusalcılarının ve huccetiyenin inisiyatifi altına girmiştir. Ümmetin maslahatı yerine statükoyu korumaya çalışan İran’ın elitleri, dışarıdaki devrim çizgisine biatli insanları da yanlış yönlendirmektedirler. Bu ekip, yönetim kadrolarında da halk kültüründe de vahyî bir inanç ve kültürü içselleştirmek konusunda bir ıslah/devrim geliştirmemiştir. İslami İran'da tesettürlü ve ayrıca camilerde namaz kılan insan sayısı, laik bir ülke olan Türkiye'den daha iyi durumda değildir. Devrim sürecinde en popüler olan “La Şiiyye La Sünniyye Vahde Vahde İslamiyye” sloganının muhtevasına sahip çıkanlar gittikçe Sünnilik veya Vahhabilikle suçlanmaya başlanmışlardır. Bu taassup Velayet-i Fakih konumuna getirilen Ayetullah Humeyni’nin yanlış tespitleriyle de güçlenmiştir. Özellikle Humeyni, Vahhabiliği usuli’d-din açısından eleştireceğine, bu ekolün (tamamen vakıaya ters olarak) İngilizler tarafından oluşturulduğunu ilan etmiş; “İlahi Aşk” ve “Hamd” risaleleriyle geride mezhepçi ve batini bir vasiyet bırakmıştır. Ve 20 seneden beri de İran yönetimi, müfrit Şia havzalarına uyarak dünyada Şiiliği yaygınlaştırmaya çalışanlara arka çıkmakta ve İran’a yönelik siyasi sevgileri Şii mezhepçiliği ile buluşturmayı teşvik etmektedir. Ümmeti değil, Şiiliği büyütmeye çalışan bu ilgi Bosna’dan Cezayir Berberilerine, Mısır’daki İsmailîlerden Yemen Zeydilerine, Malezya’dan Afganistan Hazaralarına, Suriye Nusayrilerinden Türkiye’deki İran Devrimi sevdalılarına kadar kuşatıcı olmaya çalışmaktadır.

Suriye olaylarıyla ilgili olarak Baas rejimi, kendisi Şii olmadığı halde ikide bir Şii-Sünni çatışmasını gündeme getirmektedir.  Oysa İslam dünyasındaki mezhepçi gerilim, Şii-Sünni çatışması çıkartmak için şeyhlik ve krallık rejimlerini tahrik eden ABD’nin planlarından daha çok, İran İslam Devriminin üst değerlerini rafa kaldıran bu Şiileştirme stratejisi bağlamında ateşlenmektedir.

İslam dünyası Arap ırkçısı, pozitivist, totaliter, sosyalist ve Batıcı Baas ideolojisinin kötülüklerini özellikle Irak-İran Savaşı sırasında Tahran Radyosundan ve İran Kültür Bakanlığının yayınlarından öğrendi. Şimdi aynı faşist Baas Partisi’nin Suriye kolu, onuruna ve geleceğine sahip çıkmak isteyen Suriye halkına karşı Irak’ta Saddam Hüseyin’in halkına yaptığı işkenceleri, iftiraları, katliamları daha güçlü bir şekilde gerçekleştiriyor. Ama bu zalim ve kâfir Baasçı Suriye rejimini İmam Humeyni zamanından beri kendisine müttefik edinmiş ve bu içtihadını da hiç gözden geçirmemiş olan İran yönetimi ve Lübnan’daki uzantısı Hizbullah, 1982 Hama olaylarında yaşanan zulmün çok daha şiddetlisi karşısında susuyorlar; hatta Suriye Diktatörü Beşşar Esed’in dostu olduklarını ilan edebiliyorlar. Hizbullah lideri Nasrallah, Suriye direnişçileri tarafından 18 Temmuz günü gerçekleştirilen saldırı sonucu Şam’da ölen Baas yönetiminin üst düzey işkenceci, zalim ve fasık yöneticileri için canlı yayında dua edebilmiş ve onları “şehit” ilan edebilmiştir. Demek ki “saray ulemalığı” sadece Emevi ve Abbasi saraylarında olmuyormuş.

