Kur'an-ı Kerim'in hiç bozulmadan, tahrif edilmeden bugüne kadar geldiği müslümanların ortak kabulü ve ayrıca bir vakıa iken, Kur'an algısıyla ilgili birbirini nakzeden yüzlerce anlayışın neşet etmiş olması düşündürücüdür. Kur'an'a muhatap olan bugünün müslümanları olarak bizler, doğal olarak Bu algılardan hangisi doğru, hangisini benimsememiz gerekir?" şeklindeki soru ve sorunlarla yüz yüzeyiz. Bu hususta önerilen; önemsenen, değer verilen kişilerin anlayışlarını benimsemek sorunu çözmüyor. 'Değer'in bir standardı olmadığı için birilerince çok değerli, önemli bulunan kişi veya anlayışlar birileri için tersi olabilmektedir. Oysa İslam'la 'İslam anlayışını', 'Kur'an'la Kur'an anlayışı'nı birbirinden ayırmak gerek. İslam ve Kur'an beşeri müdahaleden uzakken, İslam anlayış, ve Kur'an anlayış, beşer ürünüdür, doğruyu ve yanlış, barındırabilir. Tarih içerisinde değişik çaba ve gayretlerin sonucu olarak üretilen anlayışlar elbetteki önemli. Kur'an'la ilgili tanımlamalar dikkate almak durumundayız. Fakat anlayışımız, terslendirdiğimiz kaynağın ya da 'tanıma konu olan'ın kendisini nasıl anlattığı, nasıl tanımladığı daha önemli olsa gerek. Hele hayatımızı şekillendirmesi gereken, kendisiyle sorgulanacağımız, tek tek şahıslar olarak bizi muhatap alan ilahi bir kitap söz konusuysa "Rabbim ben değerli şahıslara uydum" demenin mazeret olamayacağı açıktır. O yüzden Kur'an anlayışımızı oluşturmada faydalandığımız tarihi birikim, Kur'an'ın kendini nasıl tanımladığı üzerine bina edilirse çok daha anlamlı olur kanaatindeyiz.
Bilindiği gibi Allah inzal buyurduğu vahyi, başta 'Kur'an' olmak üzere değişik şekillerde isimlendirmiş, vahyin amacını, sıfatların, ve özelliklerini sıralamıştır. Fakat Muhammed (s)'in kendisine gelen vahyi insanlara iletmeye başlamasıyla birlikte henüz bu isim ve sıfatları içeren ayetler inzal olmamışken, müşrik muhataplar, vahye dönük suçlamalara başladılar. Daha önce inen ayetlerin hiçbirinde vahyin özelliklerini, isimlerini, sıfatlarını içeren ayetlere rastlamadığımız halde, Kalem Suresinin başında Rasulullah (s)'e dönük "mecnun" suçlamasıyla karşılaşıyoruz. O güne kadar "emin"liğiyle tebarüz etmiş Rasul'e yapılan bu suçlama tabii ki şahsına değil vahye idi. Devam eden ayetlerde ise doğrudan vahye "öncekilerin masalları" suçlamasının yöneltildiğini görüyoruz. Bu örneklemeden yola çıkarak bir şeyin "ne" olduğu kadar "ne olmadığı"nın da önemli olduğu sonucuna ulaşabiliriz. Öyleyse bu usule uygun olarak Kur'an'ın ne olmadığını yine Kur'an'dan öğrenmeye çalışalım.
Kur'an Ne Değildir?
