Yadullah Kazimi 'Malezya Uluslararası İslam Üniversitesi'nde (Petaling Jaya. Selangor) Eğitim bölümünde profesör
Son tahlilde tarih, zaman içinde ortaya çıkan olayların anlatısını içeren bir hikaye ya da "onun hikayesi"dir. Felsefecilerin çoğu, zamansallığın kurucu bir öğe olarak bulunduğu bir fenomende, tarihin ancak öyküsel bir yapı sayesinde en iyi şekilde kendini ifade edebileceğini söylemektedirler.1 Ancak, tarih büyük kısmıyla, gelecekteki olayların bir öyküsünü kurgulama girişimi değildir. Başka bir deyişle, kristal topa bakıp daha meydana gelmemiş olaylar hakkında bilgi edinme pratiği değildir. Tarihin grameri her zaman geçmiş zamandır. Ancak bu, geçmişle ilgili anlatımlardan yola çıkarak, bugünü daha iyi anlamamıza ve gelecekle ilgili biraz daha farklı planlar yapmamıza engel değildir. Aslında çok önemli bir mantıksallaştırmayla tarih, geçmişe dair bir anlatım olsa da, bugünle her zaman ilintilidir. Sıkıca kavramaya ve anlamaya çalıştığımız geçmişten ziyade de onun getirdiği bugündür aslında2. Her tarihsel anlatım bir miktar şimdiki zaman içinde konumlandırılmıştır; geçmişten şimdiki zamana doğru konuşur ve geleceğe işaret eder. O halde, öyküsel anlatımın grameri her zaman geçmiş zaman olsa da, her tarihsel anlatımı bilgilendiren mantık şimdiki zamana aittir.
Yine her tarihsel anlatım, bir şeyin tarihsel olarak bir öneme sahip olup olmadığını belirleyen bir değer yargısını barındırır içinde. Bir olay ya da durumun, bir anlatıda tarihsel bir öneme sahip olduğu düşünülürken, başka bir anlatıda hiçbir tarihsel önemliliğe sahip olmadığı söylenebilir. Bir olayın önemi, kendine ait özelliklerden değil, kullanılan anlatıdaki işlevinden ya da anlatıya hakim olan değer yargısından kaynaklanır. Başka bir deyişle, tarihsel bir olayı oluşturan şey, anlatının ona yüklediği önemliliktir. Yine başka bir deyişle, bir anlatı tarafından ve onun aracılığıyla konuşturulmadıkça, olay suskun beklemektedir. Tek bir yalnız olay, tek başına bir ezgi olamayan bir müzik notası gibidir. Notalar belli bir düzende bir araya getirilip çalındığı zaman, ayırt edilebilir bir ezgiye dönüşebilirler. Başka bir deyişle, ancak müziksel bir anlatıda bir nota, müziksel olarak anlamlı birşey olabilir. Örneğin, ABD'de yerli Amerikalıların yaptığı tarihsel anlatımları süsleyen tarihsel olaylar, aynı döneme ait olsalar da Afro-Amerikalıların ya da Avrupalı-Amerikalıların yaptığı tarihsel anlatımlarda yer bulamayacaklardır. Farklılık, tarihlerinin farklı etnik toplulukların tarihleri olmasında değil, her birinde bir tarihsel olayın ne olduğuna dair ölçünün farklı olmasından kaynaklanmaktadır. Tarihsel anlatımlarını farklı kılan, onların etnik farklılıkları değil, her ırkın etnisiteyi anlatırken kullandığı tarihsel olay kurgusuna dair ölçülerin farklı olmasıdır. O halde, ilk başta bir değerlendirme ölçüsü olmadan, tarihsel bir anlatım yapılamaz ve tarih yazılamaz.
Yukarıdaki açıklamalardan, her tarihsel anlatımın, tarihçinin görüşünü yansıtan bir perspektife dayandığı şeklinde bir anlam çıkarılmaması önemlidir. Burada denilen şey daha farklıdır. Bu bağlamda, burada perspektif üzerine konuşmak, tarih yazmayı bireysel tercihlere ve kaprislere dayandıran, subjektivist bir dil kullanmak demektir. Descartes'dan bu yana, subjektivist dilin en büyük zayıflıklarından biri, öznenin herhangi bir yerde konumlandığına dair çok az bir yargıda bulunmuş olmasıdır. Başka bir deyişle subjektivist dil özneyi sözsüz varsayar ve böylece kendi sübjektif beğeni ya da beğenmezlikleri dışında hiçbir şeye atıfta bulunmadan istediği gibi bir perspektif seçer.
Bu durum, öznenin beğeni ve beğenmezliklerini nereden kazandığı sorusunu gündeme getirir. Burada alınan durumda ise değer seçimi tecrit edilmiş, sözsüz bir öznenin sübjektif bir eylemi olarak değil, bir gelenek ya da yaşam biçimi içine konumlandırılmış varlığın değer seçimidir3. O halde bir değerlendirme eylemi, bireyin sübjektif zihni durumu değil, içine konumlandığı geleneği yansıtır. Ve bir gelenek, yalnızca bir dizi değerler bütününü kapsamaz; o geleneğe katılan insanların hayatlarını düzenledikleri çerçeveyi tanımlayan erdemleri de kapsar. Değerler ve erdemler birbiriyle ilintili olsalar da ikisi arasındaki fark şudur: Değerler, doğru bir eylem ya da açıklamayla, yanlış bir eylem ve açıklama arasındaki farkı görmemize yarar. Erdemler ise, arzuladığımız değerlerle yaşayabilmemizi kolaylaştıracak bir yaşam biçimini tanımlayabilmemize yarar. Başka bir deyişle, biri olmadan diğerine sahip olmak mümkün değildir.
Tarihe yönelik bu kısa tartışmanın, şimdi anlatılacaklara hazırlık olduğunu umut ediyorum. Aşağıdaki tartışmada, bir olayın tarihsel önemi İslami bir perspektifle tanımlanacaktır.
Bu makale üç bölüme ayrılmaktadır. Birinci bölüm genel, ikinci bölüm ise daha spesifik olarak "Kur'an'da tarih sorunsalı"na eğilmektedir. Ancak bütün bölümler, tarihin Kur'an'a ve dolayısıyla İslam'a dışsal değil de içsel bir konumda olduğunu anlatmayı amaçlamaktadır. Üçüncü bölümde ise, tarih üzerindeki tartışmalardan hareketle müslümanların kaderi üzerine bazı çıkarımlarda bulunulacaktır.
