Müminlerin sevinç, sürur günlerinden olan Kurban Bayramı mutluluğunu yaşamayı nasip buyuran Rabbimize hamd olsun! Şeairullahı, yani hac gibi, Meşâiru’l-Haram gibi, kurban gibi Allah’ın şiarlarını, sembollerini çokça barındıran bu özel günler vesilesiyle yaptığımız ibadetlerimizi, infaklarımızı Rabbu’l-Âlemin kendisine yakınlaşmamıza vesile eylesin! Bizi özümüzden, fıtratımızdan, yaratan ve hükmeden Rabbimizden uzaklaştırmaya, hayatımızın asıl manasını idrak etmekten alıkoyup süfli ve batıl uğraşlarla, hedeflerle meşgul etmeye yönelten tuzaklar karşısında ayaklarımızı sabit kılsın!
Rabbimizin lütfuyla idrak ettiğimiz Kurban Bayramı elbette bizler için bir tatil, dinlenme, hoşça zaman geçirme değil, öncelikle bir ibadet vaktidir. Kurban Allah’a yakınlaşmak, Rabbimize olan kulluğumuzu saflaştırıp netleştirmek, bu doğrultuda dünyevi haz ve ihtirasların zincirlerinden arınmak için bir vesile ve her daim teyakkuzda bulunmamız gereken imtihanın bilincinde olmaktır. Arife günü sabahından başlayarak 4. gün ikindi vaktine kadar namazlarımızdan sonra getirdiğimiz tekbirler Rabbimizden başka hiçbir şeyi büyük, muktedir ve söz sahibi kabul etmediğimizin bir kez daha hatırlatılması, vurgulanmasıdır.
Kurban, Rabbe teslimiyetin, Allah için malımızdan, sevdiklerimizden, gerektiğinde canımızdan vazgeçebilmenin bir göstergesidir. Vesile arayışıdır. Rabbimiz, “Ey iman edenler! Allah'tan korkun. O'na yaklaşmaya yol arayın ve yolunda cihad edin ki kurtuluşa eresiniz.” (Maide, 35) buyurmaktadır.
Bu itibarla gerçekte neyi feda ettiğimiz üzerinde mutlaka durmalıyız. Kestiğimiz kurbanlarımız, infaklarımız basit bir ritüel, bir âdet olma görüntüsünden çıkmalı ve bizi gerçek manada Rabbimize yakınlaştırmalı! Bu olursa gerçekten kurban kurbanımız, bayram bayramımız olur!
Vesile Aramak
Bayram günlerine, ramazana, cuma saatlerine tahsis edilmiş bir dindarlık elbette yanlıştır. Muvahhidler, sahih inanç sahipleri hayatı laikler gibi dinî-dünyevi diye ayırmaz; günleri bölüştürmezler. Her şeyimiz Rabbimiz içindir bilinciyle davranırlar.
Ama bazı günler, bazı ortamlar ve mekânlar elbette kulluk bilincimizi daha da kavileştirmek, teslimiyetimizi göstermek, ibadetlerimizi yoğunlaştırmak için birer vesile, birer fırsattır. Bunları da en güzel biçimde değerlendirmeyi Rabbimiz bizlere nasip etsin!
Bu tür hususi vakitler gibi, bayram günlerinin de ibadetlerimizi, infaklarımızı, dualarımızı artırmak için bir fırsat olduğunun altını çizelim. Bu günler aynı şekilde ümmet olma bilincimizi takviye etmek, aidiyetimizi netleştirmek, kardeşlerimizle hukukumuzu güçlendirmek için de bir vesiledir elbette.
Müslim’in Sahih’inde Ebu Hureyre rivayetiyle naklettiği bir hadiste Resulullah’ın (s) şöyle buyurduğu bildirilmiştir: “Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki sizler iman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olmazsınız. Size, yaptığınız takdirde birbirinizi seveceğiniz bir şey söyleyeyim mi? Aranızda selamı yayınız!”