a) Kur'an Cinlenmiş Birinin Sözü Değildir:
Cahiliye döneminde Araplar, Kabe'de bulunan çok sayıda putun yanında adını verdikleri yarı gölge varlıklara inanıyorlardı. Cin kelimesi "örtülmüş, görülmeyen" anlamında kullanılıyor, gözle görülmeyen varlıklara cin deniyordu. Cinler işleri karıştıran, çoğunlukla kötülük yapan, ıssız yerlerde yaşayan ve hayvan biçimindeki garip, güçlü yaratıklar (gül) olarak bilinirdi. Cinlerin insanları öldürdüğü yada kaçırdığına inanılırdı. İlahlarla, akrabalıkları ve de olağanüstü güçleri dolayısıyla cinlerden yardım istenirdi. Sabit İbn Cabir gibi bazı cahili şairler şiirlerinde, çöllerde ucube görüntülü korkunç cinlerle karşılaşmalarını, onlarla yaptıkları korkunç kavgaları ve gösterdikleri kahramanlıkları anlatmışlardır. Müşrik-Cin ilişkisi, güçlü olana duyulan korku ve saygı içeren bir ilişkiydi. "Mecnun/cinlenmiş", bünyesine tabiat üstü bir varlık olan 'cin'in sahip olduğu, cin adına konuşan, göklerden haber çalan, normal bir insanın söyleyemeyeceği sözler söyleyen kişiye denirdi. Mecnun, esrarlı konuşur, muhatabını etki altında bırakabilir ve ona zarar verebilirdi. Kitleleri etkileyebildikleri için ciddiye alınan, fakat yaptıkları dengesizlikler, yaşadıkları sufli hayat ve yalan yanlış kimi sözleri dolayısıyla da kendilerine üstü örtük bir şekilde istihza ile bakılan ve çekinilen insanlar konumundaydılar. Allah u Teala, Hz peygamber'e yönelik iftirayı kesin bir dille yalanlamaktadır: "Rabbinin nimeti sayesinde sen asla bir mecnun değilsin. Bitmez tükenmez bir ecir senindir. Ve sen gerçekten yüce bir ahlak üzeresin." (Kalem 2-4)
b- Kur'an Şiir Değildir:
Şiir, hissetme, sezme anlamına gelir. Şair ise insanların bilmediği şeyleri sezen, bilinmeyenle ilgili haber veren kimse demektir. Şair aynı zamanda mecnundur da (Saffat, 36). Çünkü şair de cinlerle irtibat kurup onlardan bilgi alabilirdi. Putperest şairler seçili sözlerle kehanette bulunurlardı ki, bu tür sözlere kelam musecca (kafiyeli söz) denirdi ve kişilerin, kabilelerin geleceklerinden haber verirlerdi. Şiirin büyüleyici, coşturucu etkisinden Araplar çokça faydalanırlardı. Kabilenin üstünlükleri, kahramanlıkları şiir yoluyla dile getirilir, şerefini, kabilesini savunurken ölenler için özellikle de kadınlar tarafından ağıt şeklinde şiirler söylenir, erkekler intikama teşvik edilir; hatta şiirle savaş çıkartılırdı. Savaş meydanlarında ise şiir, kabile erkeklerini savaşa teşvikle, karşı tarafın ise moralce çökertilmesinde kullanılırdı. Cahiliye döneminde çok yaygın kullanıma sahip olan şiir, dönemin en belirgin özelliğidir dense abartı olmaz. Tarihi kaynaklar müşriklerin şiirleriyle övündüklerini, aralarında yarışmalar düzenleyerek başarılı buldukları şiirleri Kabe duvarlarına astıklarını haber vermektedir. Müşriklerin Kur'an'ı böylesi yaygın kullanıma sahip şiirle özdeşleştirme çabası Kur'an tarafından akamete uğratılır: "Yoksa onlar: 'O bir şairdir, biz onun zamanın ızdırap veren musibetine uğramasını (ölmesini) bekliyoruz' mu diyorlar." (Tur, 30) "Biz ona şiir öğretmedik; ona yakışmaz da. O, yalnızca bir zikir ve apaçık Kur'an'dır." (Yasin, 69).
c. Kur'an Kehanet Değildir:
Kahin, gelecekten haber almaya çalışan, esrarlı sözler söyleyen, olağanüstü güçlere sahip ve bu güçlerini istediği zaman kullanan kimsedir. Önceleri putların bulunduğu tapınaklara gelenleri karşılayan görevlilere kahin deniyordu. Sonraları bu insanların ilahlarla özel münasebetleri sonucu geleceği önceden söyleme gücüne sahip olduklarına ve insan üstü maharetleri icra eden kişiler olduklarına inanılmaya başlandı. Söyledikleri muğlak ve müphem şeylerdi ve genellikle seçili cümleler kurarlar ve gelecekten haber vermeden önce gök, güneş, yıldızlar, yiyecekler, hayvanlar vb. üzerine yemin ederlerdi. Kahinin geleceği görebildiğine inanıldığı için sorunlu işler kendisine getirilir, çözüm bulması istenir ve büyük oranda da önerilerine uyulurdu. Kur'an'la kahaneti irtibatlandırma çabalarına verilen cevap çok nettir: "O bir kahin sözü de değildir."(Hakka, 42).