I - İlahi Drama ve İnsani Drama
Kur'an'ın tesadüfi bir tarzda okunuşu bile, Kur'an'da bahsedilen olayların birbirinden çok farklı iki kategoriye ayrıldığını gözler önüne serer. Bazı olaylar vardır ki, ilahi dramanın bölümlerini oluştururlar ve bazı olaylar da vardır ki, onlar da insani dramanın bölümlerini oluştururlar. İnsani drama, Kur'an'da hayatları anlatılan peygamberlerin zamanları ve yaşanılan gibi, gerçek tarihsel olaylarla ilgilenir. İlahi drama ise ilk insanın yaratılışı, Tanrı'nın Adem ve Havva'ya bir şeyler öğretmesi ve onları cennetten sürgüne göndermesi gibi ilk, temel şeylerle ilgilidir. İnsani drama zaman içinde yer alırken, ilahi dramada böyle birşey yoktur. Gerçekten de birinin ilahi, diğerinin insani olması, zamansal olup olmamaları ile alakalıdır. İlahi dramanın önemi burada birinci bölümde, insani dramanın önemi ise makalenin ikinci bölümünde tartışılacaktır.
İlahi drama, zaman içinde yer almadığından, ilahi anlatıyı ölçülendirme ve düzenleme imkanına sahip değiliz. Başka bir deyişle, Adem'in yaratılışından cennetten kovulmasına değin ne kadar zaman geçtiğini bilmenin ve hatta tahmin etmenin hiçbir yolu yoktur. İnsani drama ise zamansal bir mantığa sahiptir. Böylece bizim için bir anlam ifade edebilmesini sağlayacak bir olaylar silsilesini kurmak mümkün olmaktadır. İlahi dramada ise böyle bile bir mantık yoktur. Ne olurdu gibisinden bir tahmin yürütmeye çalışmak bile boş bir çabadır. Biraz daha farklı bir şekilde söylenecek olursa; İlahi drama, tarihsel deneyimimize tamamen yabancıdır ve tarihsel anlayış ufkumuzun ötesinde yer almaktadır.
Birisi şunu söyleyebilir: "Adem'in yaratılışından, cennetten çıkarılışına kadar olayların ardıllığı düşünüldüğünde, İlahi drama bir çelişki olarak görülebilir. Çünkü kendini her zaman şimdiki zamanda sunması, İlahi Varlık'ın karakteristik bir özelliğidir. Tanrının öncesi ve sonrası yoktur ve eylemleri de zaman içinde ortaya çıkmaz. Bir şeyi ister ve o şey olur4. W. Ne O, ne de eylemleri 'olma'ya maruz kalır. Olmak/oluşmak insan gibi, varlığı tarihsel olan varlıklar için geçerlidir.5 O halde yalnızca bir insanoğlu tarihe sahip olabilir. İlahi dramadan bahsetmek onu, tanımı gereği bağımsız olduğu zamana ve değişkenliğe karıştırmak demektir". Bu da Adem kıssasının aslında öyküsel bir yapısı olduğu iddia edilmiş olsaydı -yani zamanda yer almış olduğu iddia edilmiş olsaydı- önemli bir eleştiri olurdu. Yukarıda da tartışıldığı gibi İlahi drama, tarihin dışındadır ve dolayısıyla tarihsel bilincimize tamamen yabancıdır. Burada iddia edilen şudur: Ancak Tanrı'nın, Adem kıssasını bizi zihni ve ahlaki yönden geliştirmek için anlatmasıyla, ilahi drama yarı öyküsel bir yapı kazanır. Başka türlü olsaydı onu anlayamazdık. Böylece, ilahi drama denmesi de uygun olmazdı.
İlahi drama, tarih ötesinde meydana gelmiş olsa da, insan tarihiyle ilişkileri vardır. Adem ve Havva'nın cennetten sürgün edilmesiyle tarihin başladığı söylenebilir. Onlar oradan sürgün edilmeseydi, insanlık tarihi başlamayacaktı. Dahası, İlahi drama insanlık tarihinin yapısını tanımlar. Kur'an'da insanlık tarihinin yapısını daha iyi anlayabilmek için Adem ve Havva kıssasına daha yakından bakmamız gerekir.
Adem ve Havva erdemli sürgünlerdi. Hristiyanların inandıkları şekliyle Adem ve Havva'nın cennetten düşmüş oldukları inancı ile onların erdemli sürgünler olduğu düşüncesi farklı anlamlar taşımaktadır. "Düşüş", insanın ancak ilahi müdahale ile kurtulabildiği sürekli bir ahlaki yoksunluk ve günah damgasını çağrıştırır. Sürgün ise sürekli bir durum değildir; düzelme ihtimalini, seyahatten eve geri dönüş ihtimalini taşır. Ancak dönüş, kişisel çaba ve mücadeleyle ve şüphesiz ilahi rehberlikle ahlak dersinin öğrenilmesine bağlıdır. Sürgün edilen kişi geri dönme ümidini taşır. O halde sürgünde ikili bir hareket vardır; gitmek ve geri gelmek, kovulmak-gönderilmek, geri çağrılmak, kaybolmak ve eve geri dönmek. Aynı ikili hareket, Kur'an'da da tekrar tekrar dile getirilir: Herşey Allah'tan gelir ve yine ona döner.
O halde ilahi drama, tarih değil ama insanlık tarihinin ihtimalidir, hatta aslında zorunluluğudur. Kovulma/çıkarılma olmadan tarih yoktur ve tarih olmadan da düzelme, geri dönüş seyaheti, eve dönüş yoktur. Biraz daha farklı söyleyecek olursak; Adem ve Havva'nın sürgünü, insanoğlunun Tanrıdan yabancılaşmasıdır ve tarih, insanoğluna bu yabancılaşmayı aşması için verilmiş bir şanstır.
Tarihi, insanoğlunun Tanrı'dan yabancılaşmasını aşması olarak gören görüş, Hristiyan geleneğinde ve belki de diğer dini geleneklerde mevcuttur. Hristiyanlıktaki lanetleme ve kurtarma temalarının laik bir versiyonu Marksizm'de de bulunabilir. Bu bir tesadüf değildir çünkü, bazı yazarların da iddia ettiği gibi, Marksizm laikleştirilmiş bir Hristiyanlıktır6.
