Suriye Mart 2011’den beri uluslararası gelişmelere, gerilim ve saflaşmalara kaynaklık etmekte olan en önemli kriz başlığı olarak dünya gündeminde yer almakta. Türkiye açısından ise daha da sıcak ve yakıcı bir gündem oluşturduğuna kuşku yok. Gerek iki ülkenin sınır komşusu olmaları gerekse de Türkiye hükümetinin Suriye’deki devrim sürecine aktif desteği nedeniyle Suriye sorunu çok uzun bir zamandır Türkiye’de bir dış siyaset konusu olmanın ötesine geçip doğrudan iç politik tartışma zeminine oturmuş bulunuyor.
Tüm bu yoğunluğa ve sıcaklığa karşın Suriye üzerine gerek telif gerekse de çeviri olarak Türkçe yayınlanmış bilgilendirici mahiyette çalışmaların sayısının azlığı bir vakıa. 3. yılına yaklaşan devrim sürecinde Suriye üzerine yayınlanmış eserlerin bir listesini çıkartmak isteyen birisinin hiç zorlanmayacağı ortada. Konuyla ilgili söylenen sözler ve yürütülen tartışmalar genelde güçlü referanslara dayanmayan, günlük tüketime dönük sözler ve iddialar şeklinde karşımıza çıkıyor. Konunun uzmanı sıfatıyla konuşanlar dahi çoğu zaman basit akıl yürütmelerle ulaştıkları basmakalıp çıkarımları ya da sloganik tezleri tekrarlamaktan öteye gidemiyorlar. Oysa gerek rejimin niteliğini, geçmişten bugüne izlediği iktidar stratejisini ve kullandığı araçları anlamak gerekse de muhalefetin kimliğini, çeşitliliğini ve belki de psikolojisini doğru tahlil edebilmek için ciddi çalışmalara, araştırmalara ihtiyaç var.
Feyza Gümüşlüoğlu’nun Temmuz 2013’te Mana Yayınlarınca basılan “Suriye’de Muhalif Olmak” başlıklı kitabı Suriye’de olan biteni anlamak isteyenler açısından okunması gereken bir çalışma. Anadolu Ajansı Katar Temsilciliği görevini yürütmekte olan yazar, çalışmasını ülke dışında yaşayan Suriyeli önde gelen muhalif şahsiyetlerle yaptığı röportajlardan derlemiş.
Kitabın ilk bölümünde Suriye’nin yaklaşık bir asırlık tarihinin ana hatlarıyla özetlenmiş olması, ülkede bugün yaşananların arka planı hakkında yeterli malumat sahibi olmayanlar için derli toplu bir çerçeve sunuyor. Bu bölümde Osmanlı hâkimiyetindeki Suriye topraklarının I. Dünya Savaşında Fransız ordusu tarafından işgal edilmesi ve ardından manda yönetiminin kurulmasıyla birlikte yoğunlaşan çatışmalar; Fransızların ülkenin dinî ve etnik yapısıyla oynamaları; bağımsızlık süreci ile birlikte ardı ardına yaşanan askerî darbeler; Baas Partisinin iktidara yükselişi; Hafız Esed’in başta İhvan olmak üzere muhaliflerinin kanları ve kemikleri üzerinde askerî bir diktatörlük rejimi tesis etmesi ve rejimi ölümünden sonra oğlu Beşşar’ın devralması çok ayrıntıya girmeden özetlenmiş.
Yazar ikinci bölümde kısaca Ortadoğu’yu sarsan ve “Arap Baharı” diye adlandırılan süreçte Suriye muhalefetinin canlanmasına değinmiş. Tam burada Suriye muhalefeti kavramıyla kastedilenin Suriye dışında örgütlenme çalışması yürüten oluşumlar olduğunu vurgulayalım. Kısmen Batı yönlendirmesi, kısmen de Körfez ülkelerinin baskısıyla 2012 sonunda Katar’ın başkenti Doha’da bir çatı organizasyonu şeklinde oluşturulan Suriyeli Muhalif ve Devrimci Güçler Milli Koalisyonu (SMDK) adlı yapının Suriye içinde meşruiyet sorunu yaşadığı açık olmakla birlikte, dünya genelinde Suriye muhalefetinin tek temsilcisi konumuna oturduğu biliniyor.