d. Kur'an Sihir Değildir:
Çeşitli usûl ve tılsımlarla tabiat üstü varlıklarla ilişki kurularak birilerine zarar verme yada fayda verme olarak tanımlanabilecek sihir, cahiliye döneminde çok yaygındır. Fal okları, düğümlere üfürmek, çeşitli şekiller çizmek şeklinde icra edilen sihir, putperestliğin bir unsuru olarak görülüyordu. Müşrikler sihir yaptığına inandıkları kimselere hem değer verir hem de onlardan korkarlardı. Kur'an'ın büyüleyici etkisinden olsa gerek Hz. Peygamberi sihir/büyük yapmakla suçlamışlardır. "Onlardan öncekilere gelen peygamberlerin her birine de mutlaka böylece sihirbaz (sahir) veya mecnun derlerdi." (Zariyat, 52) "Çünkü ölçtü biçti, kahrolası sonra yine ölçtü biçti. Sonra ardına döndü ve büyüklük tasladı da: "Bu başka bir şey değil, ancak etkileyen bir sihir, bu ancak bir beşer sözüdür.' dedi." (Müddessir, 19-25)
e. Kur'an Seylan'ın Sözü Değildir:
Fiili baskılar da dahil olmak üzere alınan tüm önlemler İslam'ın yaygınlaşmasını, müslümanların çoğalmasını engelleyemeyince yeni iftiralar üretme gereği duyuluyordu. Bunlardan biri de Kur'an'ın bütün kötülüklerin kaynağı olan Şeytan tarafından uydurulmuş olmasıdır. Oysa, "Kur'an kovulmuş Seylan'ın sözü değildir." (Tekvir, 25) Bırakın şeytanın sözü olmayı, şeytan veya şeytan dostlarının ona dokunması bile mümkün değildir: "Şüphesiz O, oldukça şerefli bir Kur'an'dır. Korunan bir Kitap'tadır. Ona ancak tam anlamı ile temizlenmiş, arınmış olanlar dokunabilir." (Vakıa, 77-79)
f. Kur'an Uydurma, Esatirü'l Evvelin (Öncekilerin Masalları) Değildir:
Kur'an'a yöneltilen en temel ve en uzun süreli iftiralardan biri 'Kur'an'ın Rasul yada başka biri de Kur'an'ın Rasul ya da başka biri tarafından uydurulmuş' olduğu iddiası olsa gerek. Bugün bile Kur'an'ı Hz. Peygamberin telif ettiğine dair iftiraları duymak mümkün. Müşrikler, bugünkü benzerleri gibi kainatı yaratıp düzene koyup kenara çekildiklerine inandıkları Allah'ın, hayatlarınsa müdahale etmesini bir türlü anlamak istemiyorlardı. O yüzden Kur'an'ın Rasul yada başka biri tarafından uydurulduğunu ortaya atıyorlardı: "Kafirler dediler ki: 'Bu ancak onun uydurduğu bir yalandır. Ona başka bir topluluk da bunun için yardım etmiştir.' Muhakkak onlar zulmettiler, asılsız bir iddiada bulundular."(Furkan, 4). İftirada bulundukları Rasul onlar arasında bir ömür yaşamıştı ve Rasul'de ahlaki zaaf olmadığını gayet iyi biliyorlardı (Yunus,16). Kendilerini ahiretle, hesapla uyaran, korkutan vahiyle karşılaşmaları istiğnalarını, istikbarlarını arttırdı da Rasul'den Kur'an'ı değiştirmesini istediler (Yunus, 157). Eğer Rasul değiştirirse vahyin uydurma olduğu açığa çıkacaktı. Oysa onu Rasulün değiştirmesi "olacak şey değildir" (Yunus, 157). Zaten ümmi olan (Araf 158), kitap nedir iman nedir bilmeyen (Şura, 52) birinin böyle olağanüstülükleri uydurması da imkan dahilinde değildir.
"O mal ve oğullar sahibi oldu diye karşısında ayetlerimiz okunduğunda; 'Bunlar öncekilerin masallarıdır (esatirü'l-evvelin)' dedi." (Kalem, 14-15) ayeti nazil olduğunda Peygamber kıssalarıyla ilgili bilgiler gelmemişi Ayet metninden de kolayca anlaşılabileceği gibi burada öncekilerin masalı olarak nitelenen şey Peygamber kıssaları değil, bizzat Kur'an'ın kendisidir. Kur'an, ilk inen ayetlerle birlikte müşriklerin 'din, hidayet, dalalet, rab, Allah, yaratıcı, dünya, ahiret, ebedilik, mükafat, ceza, iyilik, insan vb: konulardaki anlayışlarını ve inançlarını altüst etmişti. Atalardan aldıkları ve kesin doğru kabul ettikleri mirasın sarsılması, beraberinde ihdas etmiş oldukları bir sürü kurum ve ilişki tarzının geçersiz kalması demekti. Oysa geçmişte de benzer iddialarda bulunan, benzer inançları savunan insanlar olmuş fakat ataların dini sağlam bir şekilde kendilerine kadar gelmişti ve onlar da bunları sonraki nesillere aktaracaklardı. Öyleyse bu yeni söylem, hastalıklı bir zihnin tarihte benzerleri görülmüş ve tutmamış anlayışların devamı olmalıydı. Aslında tepki çok tanıdık; Döneminde başarılı da olsa bin dört yüz küsur sene önce çölde uygulanmış, basit bedevilerin hayatlarını şekillendiren kuralıların bugüne aktarılması mümkün değildir. Bunlar masaldır.