Kur'an, Hristiyanlıkta olduğu gibi tarihe ahlaki bir perspektifle bakar. O halde ahlaki perspektifin kendisi Kur'an'ın tarihe bakışındaki benzersizliğin kaynağı değildir. Başlıca iki sebepten dolayı İslam'ın tarihe bakışı açısı Hristiyanlığınkinden farklıdır. Bunlardan ilki şudur: Hristiyanlıkta 'ikinci geliş'in gerçekleşmesiyle tarih sona erer ve İsa'nın kendini feda etmesi sayesinde yabancılaşmanın üstesinden gelinir. İslam'da ise tarih sonu açık uçludur, sona ermemiştir ve yabancılaşmanın aşılacağına dair hiçbir garanti verilmemiştir. Kur'an'a göre hüküm günü ne peygamberler ne de melekler Allah'ın izni olmaksızın insanların lehine müdahalede bulunabileceklerdir. İkinci sebep de şudur: Kur'ani görüşü Hristiyanlığın tarih anlayışından farklılaştıran şey Kur'an'ın nihai ahlaki eylemi tanımlamasında ve bunun çiğnenmesi sonucu meydana gelecek ahlaki ve ruhani çözülmeleri belirtmesinde yatar. Bu nokta ileride daha geliştirilecek ve makalenin ikinci bölümünde değerlendirilecektir.
Daha önce işaret edilen noktaya dönülürse, insanın Allah'tan yabancılaşmasının üstesinden gelebilme ihtimali, tarihin işleyişini ahlaki yapmaktadır. Tarih içinde ve boyunca insanın yabancılığının üstesinden gelmesi, insanın tarih boyunca yaptığı yolculuğu ruhani bir hale sokmaktadır. Tıpkı deniz gibi tarih de hareketlidir ve bazen durgun bazen de fırtınalı olmaktadır. Başka bir deyişle, tarih plastik bir içerik taşımaktadır. Bu şu demektir: tarih içinde olmak yeni deneyim biçimleriyle insan duyarlılıklarının sürekli gerilmesi, sınanması ve zorlanması demektir. Bu, ruhun kurtuluşu uğruna tarih boyunca yapılan yolculuğun Adem'in torunları için hiç de kolay olmadığını gösterir.
Yolculuğun kolay olduğu varsayılma malıdır. Tarih boyunca süren hareketlilik bir nevi cihaddır. Tarihin ötekiliğini, Tek Tanrı vizyonuna boyun eğdirmek için sürdürülen kutsal bir kavgadır yolculuk. "Tarihin ötekiliği"yle anlatılmak istenen, insanoğlunun ruhani bir yol izlemesine karşı direniş imkanı sunan tarihi unsurlar, güçler ve faktörlerdir. İhtiyatsız bir inanan için yolda sayısız tuzak vardır. Başka bir deyişle, insanoğlu tarihte ileri doğru yürüyüşünü sürdürmeli, değişkenliğe karşı cesaret, sabır ve kararlılıkla karşı koymalıdır.
Ancak değişimle karşılaşma, inancı güçlendirebilir de yok edebilir de. Fiziki ağırlığın insan vücudundaki kaslara karşı direniş imkanı sunması gibi tarihin ötekiliği de inanca karşı direniş imkanları ortaya koyar. Ve yine ağırlıklara karşı çalışmak kasları güçlendirdiği gibi, tarihin ötekiliğine karşı çalışmak da inancımızı güçlendirebilir. Ancak inancın, değişkenliği dondurduğu ve tarihin pürüzlü yüzeylerini düzelttiği de düşünülmemelidir. İnanç vahşi denizde tarihin ötekiliği boyunca bir yol açıp, ilerleyebilmemizi mümkün kılar. İşte burada onu okumadan namazın kabul edilmeyeceği Fatiha Suresinin önemi ortaya çıkar. Namazda her rekatta okunan tek sure bu suredir. O halde bu sureye neden bu kadar önem verildiği sorulabilir.
Burada amaç surenin önemi hakkında uzun uzun yorumlar yapmak değildir. Bunu çok yetkin bazı uzmanlar defalarca yaptılar. Burada yalnızca yukarıda tanımlanan konumda surenin bulunduğu konuma bakılacaktır.
Fatiha suresinin temel konusu, insanoğlunun sonluluğunu ve sınırlılığını kabul etmesi ve sonra da Tanrının rahmetine ve bereketine topyekün bir güven duymasıdır. Bu bağımlılık en dokunaklı olarak insanın Tanrıdan kendisini bağışlananların yolu olan doğru yola iletmesini acilen ve ateşli bir şekilde istemesinde ortaya çıkar.
Bunların namazda en çok okunan sureler olduğunu aklımızda tutalım; bu surelerde iki şeyin çok açık olarak ortaya çıktığını görüyoruz: İlki, insanoğlunun her adımında rehberliğe ihtiyacı olduğudur. Çünkü bu da ikinci şey, insanların daha önce izledikleri bir yol olsa da o yolu bulmak ya da izlemek kolay değildir. Bu yüzden tekrar tekrar rehber olunması için çağrı yapılır. Bu, bir kere iyi ve güvenilir bir yol bulup kendi başına yolculuğu sürdürmek gibi bir şey değildir. Niçin? Çünkü hayat sürdüğü sürece insanın konumu da değişir ve inanç yolculuğu düz bir yolda seyahat etmekten çok, açık denizde yelkenli kullanmaya benzer. Karada yolu belirleyebilirsin ve arkandan gelecekler için işaretler koyabilirsin. Ama bunu açık ve sürekli değişen deniz yüzeyinde yapamazsın. Bir yolu işaretlemek onu evcilleştirmektir, yani onu kontrol altına almaktır. Değişkenliğin güvensizliği yerine benzer bir güvenlilik koymak ise daha farklı birşeydir. Başka bir deyişle, istenen şey ya tarihi dondurmak ya da onun üzerinden atlamaktır.