Muhasebe Yapmak
Bu manada mutlaka bir bayram muhasebe yapalım. “Acaba bu bayram öncesi ve sonrası itibariyle hayırlı işlerimizde artış oldu mu; kardeşliğimizi takviye için yeni bir şeyler yapabildik mi?” Mesela şu veya bu sebeple mesafeli olduğumuz, kişisel birtakım nedenlerle kırgın veya kızgın olduğumuz kardeşlerimiz varsa bunlarla ilişkilerimizi yeniden tesis edip sıcaklaştırmak için bu günleri, ortamları değerlendirip değerlendiremediğimizi kendimize soralım.
Karşılaştığımızda daha sıcak sarılabildik mi; uzakta idiyseler aradık mı; gurur, kibir zaafımızı aşabildik mi? Aşmak zorundayız! Neden mi? Çünkü kâfirlere, zalimlere karşı tavizsiz olmaları gereken müminlerin birbirlerine karşı alçak gönüllü olmak zorunda olduklarını biliyoruz. Adım atmalı ve kardeşlerimize karşı kalbimizde zerre miktarı kin ve buğz bırakmaması için Rabbimize dua etmeliyiz: “Onlardan sonra gelenler de: ‘Rabbimiz, bizi ve bizden önce iman eden kardeşlerimizi bağışla, kalbimizde iman edenlere karşı bir kin bırakma! Rabbimiz, sen çok şefkatli, çok merhametlisin!’ dediler.” (Haşr, 10)
Yakınlaşma Çabası
Müminler imanın değerini bilirler. İmanın değerini bilmek ise mutlaka müminlere değer vermeyi, Rahman’ın sâlih kullarını önemsemeyi, kucaklamayı, sevmeyi gerektirir. Kardeşliği anlamayan, kardeşlerine gereken değeri vermeyenler yaşadıkları toplumu kuşatan cahiliyeyi, ifsadı da layıkıyla kavrayamaz, onun karşısında zayıf düşerler.
Cahilî eğilimlere, hayat tarzlarına, düşmanlıklara baktığımızda müminlerin güzelliğini, müminler toplumunun bir parçası olmanın anlamını, yüceliğini çok daha iyi kavrarız. Ve birtakım eksiklerine, kusurlarına, zaman zaman aramızda yaşayabileceğimiz birtakım ihtilaflara rağmen kardeşlerimizin kadrini, kıymetini görmezden gelmeyiz.
Hâkim, el-Müstadrek adlı hadis kitabında sahabeden Ukbe ibni Amir’den şöyle bir rivayete yer vermiştir: Bir gün Resulullah (s) Ukbe ibni Amir’in elinden tutmuş ve “Ey Ukbe! Sana dünya ve ahiret ahlakının en faziletlisini haber vereyim mi?” dedikten sonra şunları sıralamıştır: “Seninle ilişkiyi kesen yakınlarınla ilişkini sürdürürsün, sana vermeyene sen verirsin, sana zulmedeni affedersin.” (Hadislerle İslam, DİB Yayınları, Cilt 4, s. 198)
Ayrışmanın Gerekliliği
Cahilî zihniyet ile aramızda hayatın her alanına, zerresine yansıyan bir farklılığımız var. Apayrı dünyalara mensubuz. Bizim için Rabbimizin adını yüceltme vesilesi olan günler onlar için tatil, eğlenme ve tuğyan vesilesi. Biz ibadetlerimizi, teslimiyetimizi artırma derdindeyken, onlar da günahlarını artırıyorlar. Edep, ahlak kaygılarının tümüyle yok sayıldığı bir zemin, bir ifsad ortamı inşa ediyorlar.
Nasıl bir çarpık tutum içinde olduklarını gösteren bir örnek olarak bu çevrelerde giderek yaygınlaşan köpek tutkusu dikkat çekmektedir. Muhacir kardeşlerimiz için akıl almaz düşmanlık kampanyaları yürüten ya da bu zalimliğe ortak olanların birçoğunun köpek sevgisi nasıl bir ruh hali içinde olduklarını göstermektedir.
İki şeye aynı anda şahit oluyoruz: Bir tarafta bombalardan, katliamdan kaçıp bu ülkeye sığınmış ve birçoğu da bu ülkede pek kimsenin yapmak istemediği en zor ve itibarsız işleri yaparak hayatta kalmaya çalışan muhacir kardeşlerimize alabildiğine düşmanlık, nefret kampanyaları mevcut.