Kitabın üçüncü bölümü, yazarın SMDK içinde yer alan farklı köken ve eğilimlerden 13 isimle yaptığı röportajlardan oluşuyor. SMDK Türkiye Temsilcisi Halid Hoca ile başlayan röportaj dizisi; Suriye Ulusal Konseyi Başkanı George Sabra, Müslüman Kardeşler lideri Ali Sadreddin Beyanuni; eski Başbakan Riyad Hicab; eski milletvekili Riyad Seyf; SMDK eski başkanı Muaz el-Hatib’in de içinde olduğu toplam 13 isimle devam ediyor.
Habercilik Merakından Önce Adil Şahitlik Kaygısı
Röportajlar cansız, kuru biyografik bilgi aktarımıyla sınırlı kalmıyor. Öncelikle kendisini bir gazeteci olmaktan öte içeriden bir konuma oturtmuş ve Suriye devrimine katkıda bulunma sorumluluğuyla hareket ettiğini vurgulayan yazarın samimiyetini ve bilahare konuşanların yaşadıkları acı ve hatta korkunç tecrübelerin sıcaklığını hissediyorsunuz. Feyza Gümüşlüoğlu kolay bir iş yapmamış. Görüştüğü isimlerin pek çoğu kelimenin tam manasıyla “yersiz yurtsuz” kişiler; zaten “sürgün”de yaşamanın getirdiği gezginlik durumunu yaşıyorlar. Buna devrim süreciyle birlikte hızlanan muhalif aktivitelerin yoğunluğu da eklenince randevulaşmak, bir araya gelmek daha da zorlaşmış.
Yazarın söyleşi yaptığı isimlerin çoğunu röportaj yapmaya zor razı ettiğini ise ayrıca vurgulamakta yarar var. Yaşadıkları tecrübeler ne kadar korkunç olsa da bazı isimler Suriye halkının bugün yüz yüze olduğu acılarla karşılaştırdıklarında şahsi hikâyelerini anlatmaktan hicap ettiklerini ifade ederek söyleşi talebini kabul etmekte isteksiz davranmışlar. Oysa yazarın da ısrarla vurguladığı gibi bu hikâyelerin bilinmesi lazım! Sadece zalim, despot bir çetenin sistematik zulümlerine maruz kalmış insanların adalet talebine omuz vermek için değil, aynı zamanda bugün Suriye’de neler yaşandığını ve neden yaşandığını tüm dünyanın daha iyi kavrayabilmesi için de bunların bilinmesi önemli ve gerekli!
Hafız Esed rejiminin baskılarına karşı İhvan-ı Müslimin hareketi muhalefeti yükseltince rejimin şiddet dalgasının her yeri vurmaya başladığı bir süreçte 1979’da babası ve annesinin ardından tutuklandığında henüz 15 yaşındaymış Halid Hoca. Sürekli işkence sesleri arasında, elleri tüm gün arkadan bağlı bir şekilde, yanındakiyle konuşamadan, uzanma imkânı olmaksızın sadece oturarak durabildikleri, insanların tıkış tıkış doldurulduğu daracık mekânların cezaevinden ziyade işkencehane olarak tanımlanması daha doğru olacaktır.