Daha önce belirtildiği üzere, inanç, doğru yolu bulma mücadelesi ve sürekli değişen tarih sahnesi boyunca tarihin ötekiliğine karşı olmakla güçlendirilir. İşte Fatiha suresinin önemi de buradadır. O halde müslümanlar için en iyisinin, dondurulmuş bir zaman birimi içinde ya da her zaman aynı kalan bir toplum içinde yaşamak olduğunu savunanlar, tarihi ihmal edenler ya da ona bir önem vermeyi reddedenlerdir. İstediklerinin, inancı zayıflatmaktan başka bir şey olmadığını fark etmemektedirler. Belki de müslümanların en büyük zayıflıklarından biri, inanç için tarihin ne kadar önemli olduğunu fark etmemiş olmalarıdır. Bu, Fatiha suresinin bizi hazırladığı tarihin değişkenliğine karşı, müslümanların duyarlılıklarını kaybetmelerindendir.
İyi seyahat yapılan bir yola girmek, daha önce bu yoldan geçmiş olanların izlerini takip etmek demektir. Bunun için fazla düşünmeye de gerek yoktur. Yine varsayılır ki, bu yolun sonunda hüküm günü yolcuyu beklemektedir. Aslında insan her adımında hüküm günüyle karşılaşır ve bu da rehberliğe olan talebin çokluğuna işaret eder. Eğer mesele, bir yol haritasında en iyi yolun hangisi olduğunu bulmak olsaydı, o zaman şu kesintisiz çağrı olmazdı: "Bize doğru yolu göster" (1/6).
Meseleye biraz daha farklı bir açıdan bakılırsa şöyle bir soru sorulabilir: Tanrı'nın rahmetini bağışladığı insanlar mı yolu tanımlar, yoksa yol mu kimin Allah'ın rahmetine kavuşacağını belirler? Bu "ya o, ya da o" gibisinden bir soru değildir. Ontolojik bir öncelikten bahsedilmektedir. Eğer yol, ontolojik bir önceliğe sahipse, sürekli ve ateşin bir şekilde sürdürülen rehberlik talebine ihtiyaç yoktur. Eğer, öte yanda, Allah'ın rahmetinden nasiplenmiş olanlara öncelik veriliyorsa o zaman niçin her müslüman her an Allah'tan yardım bekliyor sorusunun cevabı açığa çıkabilir. O halde, talep edilen bir kere bulunduğunda, sorunu çözecek bir yol haritası değil, Allah'ın rahmetini kazanmış olanlara verilen şeydir. İnsan tabiatı andan ana, dönemden döneme ve yüzyıldan yüzyıla değişen bir niteliktedir. Ancak değişmeyen şey, insan ne konumda olursa olsun insanı doğru yöne ileten Allah'ın rehberliğidir. Kısacası, sürekli yapılan talep, insanın sürekli değişen bir tarihselliğe konumlanmış olduğunun dile gelişidir. (14/12).
Yukarıdaki tartışmada şeriat ya da sünnetin reddedildiği gibi bir mana çıkarılmamalıdır. Ya da 5/48'deki gibi ayetlerin atlandığı da düşünülmemelidir. Burada iddia edilen şudur: Bir kanun ya da yola sahip olmak, o kanunu verili bir konuma nasıl uygulayacağınızı ya da o yolu belli bir kavşakta nasıl takip edeceğinizi bilmeyi garanti edemez. Ne kadar gelişmiş de olsa, hiçbir hukuk sistemi gelecekte meydana gelecek her durumu tahmin ederek ne yapacağını belirleyemez. Genel bir kanun ile özel bir durum arasında, her zaman bir boşluk vardır. Ve araya kurulacak köprü, doğru ve daha önce denenmiş bir metodla yapılamaz. Burada rehberliğe ihtiyaç vardır.
Özetlersek, insan maruz kalacağı değişimlerden ne kadar arzulasa da kaçamaz. O halde mesele, değişimin varlığını kabul edip etmeme meselesi değildir. Yine mesele, değişimi insan gerçekliğinin bir parçası olarak görerek, artık onunla baş edilemeyeceğini kabul edip, deve kuşu gibi başımızı kuma gömmek de değildir. O zaman sorun, zamanla ve onunla birlikte gelen değişimle nasıl baş edeceğimizdir. İslam, zamandan ne kaçmayı ne de onu gözardı etmeyi ister. Bir müslüman için sonsuzluk, yolundan sapmadan tarih boyunca ilerlemenin bedelidir. (Dahası, zamanın müslümanlar için önemli olduğu vurgulanmalıdır. Belli vakitlerde kılınan namaz, ya da hac sırasında belirlenen zamanlar buna örnektir). Başka bir deyişle, tarih, inancı sınamaktadır. Tarih, insanın otantik durumuna dönmek için geçmesi gereken bir yoldur. Allahtan sürekli kılavuzluk talebinin gerekliliği buradadır.
II - Kur'an'da Tarîh
Tüm Kur'an boyunca kesik kesik devam eden insani drama anlatısı, daha çok peygamber kıssalarını içerir. Ancak insani dramanın önemini tam olarak anlayabilmek için, kıssaları yalnızca Allah'ın insanlara rehberlik etmesi için gönderdiği peygamberlere dair anlattığı hikayeler olarak almamak gerekir. Kıssalarda ahlak ve erdemli eylemler dışında anlatılan şeyler de vardır. Aslında insani dramada defalarca tekrar edilen şey insanın kaderidir. İslam ahlakının temeli de, erdemli eylemler de Allah'ın insanlar için belirlediğini takip ederler. Bu, hem son derece güzel, hem de son derece çaba isteyen birşeydir. Yani hem bir ilahi hediye, hem de ilahi bir görevdir. Ölümlü bir varlığın, her eyleminin yargılanacağı bir zemindir. Bu kaderin gerçekleştirilmesi, sonsuz bir mutluluk ya da sonsuz bir lanetlenmeyle son bulacaktır.