Öte yanda sabah akşam bir köpeğin peşinde parklarda, sokaklarda dolaşanlar; kedileri, köpekleri için türlü masraflar yapmaktan kaçınmayanlar; hayvanların haklarının korunması adına en ağır hükümler ihtiva eden yasaların çıkarılması için çaba sarf edenler…
Tüm bunlar en temelde kulluk bilincindeki sapmanın tezahürleridir. İşte bu çarpıklık bize imanın ve müminlerin ne kadar değerli olduğunu öğretir.
Dayanışma Zorunluluğu
Cahiliyenin zalimliğine karşı müminler ise sadece Rablerine olan bağlılıkları dolayısıyla hiç tanımadıkları, adlarını bile bilmedikleri, renkleri, kökenleri, coğrafyaları itibariyle kendilerine belki de hiç benzemeyen Rahman’ın kullarını kardeş bilir ve onlara karşı mesuliyet hissederler.
Yaşadığımız hadiseler ırkçılığın, hamiyet-i cahiliyenin nasıl bir pislik olduğunu bize bir kere daha göstermekte. Bombaların yağmaya devam ettiği, son derece zor şartların hüküm sürdüğü bir ortam mevcutken dahi muhacirleri buradan def etmeye kalkan mantığın nasıl bir kirlilik olduğunu görüyoruz. Bu vesileyle asla susmamak, geri adım atmamak, milliyetçilik denilen cahiliye artığına karşı dimdik durmak gerektiğinin altını çizelim.
“Onlardan (muhacirlerden) önce o yurda (Medine'ye) yerleşmiş ve imanı da gönüllerine yerleştirmiş olanlar, hicret edenleri severler. Onlara verilenlerden dolayı içlerinde bir rahatsızlık duymazlar. Kendileri son derece ihtiyaç içinde bulunsalar bile onları kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden, hırsından korunursa işte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.” (Haşr, 9)
İzzete Talip Olmak
Hiç şüphesiz muhatap olduğumuz güçlükler karşısında hayal kurmak, abartılı beklentilerle kendimizi kandırmak yakışık almaz. Çünkü biliyoruz ki sorunlarımız çok, derdimiz büyük, yaralarımız derindir. Ama tüm bunlardan öte iman etmenin ayrıcalığına sahibiz, iman nimetinin bahşettiği izzetle hareket etmekteyiz. Mümin izzeti dik durmayı, gelişmeler karşısında sorumluluk üstlenmeyi gerektirir. Müminlere sabitkadem olmak, tavizsizlik yakışır.
Ne mutlu bize ki müminlerin sevinci sevincimiz; kederi, kaybı, zalimler karşısında gerileyişi ise hüznümüzdür. Müminlerin zaafa uğraması, zulme maruz kalması karşısında acı duyanlara, umursamaz gözlerle seyretmek yerine kıvrananlara, burkulan bir kalbe sahip olanlara ne mutlu! Bazen aklımıza bazı sorular üşüşür, sorarız kendimize: “Biz hep bu hüzünlerle mi cebelleşeceğiz?” diye. Oysa bu soru yanlıştır. Asıl üzerinde durulması gereken husus bunca acı yaşanırken, bunca zulme, ifsada, tuğyana şahitlik ederken hangi halet-i ruhiye içinde olduğumuzdur.
Mazlumların sıkıntısını hissedebiliyorsak, kardeşlerimizin acılarını acımız biliyorsak, dava bilincini, sorumluluğunu dünyevi beklentilerin üzerinde tutabiliyorsak bu, başlı başına bir nimettir, Rabbimizin bize lütfudur.
Biz tek bir ümmetiz ve “Müslümanlardanız” demekten daha güzel bir söz, çağrı olmadığının bilincinde olan insanlarız. Yaşadığımız toplumun hastalıklarını görmek zorundayız. İnsanların kısa süre içinde kara propagandalarla nasıl vahşileşebildiklerini gözlemliyoruz. Bu hal bize imanın insanı nasıl farklılaştırdığını, imanın beşeri insan kıldığını göstermeli!
Rabbimiz O’nun buyrukları, ölçüleri dışında herhangi bir bağlılığa ve aidiyete bizi mahkûm etmesin; kalbimizde, bilincimizde cahiliye asabiyesinin zerresini bırakmasın!