İttifak ile dostluğu/velayeti birbirine karıştıran ayetullah ve hüccetulislam olan mollaların “tertil fıkhı”nı talim ettikleri şüphelidir. Reel politika Allah’ın ayetleri çiğnenerek yapılamaz. Reel politika bazı Müslüman otoriteleri gayrimüslimlerle ittifaklara itebilir; şartlar gereği bu ilişki makul görülebilir. Ama bu ittifak ırkçı, pozitivist, Batıcı ve zalim güçleri “dost” hele hele “şehit” ilan etmeyi mazur gösteremez. Hiçbir otoritenin Rabbimizin kelimeleriyle oynama veya muhtevasını saptırma hakkı ve yetkisi yoktur.

Ayrıca bugünkü İran’ın şeytan Amerika’ya karşı, -Suriye Baas yönetimi gibi bölgesel şeytani güç yanında- küresel çapta ittifak ettiği şeytanlaşan yeni ve vahşi kapitalist güç, Rus ve Çin bloğudur. Siyasi şeytani güçlerin çatışmasında Türkiye bile bağlı olduğu NATO ve Batı bloğundan farklılaşmaya çalışırken ve gücü yettiği oranda Müslüman halkların önceliğine göre bir politika izlemeyi gözetirken; İran’ın geleceğini İttihad-ı İslam bloğunda ve ümmetin maslahatında değil de yeni ve vahşi kapitalist bloğun şemsiyesine sığınarak ayarlamaya kalkışması tam bir inhiraftır. Maalesef İran yönetimi kendine siyasi veya mezhebî olarak biat eden mukallitlerini de bir vicdan ve akıl düşüklüğüne itmektedir.

Anlatmak istediğimiz sonuç olarak şudur: İran, İslam Devriminin değerlerine yabancılaşmıştır. 33 yıllık devrim süreci siyasi ve ekonomik olarak fark edilir bir özgünlük oluşturamadığı gibi, kültürel ve sosyal alanda da gelişememiş, aksine gerilemiş ve genç nesillere sahip çıkacak bir rehberlik oluşturamamıştır. Gençlerin önemli bir kısmı maalesef İbrahim Tatlıses’i, Hülya Avşar’ı, Türk dizi film oyuncularını Ali Şeriati’den, Talegani’den, Mutahhari’den, Muntazeri’den çok daha fazla tanımakta ve sevmektedir.

İran’daki kötü gidişe dikkat çeken ve bu nedenle de risk üstlenen sorumlu kişilerden birisi de Selahaddin Eş’tir. Selahaddin Eş Çakırgil, başından beri Türkiye’de iken ve İran’a 1980’de hicret ettikten sonra İran İslam Devrimi sürecini Türkiyeli Müslümanlara en güçlü şekilde aktaran rehber bir insan olmuştur. O, İran’daki gidişatın ve İran’ın Suriye politikasının, tüm baskı ve otoriter uygulamalara rağmen artık içeriden de dolaylı tepkiler aldığını belirtmektedir. (Bkz. Haksöz-Haber yazıları)

Örneğin Selahaddin Eş, 18 Temmuz’da Suriye’deki Savunma Bakanı ve diğer üst düzey yetkililerin patlama sonucu öldürülmesini, İran’ın iki önemli gazetesinin veriş tarzındaki farka dikkatleri yöneltmektedir. Cumhûr-i İslamî, 19 Temmuz’daki “Suriye Ordusu Şam’da 500 teröristi imha etti!” manşetiyle çıkarken, suikast haberine küçük bir yer ayırmıştır. Aynı tarihli Keyhan gazetesi ise suikast olayını manşete çekmiş, el-Meydan mıntıkasında 500 isyancının öldürüldüğünü ise küçük haber yapmıştır. Bu iki önemli gazeteden birisi muhalif direnişçilere “terörist” derken, diğeri “isyancı” demektedir.