Ortaya konan risk çok yüksektir. Başka hangi insani durumda bu kadar risk vardır? Ya da bu kadar kaybetme ve kazanma şansı? Ancak riskler yüksek ve sonuç belirsiz olsa da, bu bir kumar değildir. Kazanmak ya da kaybetmek bir şans işi değildir. Sonuç, Allah'ın işaretlerinin (ayetlerinin) anlaşılmasına ve onların izlenmesine dayanır. O halde mesele, iman ve amel meselesidir. İnsanın kapasitesini ve yeteneklerini aşan bir şeyi yapması da istenmemektedir. Allah şöyle dememiş midir: Bu dağların, taşların ve hatta meleklerin bile üzerine almaya çekindiği bir görevdir (33/72). Dağları taşlan çekindirecek başka hangi görev olabilirdi? Ve bu kaderi şekillendirici görev, La İlahe İllallah'ta yazılıdır. Bu övülen sözler günlük dilde kullandığımız diğer kelimeler gibi ağzımızdan kolaylıkla çıkmaktadır. Ancak biz bu sözleri söylerken, bu sözlerde bizi bağlayan vaadi ve sorumlulukları pek de düşünmeyiz. Bunda, şüphesiz ki Kur'an'da verilen tarih dersinden pek az ve muğlak olarak yararlanmamızın etkisi vardır. Başka bir deyişle, melekelerimiz Kur'anî anlamdaki tarihi kavrayacak kadar gelişmemiştir. Ve eğer tamamen gelişirlerse, Kur'an'ın hem bir rehber, hem de bir kayıt olduğu tarihsel kaderimizle yüzleşebiliriz.
Şimdi, içinde insan kaderinin sırrını tutan ve ayrıntıları Kur'an boyunca sıralanan La İlahe İllallah cümlesine daha yakından bakalım. Bu cümlede tasavvur edilemeyen, görülemeyen, ölçülemeyen, ebedi, her şeyi bilen ve her şeye gücü yeten, aşkın bir ilah dışında her türlü tanrı reddedilmektedir. Ona atfedilen sıfatların ya da kavramların sayısı ne olursa olsun, O bunlarla kuşatılamaz. O bilinemez, çünkü tamamen kavranamaz. Kelime-i Tevhid'de kendisine ortak koşulan hiçbir Tanrıya tolerans göstermeyen tek bir ilah vardır. Onun tekliği mutlak ve topyekündür. Bu noktada şöyle bir şey sorulabilir: Her müslümanın bildiği ve inandığı Allah'ın birliği üzerinde neden bu kadar durulmaktadır? Cevap, Kur'an'da anlatılan insani dramanın iyi bir okumasından elde edilebilir.
Aslında insani drama, tek bir hikayenin karakter isimleri ve bazı olay değişiklikleri ile tekrarlanarak anlatılmasıdır. Asıl konu mesajdır; mesajı halklarına ulaştırmada aracı olanlar (peygamberler) ikincil önemdedir. İbrahim'in ya da Musa'nın ya da başka bir peygamberin hikayesi olsun, kıssaların içeriği hep aynıdır: Halkın içinden onurlu ve saygın bir kişi seçilir ve halkı tek bir Allah'a inanmaya ve ibadet etmeye çağırır. Birkaç istisna dışında, tüm kıssalarda halkın çoğunluğu peygambere yalnızca hakaret etmez, ona fiziki zarar vermeye de kalkışır. Peygamberin, çağrıya uyulmadığı takdirde kötü sonuçlar olacağına dair uyanları da, sağır kulaklarda hiç bir etki göstermez ve kafirler genellikle en dramatik biçimlerde cezalandırılırlar.
İnsani dramanın gözler önüne serilmesiyle iki şey apaçık ortaya çıkar: a) mesaj -yalnızca bir ilah vardır- önemlidir ve tekrarlanmasına ihtiyaç vardır çünkü b) yüzyıllar boyunca yapılan çağrıya rağmen mesajı anlamak ve içselleştirmek kolay değildir. Hatta insanoğlunun öğrenmesi gereken, gelmiş geçmiş en zor ders olmuştur. Bugün tek ilah fikri, bize ne kadar aşina gelse de, monoteistik düşüncenin apaçık tekliğini ve garipliğini aklımızdan çıkarmamalıyız.
Din tarihçilerine göre, tek tanrı inancının ortaya çıkışı insan deneyiminde benzersiz bir yere sahiptir. Onunla karşılaştırılabilecek bir kavram, herhangi bir zaman ve mekanda ortaya çıkmamıştır. Bir an durup, insan psikolojisinde, tamamen aşkın bir tek tanrı inancının neler gerektirdiğini düşünmeliyiz. Sorulan şeyin büyüklüğü, kelime-i tevhidin ilk bölümüne yansımaktadır. İnsan zihni, tek tanrı inancından önce total bir reddedişe çağrılmaktadır. İnsan zihninden ilk istenen şey, ölçülmez bir boşluktur ki, mutlak çıplaklığı içinde insan ruhunun doğal bağlantılarından koparılmasını istemektedir. Böylesi bir büyüklük fikriyle karşılaştığı zaman, insan ruhunun/zihninin ne kadar da telaş ve korkuyla çalkalandığını söylemeye gerek yok. Tek tanrıya/ilaha inanmasının istenmesiyle insan, zihni doğal alışkanlıklarının ötesine gitmeye zorlanmaktadır. Hem de herhangi bir görüntünün bile yardımı olmadan.
Hiç bir bilimsel teori ya da matematik kavramı -ne kadar soyut olursa olsun- tek tanrı inancı kadar insan zihninin ötesine geçmiyordur. Her bilimsel teori ya da matematiksel kavram, somut ve deneyimselden, soyutlamanın dış sınırlarına doğru yol alır. Arada kavramsal bir köprü kurmanın imkansız olduğu bir boşluk olmadan, insan zihni bir uçtan diğerine, somuttan soyuta gider. İnsan zihninin doğal haliyle tek tanrı inancı arasında, insan zihninin kavramsal bir köprü kuramayacağı bir derinlik uzanır7.
O halde insan zihni, kendi araçları ve temel eğilimleriyle baş başa bırakıldığında, çoktanrılılığa daha müsaittir ve çok tanrılılığı kendisine daha yakın bulur. Çok tanrılılık, insan zihnini tek tanrılılığın yaptığı gibi zorlamaz. Kısacası insan zihni, tek başına tek tanrı inancını ne kavrayabilir ne de bulabilir. O, ancak Allah'ın yardımıyla öğrenilebilir. Ancak bu öğrenme de kolay değildir. Peygamber kıssaları, ya da burada tanımlandığı şekliyle insani drama, insanoğlunun tek tanrı inancını kabullenmekte ne kadar zorlandığını gösteren tarihsel kayıttır. Ders, bir kere-iki kere değil, yüzyıllar boyunca defalarca tekrarlanmalıdır. Ancak insan zihni bile pek az yenilikçidir ve dersin her başlayışında isyan da başlamıştır. Dağların, toprakların vb. teklifi neden kabul etmek istemedikleri açıktır herhalde. Onlar için bu bir teklif değil olgudur.