SMDK’nın Katar Büyükelçisi olarak görev yapan Nizar el-Hiraki de Baas zindanlarını aile boyu yaşamış bir isim. 1994’teki ikinci hapishane tecrübesine ilişkin olarak en fazla 10 kişinin kalabileceği bir yerde tam 45 kişi kaldıklarını, 72 saatte sadece 3 saat uyumalarına izin verildiğini ve gün boyu kendilerine sadece bir parça kuru ekmek ve biraz yoğurt verildiğini söylüyor. Defalarca girip çıktığı hapishane tecrübesini en son 2011 devrim sürecinde bir kez daha tadıyor. Dera’da gençlerin işkence görmesine tepki olarak başlayan protestolar sırasında bir heyetle birlikte Şam’a gelip Beşşar ile görüşüyor ve halkın tutuklananların serbest bırakılması ve benzeri taleplerini aktarıyor. “Reis” taleplerin karşılanacağını söylüyor ve iki gün sonra Hiraki’nin kuzeni öldürülüyor! Bu tür çok fazla tecrübe yaşamış Suriyelilerin “sorunun barışçıl müzakerelerle çözümü” ve benzeri laflara karınlarının neden tok olduğunu anlamak zor olması gerek!
Baas diktatörlüğü altında tüm halk için bir açık hava hapishanesi olan Suriye’de, muhalif kimlikli insanların yolu kaçınılmaz biçimde zindanlardan geçiyor. İhvan üye ve yöneticilerinin bu noktada yaşadıkları anlatmakla bitmez. Sadece kendileriyle de sınırlı değil zulüm, tüm aile fertlerini kuşatıyor. İhvan’ın eski genel sekreteri Ali Sadreddin Beyanuni’yle yapılmış röportajı okurken örneğin, cezaevi şartlarının ağırlığından, kapatıldığı hücrenin korkunçluğundan ya da ülke dışına kaçmak zorunda kalmasından çok, kendisi dışarıdayken 16 yaşındaki oğlunun tutuklanmasının, damadının katledilmesinin çok daha ıstırap verici eylemler olduğunu fark ediyorsunuz.
Yerel Meclis üyesi ve koalisyonun Hama temsilcisi Selahaddin Hamavi ünlü Tedmur Ceaevinde tam 25 yıl geçirmiş. 1980 yılında henüz 18 yaşında iken İhvan üyesi olduğu için girdiği cezaevinde aile fertleriyle ilk kez tam 15 sene sonra görüşebilmiş. Hapishanede insanların nasıl idam edildiğine şahitlik etmiş. Zindanda sistematik işkencelere ilaveten açlık, susuzluk, sıcak, soğuk gibi şartlarla mücadelede başarılı olamayan pek çok mahkûmun hayatını kaybettiğini anlatıyor.
George Sabra ise komünist kimliğinden ötürü uzun yıllar hapis yatmış bir isim. Ünlü askerî hapishane Sidnaya’da geçirdiği 8 yılın ilk 2 senesini 1.80’e 70 cm’lik bir hücrede tamamlıyor. Betonun üzerinde ayakkabısını yastık yaparak uyumaya çalışırmış. Tam 4 yıl hiç kimse kendisini ziyaret edememiş. Ama partisinin liderine göre şanslı sayılabilir yine de! Komünist Parti Genel Sekreteri Riyad et-Türk tek kişilik hücrede tam 18 yıl geçirmiş. Hiç kimseyi görmeden, hiç kimseyle temas kurmadan! Usame el-Aşur da komünist kimliğinden ötürü uzun yıllarını hapiste geçirmiş bir isim. Cezaevi şartlarını anlatırken sekiz kişiye bir yumurta verildiği dönemlerden bahsediyor. 17 yıl sonra bir yoldaşıyla serbest bırakıldıklarında Halep’te ilk olarak arkadaşının annesini ziyarete gidiyorlar. Arkadaşının annesi karşısında gördüğü iki kişiden hangisinin kendi oğlu olduğunu bilemiyor ve Usame el-Aşur’a “oğlum” diyerek sarılıyor. Cezaevinde beş yılda bir istihbarattan birilerinin gelip işbirliği teklif ettiğini, kabul etmediklerinde cezalarının uzatıldığını anlatıyor.