Yine 1997-2005 yıllarında İran Cumhurbaşkanlığı yapan ve reform yanlısı Ayetullah Muhammed Hatemi’nin yardımcılarından ve resmi sözcüsü olan Huccetulislam Muhammed Şeriati, Tahran’dan bağlandığı el-Cezire televizyonuna İran’ın Suriye ile ilgili mevcut politikasını kınamış ve çarpıcı açıklamalar yapmıştır. Şeriati, Ahmedinejad Hükümetinin, halkını katleden zalim Esed rejiminin yanında yer almasını kınadıklarını; ayrıca Suriye’de mezhep savaşının olmadığını, bu söylemin rejimin ve destekçilerinin dezenformasyonu olduğunu dile getirmiştir. Şeriati, ayrıca Hatemi ve Rafsancani’nin de Şii olduğunu, ancak zalime karşı Suriye halkının direnişini desteklediklerini belirtmiştir. Hizbullah’ın Esed rejimine verdiği desteğin büyük hata olduğunu ifade eden Şeriati,  Hizbullah içinden de zalim Esed’e karşı olanların varlığına dikkat çekmiştir. İran Hükümetinin yanlış siyasetini “direniş hattı” söylemiyle meşrulaştırmaya çalışmasının büyük bir yanılgı olduğunu ve olayı “Mezhep çatışması çıkacak!” boyutuna taşıyanların Esed’e ve destekçilerine yarar sağladığını söylemiştir. İran halkının hükümetlerin Suriye politikasına karşı olduğunu belirten Şeriati, -Allah’ın izniyle- er ya da geç Suriye halkının kazanacağını dile getirmiştir.

Selahaddin Eş’in aktardığına göre Lübnanlı önemli Şii Müslüman şeyhlerden Hani Fahs da Hizbullah lideri Şeyh Hüseyin Nasrallah’ın Esed rejimini destekleyen aşırı demeç ve tavırlarına karşı çıkmıştır.

İran’da reform isteyen kanat, 2009 Cumhurbaşkanlığı seçimlerine hile karıştırıldığını açıklayarak meydanlara çıkmış, anti-Siyonist ve ABD karşıtı politikaların içerdeki haksızlıkları ve zulmü örtmek için kullanılan bir araç haline getirildiğini haykırmış ve özgürlükleri savunmuştur. Ancak aylara yayılan bu gösteriler şiddet kullanılarak bastırılmıştı. Muhalif reformcu kanat 2011 Ortadoğu ayaklanmalarında ise Tunus ve Mısır intifadalarına sahip çıkarak, Filistin meselesine de duyarsız olmadıklarını; aslında İran halkının dikkatleri iç problemlerden Filistin’deki kuşatmaya kaydırılırken, onlar da İran’ın bir totaliter kamp haline getirilmesine dikkat çekmek istemişlerdir.

Suriye’deki Esed diktatörlüğüne İran’ın verdiği desteğin bugün için makul ve adil bir açıklaması yoktur. Rusya lideri Putin, 2012 Temmuz ayı başında yaptığı son İsrail ziyaretinde Suriye’deki İslamcı gelişmeye karşı ne yapılacağını Siyonistlerle müzakere ederken, İran hâlâ Suriye muhalefetinin arkasında ABD ve İsrail’in olduğunu iddia ederek, Rusya ile dostluğunu aziz tutmaya çalışmıştır. Bugünkü İran rejimi tam bir akıl tutulmasıyla “Ne ABD Ne Rusya!” sloganından, kapitalist ABD’ye karşı, yeni kapitalist Rusya’yı savunma noktasına gelmiştir.

Suriye muhalefetinin gücü ve söylemi İran medyasında örtülmeye çalışılmaktadır. Esed rejimi müttefik olmaktan çıkartılarak, neredeyse halka velayet söylemiyle süslenerek servis edilmeye çalışılmaktadır. İran siyasası ve bağlıları tam bir ümmi-fanatik mukallitlik içindedirler. Mücesseme gibi şeytanlıkta sadece ABD putlaştırılmış, Suriye iktidarının, Rusya’nın, Çin’in şeytanlaşma süreçleri ise gizlenmeye çalışılmıştır. Bu ümmiliği yaşayan belirli halk kesimleri ve varlığını statükoya borçlu olan kuruluşlar; aynı Kaddafi’yi, Salih’i ve Esed’i destekleyen, Türkiye’deki Cumhuriyet Mitinglerine katılan vesayetçiler gibi, İran’da da vesayet rejimine dönüşen dinî oligarşiyi destekleyen bir taban oluşturmuştur. Ama işkencenin, yargısız infazların ve fiilî şiddetin çoğunlukla soruşturulamadığı ve yargılanmadığı bugünkü İran’da kötü gidişe muhalif olan kesimler bugün sokağa çıkmıyor ve muhalefetini biriktiriyorsa bunun iki nedeni vardır. Birincisi, muhalefetin birikimini tevhid ve adalet ekseninde yönetecek yeterli bir rehberlik henüz oluşamamıştır. İkincisi, bölünme paranoyasını aşacak bir ortam henüz olgunlaşmamıştır.