İnsanların çoğunun peygamberlerin öğretilerini neden takip etmediklerine dair geleneksel açıklamada, bu insanların yiyici ve günahkar olmaları ileri sürülmüştür. Anlatıya göre, adaletsiz yaşamları, zihinleri ve kalplerinin Allah'ın mesajını anlamasına engel olmuştur.
Bu okuma -doğruysa bile- Kur'an'daki insani dramanın olaylarının tarihselliğini ve pedagojik önemini kavramaktan uzaktır. Soru şudur: Günahkar yaşamları mı insanları cahil yaptı, yoksa cahillikleri mi onları günahkar bir yaşama sürükledi? Eğer adaletsiz yaşamları sonucu ortaya çıkan şey cahillikleri ise, o zaman öğrenmeleri ne kadar uzun sürse de onları cahilliklerinden arındırma çabası bir anlam ifade edebilir. Yok, cahillikleri günahkarlıklarından kaynaklanıyorsa, aynı dersin zamandan zamana tekrarlanmasına ne gerek vardır? Kur'an açıkça işaret etmektedir ki, insanların günahkar yaşamları cahilliklerinden kaynaklanmaktadır. İnsani dramanın pedagojik vurguları, İslam'da erdemli bir yaşam sürmek için bilgiye verilen önemin altını çizmektedir. Başka bir deyişle, Allah'ın işaretlerini anlamak, Kur'an'da tanımlanan biçimiyle erdemli bir yaşam sürmekten ayrı tutulamaz.
İnsanoğlunun boyun eğmezliğine rağmen, Allah ondan vazgeçmemiştir. Niçin? İnsanın kötülüğe eğilimli olduğu gerekçesiyle protesto eden meleklere Allah şöyle demiştir: (2/30) İnsanların genel yanlışı, kendisi için neyin daha iyi olduğunu ancak kendisinin bilebileceğine inanmasıdır. Aynı şekilde, potansiyelimiz hakkında da en iyi biz karar verebiliriz. Adem'in cennetten çıkarılmasındaki ilk neden de işte bu gururdur. Allah'ın insanı iyi biçimde yarattığını kabul ettikten sonra, Allah'ın bizden istediği ilk bakışta imkansız görülebilir ama daha sonra sadece zor olduğu görülecektir. Pedagojinin ilk varsayımlarından birine göre, bir öğrencinin yeteneklerini en iyi biçimde ortaya çıkarabilmek için onun öncelikle zorlu ve yorucu bir çalışmadan geçirilmesi gereklidir. Bunun için öğrenciye bir takım hedeflerin yüklendiği bir sorumluluk verilir. Hedef, enerjileri tek yöne yöneltecektir. Yoksa farklı görevler sonucunda enerjiler dağılacak ve yeteneklerin meyvesi görülemeyecektir.
Bizden talep ettiklerinden dolayı, tek ilaha inanmak başka inanışlara benzemez. Bir öğretmenin öğrencisine verebileceği en iyi hediye, öğrencinin kendini en iyi biçimde gerçekleştirebilmesini sağlamasıdır. O halde tek ilah inancı bizim için bir hediyedir. Çünkü insanın Allah'a karşı kökten yabancılaşmasının üstesinden gelebilmesini ve öz benliğini yeniden elde etmesini sağlar. Bu bir görevdir, çünkü çabalarımız olmaksızın hediye verilmeyecektir.
Kur'an'daki tek Tanrı'nın kavranamadığından dolayı bilinemediği şeklindeki inanış reddedilmese de, kimseyi doğurmamış ve kimse tarafından doğrulmamış Tek Tanrı inancı, insanın normal psikolojik güdülerine ters düşmektedir. Ancak Allah'ın kendinden başka bir ilah olmadığına dair sürekli yinelediği uyarı "normal psikolojik güdüler" kavramını da sorunlu hale getirmektedir. İnsanlar için normal olarak düşündüğümüz şeyler, insan doğasını nasıl varsaydığımıza bağlıdır. Böylece bir taraftan insani olarak imkansız görünen bir görev, başka bir taraftan insanlığın kendisini tanımlar hale gelmektedir.
O halde tek ilah inancı ve teslimiyeti bağlamı dışında insanın doğası üzerine psikoloji ya da diğer bilim dalları tarafından yapılmış teoriler, İslami açıdan şüphelidir ve dolayısıyla kabul edilemezler. İnsanoğlu üzerinde bu bağlam dışında çalışmak insanın varoluşsal boyutunu inkar etmek, onu yalnızca alet yapan ve düşünen bir hayvan şeklinde algılamak demektir. Düşünen hayvanın çalışıldığı alan o kadar dar ve küçüktür ki, varlığın ancak kendisinin ötesine geçtikçe gerçekliğine kavuşabildiği olgusuna gözleri kapalıdır. İnsanı, tek tanrı inancı bağlamından çıkarttınız mı artık insanı Tanrının yeryüzündeki vekili ya da bununla beraber yüklenmiş sıfatlarla düşünemezsiniz. İnsanın bu şekilde bağlamsızlaştırılması insan hayatının ahlaki içeriğini ve anlamının epeyini ortadan kaldırır. O zaman kişi Becket'in saçma olaylar, oluşumlar dünyasında yaşamaya başlar.
İnsanın özaşkınlığı görüşü, ancak ilahi bir rehberlikle anlamlıdır. İnsanın kendisinin ötesine geçebilmesi için, öncelikle Allah'ın yardımı ve rehberliği önünde kendi sınırlılığının farkına varmasıyla mümkündür. İşte Sokrat'ın hiçbirşey bilmediğini bildiğinden dolayı kendini en erdemli insan olarak görmesi bu noktada anlamlıdır. Bilmediğinin farkında olmayan ve bilmeye ihtiyaç duymayan bir öğrenci asla öğrenemeyecektir. Reddetme, kabul etmeden önce gelir. La, İllallah'tan önce gelir.