Kur'an, bu iftiralara uydurulduğu iddia edilenin benzerlerini getirmeleri için meydan okur: "Yoksa onlar: 'Onu kendiliğinden uydurdu' mu diyorlar: De ki: 'Öyle ise, eğer doğru söyleyenler iseniz, siz de onun benzen bir sure getirin. Hatta Allah'tan başka kimi çağırabilecekseniz çağırın!" (Yunus, 38). "De ki: Andolsun bu Kur'an'ın bir benzerini getirmek için insanlar ve cinler bir araya toplamalar, birbirine yardımcı olsalar dahi yine benzerini getiremezler." (İsra, 88)
Suçlamalar Hangi Temellere Dayandırılıyor?
Abdullah bin Abbas'tan aktarılan bir rivayete göre Mekke ileri gelenlerinden Velid bin Muğire Kur'an'ı dinledikten sonra etkilenmiş ve kendisini eleştiren Ebu Cehil'e şunları söylemiştir: "Allah'a yemin ederim ki, içinizde, şiiri, recezini, kasidesini, cinlerin şiirlerini benden daha iyi bilen kimse yoktur. Allah'a yemin ederim ki, O'nun söylediği sözler bunlara hiç benzemiyor. O'nun söylediği sözde bir tatlılık, bir güzellik var. O'nun sözü her tarafa nurlar ışıklar saçmakta. O'nun sözü öyle bir sözdür ki, daima yücedir; O'na hiç bir şekilde ulaşılmaz. Çünkü kendi dışındaki tüm sözleri etkisiz kılar." Bu itiraflardan sonra kavmi içindeki konumunun zedeleneceğini düşünen Velid, "Onun söyledikleri öğretilegelen bir sihirden başka bir şey değil." demiş. Bu iddia üzerine "... O düşündü, ölçtü biçti. Kahrolası! Ne biçim ölçtü biçti? Yine kahrolası! ne biçim ölçtü biçti. Sonra baktı. Sonra kaşlarını çattı, yüzünü ekşitti. Sonra yüz çevirip büyüklük tasladı. Ve: 'Bu, nakledilegelen bir sihirden/büyüden ibarettir. Bu, insan sözünden başka bir şey değildir' dedi." (Müddessir, 18-25) ayetlerinin indiği rivayet edilir. Ayetlerin metninden vahiyle karşılaşmış bir insanın ruh halini çıkarmak mümkün. Duyduğu şeyleri zihninde ölçüp tartıyor. Vahiyden çok etkilendiği, kabul edip etmeme hususunda büyük çelişkiler yaşadığı çok açık. Fakat konumunu düşünüp tercihini bu etkili sözleri reddetme yönünde kullanıyor. Peki vahyin bu derece ilgi çekmesi, insanları etkilemesinin nedeni sadece eşsiz üslubu muydu?
Kur'an'ın insanları sadece üslup olarak etkilediğini söylemek kanatimizce eksik olur. İnsanların ölçüp biçmesini, tekrar tekrar ölçüp biçmesini sağlayan vahyin içeriğiydi. Henüz birkaç ayet inmişken müşriklerin tarafından gösterilen abartılı tepkinin nedeni sadece üslubu olmasa gerek. İnsanlar, ilk adım olarak zihinlerindeki kavramsal düzenin temelini sarsan bu sözlere tepki gösteriyorlardı. İkinci olarak itirazlarını dile getirmek istiyorlar fakat içeriği taşıyan üslup onları çaresiz bırakıyordu.
Öyleyse Kur'an "Onun benzeri bir süre getirin!" diye meydan okurken sadece ifade şeklini vurgulamıyor daha ilk ayetlerden itibaren oluşturmaya çalıştığı sistematiğin bir benzerinin ortaya konulamayacağının da altını çiziyordu. Ayetleri şiir, sihir ve kehanet gibi beşeri ürünlerden ayıran sadece üslup olsaydı Şanfara, Sabit bin Cabir, Antara ibn Şeddat gibi şairlere bir Hz. Muhammed de eklenir belki Arap edebiyatının zirvesi olarak kabul edilerek sorun bitirilirdi.