Mevcut rejim, inkılâbın üst değerlerini ön plana çıkartamadığı, yer altı zenginliklerinin adil ve şeffaf bölüşümünü sağlayamadığı, İslam’ın muhkem ve evrensel değerleri yerine hayattan ve vahiyden uzaklaşmış mezhepçi ve batini telakkileri dayattığı oranda İran’da devrim sürecinin önü tıkanmış olacaktır. Ali Şiası’na, Muhammedi Şia’ya, Kur’an Şiası’na yönelen devrimi, İran ulusçuluğu ve Safevi Şiiliği ile çalmaya çalışan bugünkü statü mutlaka tasfiye edilmelidir. Edilemiyorsa, o zaman İran’da yeni bir İslam devrimine ihtiyaç bulunmaktadır. Bu ihtiyaç bugünkü İran yönetiminin Şebbihaları tarafından engellenmeyecekse açıkça tartışılmaya başlanmalıdır. Ancak bozuk gidişten arınmanın ve çıkış yapacak olan ıslah çabalarının ve içtihadi açılımların liderliği, Abdülkerim Süruş, M. Müctehid Şebusteri gibi vahyin sabiteleri ile oynayan tarihselciler ve modernist eğilimlilerle olacak şey değildir. Beheşti, Şeriati, Talegani, Muntazeri gibi tahkik ve ıslah sevdalılarının fikrî ve siyasi öncülüğünün yeniden inşası ile İran’daki değişimin müspet yönü ön plana çıkartılabilir. Yoksa devrimin var olan birikimi ya “Yeni Kapitalist Blok”un desteklediği statüko tarafından eritilecek ya da “Eski Kapitalist Blok”un desteklediği ölçüsüz özgürlük söylemleri ile parçalanacaktır.

Suriye’nin Bugünü ve Geleceği

Son iki yüzyılın ikinci büyük İslami uyanış dalgasında Suriye halkı ve Müslümanları, Suud ve diğer Körfez ülkeleri halklarından farklı olarak Tunus, Mısır, Libya, Yemen halkları gibi baskılara ve diktatörlük rejimine karşı toplu olarak tavır almış ve kıyam etme iradesini ortaya koymuştur. İzhar edilen bu toplu irade, İslami uyanış ve bilinçlenme süreci için hedeflediğimiz bir kitleleşme seviyesidir. Halkının büyük veya önemli çoğunluğu İslami direniş ve özgürlükten yana tavır alan ulus cenderesindeki tüm tutsak toplumların fiilî sorunları, İslami kardeşlik ve dayanışma hukuku olarak diğer tüm Müslümanların da fiilî sorunlarıdır. Bahreyn’deki olaylara da bu çerçeveden bakılmalıdır.

Suriye 1920 yılında Fransızlar tarafından işgal edildi. Bölge Fransız mandası altındayken Hıristiyan, Sünni, Nusayri ve Kürt bölgelerine ayrılmış, bağlı olarak da Nusayrilere Lazkiye bölgesi tahsis edilmeye çalışılmıştır. Sınırları 1921’de Kahire Konferansı ile çizilen Suriye’yi Fransızlar 1944’te arkalarında kolonyalist bir yönetim bırakarak boşaltmışlardı. Batıcı kadroların elinde birbirini takip eden askerî darbelerle yönetilen Suriye, 1970’ten bu yana yüzde 10’luk Nusayri azınlığa dayanan bir hanedan sistemiyle yönetilmektedir. Halk arasında Batılı değerleri yaygınlaştırmaya çalışan Esed hanedanlığına ve zulümlerine karşı 1982 ayaklanması olmuş ve bu ayaklanma on binlerce insanın kanı akıtılarak bastırılmıştı. Suriye diktatörlüğüne karşı 16-18 Mart 2011 tarihinden itibaren de ikinci büyük ayaklanma başlamıştır. Allah’a hamdolsun ki Suriyeli direnişçiler tüm engellere ve karalamalara rağmen Müslümanların öz gücüne dayanarak ilerlemekte ve kendilerine birçok kurtarılmış bölge edinmektedirler. Özgür Suriye Ordusu adı altında toplanan firari askerler ve halk milisleri, ellerinde hafif silahlarla birlikte dev savaş aygıtlarına sahip olan Baas ordusunu ve Hitler’in Es Es’leri konumundaki organize Şebbiha çetelerini birçok yöreden geri püskürtmüşlerdir. Ayrıca direniş ülkenin bütün şehirlerine yaygınlaşmıştır.