İnsanı en iyi şekilde yarattığını söyleyen Allah bununla birlikte İnsanın en aşağı yaratık haline gelebileceğini de söyler (95/5). Kelime-i tevhid söylenişte kolay ama içerikte çok yoğundur, insanoğlu bu basit ama dinamik gerçeği öğrenip içselleştirdiği zaman en aşağı seviyelerden kurtulup, kendisine biçilen yüksek makamlara ulaşabilir.
Ders ne kadar zorsa, öğrencinin onu öğrenmesi de o kadar çok zaman alır. İnsanoğlu en iyi öğretmenlere sahip olsa da, onu öğrenmesi çağlar alır. İşte bu yüzden Allah, öğrencinin tek ilah gerçeğini kavrayacak ve kendi başına idare edecek kadar olgunlaşmadığı sürece insanlara tarifler, uyanlar ve öğretmenler göndermeye devam etti.
Kur'an son uyarı ve rehberlik kitabı, Hz. Muhammed de son peygamberdir. Kur'an mesajının vahyedilmesinin tamamlanmasıyla tüm öğretim sona ermiş, resmi eğitim süreci bitmiştir (5/3). Hz. Adem'in cennetten çıkarılmasıyla başlayan eğitimin artık sona ulaştığını gösterir. Bu durumda İslam, insanoğlunun Allah'ın yeryüzündeki akademisinden mezun olduğunu ilan eder. Başka bir deyişle, insanın entelektüel ve ruhani bir olgunluğa eriştiğini söyler. Olgundur, çünkü daha önce öğrenmeyi başaramadığı şeyi, artık öğrenebilme yeteneğine sahip olduğunu göstermiştir.
O zaman, İslam Peygamberi'nin karşılaştığı zorluklara rağmen, İslam'ın, Peygamber daha ölmeden Arap yarımadasında ve hatta onun ötesinde nasıl önemli bir siyasi ve toplumsal güç haline geldiği anlaşılır olmaktadır. Soru şudur: Neden daha önceki tüm çabalar, tarihin ötekiliği tarafından yenilgiye uğratılmışken, bu sefer başarı sağlanmıştır? Aslında sorunun cevabı basittir. Kur'an'ın kendisinin de dediği gibi, mesaj her zaman özünde aynıydı. Geliştirilmiş ve bazı eklemeler yapılmış olabilirdi ama temelde aynıydı (12/111). Bu seferki köklü değişiklik, mesaj, peygamber ve alıcılar arasındaki denklikti. Bu üç unsur doğru oranlarda ve tam da uygun bir güçte biraraya geldiler ve tarihteki nükleer patlamayı gerçekleştirecek miktara ulaştılar. Başka bir deyişle İslam, insanın yükümlü olduğu görevi kaldırabileceği bir ruhani ve entelektüel olgunluğa eriştiği vakit vahyedildi. İnsanoğlunun olgunluğu, yalnızca İslam'ın hızla kabul görmesi ve büyümesini değil, Allah'ın artık insanlara doğru yolu öğretecek peygamber göndermeyeceğini ilan edilişini de açıklamaktadır. İnsan artık doğru yolu takip ederken, olaylar hakkında hüküm ve karar verebilecek bir ölçüye sahiptir. Her zaman Allah'a tamamen bağımlı olsa da, insan ancak şimdi, tamamlanmış mesajla erdemlilikte ilerleyecek, Allah'tan doğrudan bir müdahaleye gerek olmayacaktır.
Dahası, güvenle şunu iddia edebiliriz ki, İslam'ın gelmesine kadarki dönem, insanın tarih öncesi dönemidir ve ancak İslam'la insanın tarihi başlamıştır. İslam'dan önceki insan, tarihin akıntısı içine atılmış, tarihin ötekiliğiyle savaşabilecek yeteneklerden mahrum bir mahluktu. İslam, insana kaderi boyunca nasıl çalışması gerektiğini ve tarihin ötekiliğini ruhani bir vizyona nasıl boyun eğdireceğini öğretir. İslam, insanı bilgi ve tarihin yumuşak yapısını şekillendirme gücüyle donatır. Böylece insan, tarihin engellerine karşı, çıkarıldığı cennete geri dönüşü sağlayacak gündelik temelde bir mücadelenin gidişatını belirler. O halde müslüman olmanın özsel bir parçası da, tarih yapmayı öğrenmektir.
Ancak tarih yapmak, daha önce belirtildiği üzere açık denizde yelkenli kullanmak gibidir. Yetenekli bir gemici, rüzgârın ve okyanus dalgalarının kendisine hükmetmesine izin vermez. Ama gizemli yeteneği sayesinde dalgaları ve rüzgarı okuyarak, onların kendi gitmek istediği yönde yardımcı olmalarını sağlar. O halde müslüman olmak tarihin işaretlerini anlamak, sonra da onları kendi istediği yere ulaşmasında yardımcılar kılacak bir okumayı gerektirir. Yani çıkarıldığı yere geri dönmek. Mü'minin tarihsel yolculuğu, bir geri dönüş yolculuğudur. Eğer İslam'ın gelişi, insanlığın tarih öncesinin bitişine işaret ediyorsa, peygamberin Mekke'den Medine'ye hicreti de insanlık tarihinin başlangıcına işarettir.
III - Sonuç
Sonuç bölümünde muğlak sonuçları bir araya getirelim ve makalenin ana düşüncesine geri dönelim.
Bu makalenin ana amacı, tarih bilincinin Kur'an'a dışsal değil içsel oluşudur. Burada iddia edilen tarihin, Kur'an mesajının saflığını bozan ve bu yüzden de sakınılması, mesajın ondan korunması gereken bir şey olmadığıdır. Yine değişkenlik ve değişim de inanca bir tehdit değildir. Ancak -özellikle altını çiziyorum- değişen tarihsel gerçekliğe göre, Kur'an mesajının uydurulması gerektiği kesinlikle teklif edilmiyordur. Eğer tarihin Kur'an'a dışsal olduğu kabul edilseydi, o zaman yukarıdaki argüman teklif edilebilirdi. Kur'an'da en son ve nihai kayıtlı mesaj olarak beliren vahyedilmiş doğru, tarihsel olan insanlar için gönderilmiştir. Bu yüzden, tarih boyunca yankılanmak üzere dizayn edilmiştir. Buradaki argüman, değişen tarihsel konumlarından dolayı insanların sürekli bir rehberlik ihtiyacı duyduklarıdır.