Araplar hikmetli sözlere önem verir, bir nevi atasözü olan sözleri birbirlerine aktarırlardı. Hatta istisna kabilinden de olsa bu tür sözleri "mecelle" veya "sahife" adı altında derledikleri bilinmektedir. Ahmed ibn Kays, Eksem ibn Seyfi gibi isimler söyledikleri hikmetli sözlerle tanınmışlardı. Sözün söyleniş şekli, edebi olup olmaması, belagatı elbetteki çok önemliydi. Şiiri ve hikmetli sözleri bu derece önemsemelerinin nedeni, anlamla üslubu başarılı bir şekilde buluşturmuş olmalarındandır.
Peki Kur'an'ın seçili hikmetli sözlerle, şiirle, kehanet ve sihirle gerçekten hiç bir benzerliği yok mu? Müfessirler genellikle böyle bir benzerliği tartışmayı bile gereksiz görmüş ve bu konuyu gündeme almamayı tercih etmiştir. Çünkü Kur'an kendisinin şiir, kehanet, sihir olmadığını söylüyorsa bu yeterlidir. Oysa Kur'an'ın bu açık ifadelerinden Kur'an'ın bütün bunlarla hiçbir benzerliğinin olmadığı sonucu çıkmayabilir.
Mesela bazı Mekki surelerin ayet sonlarının kafiyeli bir şekilde bitmesi dikkat çekicidir. Bazı sureler şiiri, bazıları ise seçili nesri andırır. Ahiret, kıyamet, cennet, cehennem gibi gaybden haber veren ayetlerin, müslümanlara vaad edilen mükafatlar, müşriklerin sonlarını tasvir eden ayetlerin, gaybden haber verme çabası olarak tanımlanan kehanetle hiç mi benzerliği yok? Bir müşrik; canciğer dostlarını, ailesini, rahat hayatı terk ederek sıkıntıları, katı geleneklere rağmen kendisiyle hiçbir kan bağı bulunmayan birilerini tercih eden yeni müslümanı gördüğünde, insanların arasını bozduğuna inandığı sihirle vahiy arasında benzerlik kuramaz mı?
Bazı rivayetlerde Velid bin Muğire ile yeğeni Ebu Cehil'in Kur'anı; şiir, nesir, kehanet, cin sözleri, sihir olarak nitelemek için tartıştıkları, en sonunda tam olarak hiçbirine benzemese de babayla oğulun arasını açtığı için vahyin "sihir" diye yaftalanmasında karar kıldıkları aktarılır. Velid yukarıda da alıntıladığımız sözlerinde de esasen şekil olarak benzerliğin olmadığını iddia etmiyor, nitelik olarak, öz olarak şiir, nesir, kehanet ve sihrin vahiyden çok farklı olduğunu söylüyor ve bunu 'bütün bunları sizlerden daha iyi bilirim' sözleriyle temellendirme ihtiyacı hissediyor. Öyleyse şiirle ilgili yüzeysel bilgisi olan sıradan insanların bir kısmı benzerlikler kurabilir.
Zaten insanların zihnini bulandırma, müslümanların moralini bozma tehlikesi olmasaydı müşriklerin iddialarını birbir reddederek onlara meydan okumaya gerek kalmazdı. Ayetler hiçbir şekilde şiire benzemiyor olsaydı müşrikler böyle bir iddiada zaten bulunmazlardı, bulunsalar bile kimse onları kaale almazdı. Oysa az da olsa insanlar, şekilsel olarak bütün bu türlerle Kur'an arasında benzerlik kurabiliyorlardı. Neticede Allah, dilin imkanlarıyla beşerin anlayacağı şekilde insana vahyini ulaştırıyor. Böyle olunca ister istemez beşeri ürünlerle benzerlikler olacaktır. İki şey arasında benzerliğin olması, herhalde o iki şeyin aynı olduğu anlamına gelmez. Ayrıca benzerliğin olduğu alanlarda bile nitelik tartışılmaz şekilde farklıdır, farklı olmak durumundadır.
Kur'an'ın edebi yönünün, indiği dönemle de irtibatlı olarak belirgin olması onu tam olarak 'edebi metin' yapmaz. O Allah'ın hitabı, kitabıdır ve bütün beşeri kategorilerden farklıdır. Dolayısıyla edebi metinleri anlama için önerilen yöntem yada yöntemler Kur'an'ı anlamada biricik yöntemler olamaz. Bu yöntemler ancak diğer yöntemler kadar değerlidir. Kur'anı anlamada kullanılan birçok yöntemin önemi, değişik şartlara ve muhataplarının özel durumlarına göre Kur'anı anlamada kullanılan birçok yöntemin önemi artıp azalabilir.