Suriye direnişinin besleneceği en önemli sınır ülkesi Türkiye’dir. Ama Batıcı-ilerlemeci taassup içindeki unsurlar ve taklitçiliği ümmilik düzeyinde olan İran’a biatliler veya bağlılar, Esed rejimini savunmakta, Türkiye Hükümetini çaresizliğe itmek ve Müslümanları da kafa karışıklığına bulaştırıp kardeşlik dayanışmalarını engellemek için komplolar kurgulamakta ve bilgi kirliliği oluşturmaktalar. Müslümanlar haberlerini fasıklardan alacak değildir. Allah’a hamdolsun ki sadece Suriyeli direnişçilerden değil, artık Suriye cephelerinde yer tutan Türkiyeli Müslümanlardan da bilgileri doğrudan alıyor ve dünya ölçeğinde değerlendirebiliyoruz.

Fasıklar ve gafiller Suriye halkının yanında duran Türkiye’nin dış politikalarının açmaz içinde olduğunu, tuzağa düştüğünü söylüyorlar. Bu yalanı sadece Esed rejimi ve aklı bağlanmış İran yönetimi ileri sürmüyor. Bu yalan bizzat küresel güçler tarafından üretiliyor. Çünkü “Eski Kapitalist Blok” da “Yeni Kapitalist Blok” da Suriye’deki yakın veya orta vadede görülen değişimin Müslümanlar eliyle ve inisiyatifiyle veya Türkiye’nin bölgesel özerklik hesaplarına katkı sağlayacak şekilde gerçekleşmesini istememektedirler.

BM’nin Kofi Annan Planı ise tüm küresel güçler tarafından desteklenmiştir. Çünkü bu plan bahanesi ile Esed iktidarına zaman kazandırılmış, Suriye Baas rejimi de bundan yararlanarak muhaliflere yönelik katliam ve tehcir politikalarını yürütebilmiştir.  Suriye direnişi ve Suriye halkının geleceği hakkında konuşanları da bu arka plana göre değerlendirmek gerekmektedir. Herkes kendi dostlarıyla birlikte düşünüyor. Müslümanlar ise “Müminler kardeştir!” (49/10) ve “(Müminler) bir zulüm ve saldırıya uğradıkları zaman birlik olup karşı dururlar.” (42/39) ilahi emri doğrultusunda hareket etmektedir ve etmelidir.

Türkiye Müslüman kamuoyu başta olmak üzere tüm dünya Müslümanları, Suriye için ayağa kalkmak zorundadır. Çünkü savunacağımız ve dayanışma imkânları oluşturacağımız konu sadece Suriye değildir. Suriye üzerinden tüm geleceğimizdir. Suriye direnişi, Ortadoğu İntifadasının önemli halkalarından birisidir. Eğer bu halkayı kazanamazsak, direniş zincirinin oluşması zorlanacaktır. Ve eğer biz ayağa kalkarsak o zaman ABD-AB bloğu veya Rusya-Çin bloğu değil, İslami dayanışma ve inşa bloğu kazanacaktır. Dolayısıyla Suriye’nin geleceği sadece cephedeki kardeşlerimizin direnişiyle değil, hepimizin sorumluluğu ve eylemliliği ile doğrudan alakalıdır. 

Suriye’de İslami duyarlılık korku duvarını yıkmış ve kitleleşme barajına ulaşmıştır. Artık bu mücadelenin geri dönüşü yoktur. Ancak bu direniş hattının arkasında küresel bloklar ve süper silahlar bulunmamaktadır. Bu hattın arkasında önce iman edilen ve uğrunda mücadele verilen Rabbimiz vardır. Mücadelenin ne zaman zafere ulaşacağı ise Rabbimizin takdirindedir. Önemli olan bu takdire layık olunabilinmesidir. Ancak böyle bir kalkışla dareyni kazandıracak olan zaferin, zaten şimdiden ipi tutulmuştur. Bu süreci ıslah ve yeniden inşa tutarlılığına taşımanın imkânı ise ancak bu duyarlılık saflarını cephede veya cephe gerisinde paylaşmakla geliştirilebilir.