Baas İktidarında İşkence Bir Politik Araçtan Öte Davranış Biçimi
Aslında Komünist Parti yöneticilerine yapılan bu muameleler rejimin işkenceci, vahşi yüzünü çok net ortaya koyuyor. İhvan’ın şahsında İslami hareketin rejime alternatif olma özelliğinden ötürü bu kadar yoğun baskı ve şiddet gördüğünü anlamak zor değil. Yapılan şey zalimane de olsa kendi içinde bir mantığı var. Peki, diğer muhaliflere yapılanların manası ne? Zaten hiçbir şekilde toplumsal bir tabana sahip olmayan, bir iktidar alternatifi teşkil etmeyen bu tür muhalif hareket mensuplarının maruz kaldığı bu vahşi zulümler Baas rejiminin işkence ve baskıyı sadece bir ayakta kalma stratejisi olmaktan çıkarıp, doğrudan bir kimlik, bir davranış biçimi haline getirdiğini göstermiyor mu?
Kitapta Riyad Seyf ile yapılan söyleşiyi okurken bazı isimlere fazla önyargılı yaklaştığımızı fark ediyorum. Koalisyon içinde etkili bir isim olan eski milletvekili Riyad Seyf’in Batı ile işbirliği içinde muhalefeti yanlış yönlere kanalize ettiğine, İslami kimliğinden uzaklaştırarak Batılı-liberal bir çizgiye sevk etmeye çalıştığına dair eleştirilerimiz sanki bu tipleri bütünüyle “majestelerinin muhalefeti” gibi algılamamıza yol açabiliyor. Oysa Riyad Seyf’in hayat hikâyesini dinlediğinizde çok yoğun bir mücadeleden geçtiğini ve ağır bedeller ödediğini görüyorsunuz.
Sıkça yaşadığı hapis tecrübesiyle çok erken yaşlarda tanışan Seyf, iyi bir girişimci olduğundan defalarca zenginleşmiş ama her defasında muhalif kimliğinden ötürü rejimin gadrine uğramış. Şam’dan milletvekili seçilmesine rıza göstermeyen rejim güçleri hem baba hem de oğul Esed döneminde Seyf’i zindana atmışlar ve malını mülkünü talan etmişler. Beşşar’ın kuzeni Rami Mahluf’un ve Esed ailesinin yolsuzluklarını gündeme getirdiğinden ötürü büyük baskılarla karşılaşmış. Buna rağmen yılmayan Seyf, Mart ayaklanmasında yeniden tutuklanmış ve işkence görmüş. Bu süreçte kardeşi ve yeğenleri katledilmiş, ailesinin ticari işletmelerine el konulmuş, fabrikaları yakılmış ve en son ülkeden kaçmak zorunda kalmış. Şüphesiz Riyad Seyf’in siyasi kimliği ve tahayyül ettiği Suriye ile bizim arzu ettiğimiz farklı olabilir ama bu farklılaşma bu insanların ağır bedeller ödedikleri gerçeğini ortadan kaldırmıyor. Ve bedel ödeyenlerin gelişen süreçler üzerinde etkili olmaları doğal bir durumdur.
Riyad Hicab söyleşisi ise kitabın en dikkat çekici röportajlardan birini oluşturuyor. Bakanlık görevini sürdürürken, Haziran 2012’de “Reis” tarafından başbakanlık görevine tayin edilerek “ödüllendirilen” bir politikacı olan Riyad Hicab, iki aylık bir “esaret”in ardından Ağustos 2012’de Liva İslam’ın organizasyonuyla tüm aile fertleriyle birlikte Ürdün’e kaçmıştı. Bir başbakanın kaçarak canını kurtardığı bir rejim olgusu aslında düşünen herkese çok şey anlatıyor olsa gerek!
Feyza Gümüşlüoğlu çalışmasına yazdığı sonsözde hikâyesini anlatmaya çalıştığı muhalefetin Suriyelilerin sadece küçük bir kesitini oluşturduğunu hatırlatıyor ama aktardığı tanıklıkların Suriye’nin genel manzarasına ilişkin yeterli ipuçları verdiği rahatlıkla söylenebilir. Açıkçası zulüm kavramı Baas vahşetini tanımlamakta kifayetsiz kalıyor. Son cümlesinde Rabbinden Suriyelilerin hikâyesine mutlu bir son yazmasını dileyen yazarın duasına gönülden “âmin” diyoruz!