Kur'an'ın manasını ilk vahyedildiği zamanki bir küçük insan grubuyla sınırlandırmak, Kur'an'ın tarihsel güvenilirliğini zedelemekle kalmaz, onu tarihin de dışına atar. Bu, sonraki kuşaklardan müslümanların ve hatta gayrı müslimlerin Kur'an'ı anlamaları için, öncelikle kendi tarihsel konumlarından kaçmaları ve ilk vahyin geldiği zamanlara ulaşmaları gerektiğini gösterir. İnsanın durumu düşünüldüğünde, bunun imkansız bir görev olduğu ortadadır. Sonraki müslüman kuşaklar, ilahi rehberliğin ışığında tarih yapmayı bilmeyip, tarihin merhametsiz yürüyüşüne teslim mi olmuşlardır?
Tarihin Kur'an'a içsel olduğunu inkar edenler, o zaman Mekki ve Medeni sureler arasındaki konu ve tempo değişikliğini ve vahyin gelişen olaylara karşılık olarak, olayların öncesinde değil de sonrasında geldiğini de inkar ediyorlardır. Yine aynı inkarcılar, alkolün neden tedricen yasaklandığını ve köleliğin Kur'an'da neden kategorik ve net olarak yasaklanmadığını da açıklamakta zorlanacaklardır.
Kur'an'ın tarihselliğini kabul ettiğimiz zaman, Kur'an'ın anlamının tarih içinde (ve tarihe göre) değişmediğini, ama insanların zaman içinde geçirdikleri deneyimleri Kur'an'ın daha derinden ve daha geniş bir biçimde kuşattığını ve şekillendirdiğini göreceksiniz. Biraz daha farklı bir biçimde söyleyecek olursak; bir kimse Kur'an'ın ışığında yeni ve farklı deneyimleri yorumladıkça, kişinin Kur'an'ı anlaması daha derin ve geniş derecede olacaktır. O halde tarihi Kur'an'a içsel bir biçimde anlamak için, Kur'an'ı yavaşça büyüyen bir akıntıya benzetebiliriz. Bu akıntı bir nehir olur ve zamanla bir okyanusa dönüşür. Başka bir deyişle, insan deneyimi tarih içerisinde daha yoğun ve yaygın oldukça Kur'an'ın içerdiği konular da artacaktır. Allah'ın sözlerinin herhangi bir zamanla sınırlanamayacağını herkes bilir. Onlar zamansızdır, çünkü tüm zamanlara hitap edilmiştir. Bu bağlamda zamanın Kur'an'ı kuşatmadığını ama Kur'an'ın zamanı kuşattığını söyleyebiliriz.
Kur'an'ın anlamını, zamanda hareketsiz tutmanın daha güvenli olduğu doğrudur. Ama o zaman, tarihin yolumuza yönelttiği entelektüel ve ruhani meydan okumaları kabul etmeyi reddetmiş olacağız. Böyle bir eylemin bedeli ise tarihin otelciliğinin güçleri tarafından şekillendirilmek olacaktır. Tarihin ötekiliği kavramının varsayımına göre, ya o size boyun eğdirecektir ya da siz ona. Tarihte insanlık için başka bir seçenek yoktur.
Tevhid kavramını, önemine binaen her müslümanın kabul ettiği doğrudur. Ama gerçekten bu kavramın tüm olağanüstü etkisinin farkına varmış mıyız? İslam'daki her şeyin etrafında döndüğü bir eksendir bu. İslam'ın her yeniden dirilişi, bu kavrama dönüşle başlamalıdır. Çünkü her müslüman, bu kavramın taşıdığı ağırlığın farkına varmalıdır.
Tevhid ne yalnızca bir kavramdır ne de bir prensiptir. O, birisinin varlığının Nihai Varlık'taki ilksel köklülüğüne bir atıftır. Bu köklülüğün açıkça ve bilinç düzeyinde meydana çıkması, kişinin varoluşunun parçası olarak gördüğü tüm yanlış ilişki ve bağlantılardan kurtulmasıyla, onları reddetmesiyle (La İlahe) olur. İşte ancak kişinin sistematik olarak tüm sahte ilahları reddedip, Allah önünde çırılçıplak kalmasıyla -tüm sahteliklerden arınmasıyla- kişi ilksel köklülüğünün farkına varır. Tüm özsel ve gerekli olmayan şeyler ayıklandıktan sonra, insanın yaşamını beraberce sürdüreceği gerçek, ona açıkça görünür.
Ancak bu köktenci eylem, bir kavram ya da prensipte biçimlendirilmez. O, tüm kavramsallaştırmanın, düşünmenin ve eylemin öncesindedir. Başka bir deyişle tevhid, düşünce ve eylem biçimlerimizi -bunlardan biri haline gelmeksizin- renklendirir, biçimlendirir ve oluşturur. Kısaca, tevhid bilişsel değil varoluşsal/ontolojik bir kategoridir. Birisi onu ya yaşar ya da yaşamayı beceremez; ama onu kavramsallaştıramaz. Onunla yaşanacak bir şey olması, onun bir teslimiyet eylemi olması demektir. Bu teslimiyet eylemi, zamandan zamana yenilenme gerektirir. Tevhide bir keresinde teslim olmuş olmak eski yargıların, yanlışlıkların tekrar kişinin varlığına sızmasına engel değildir. Başka bir deyişle, bu yapısı tarihsel olan bir eylemdir. Her müslüman, tarih boyunca kelime-i tevhide teslimiyetini yenilemelidir.
O halde tevhide olan teslimiyetimiz yenilenmedikçe, hiç birşey değişmeyecektir. Ancak bu eylem, ne akademik bir alıştırma ne de tevhide kişisel bir teslimiyettir. Bu teslimiyet, müslümanların toplumsal ve politik konumlarını da yoklayan bir içeriğe sahiptir. İslam'da, Allah'a teslimiyette saf bir bireysellik yoktur. Toplumsal, politik ve tarihsel anlamlarda teslimiyet de mevcuttur. Böylece, müslümanlar ne zaman tek Allah'a teslimiyetlerini yenilerlerse, tarihte yeni bir sayfa açmış olurlar; yani tarih yapmış olurlar. İşte kaderimizi şekillendiren de budur. O halde, tarihi İslami bir biçimde şekillendirmek insanın kaderidir.
Dipnotlar
1- Felsefecilerin çoğu, tarihin anlatısal bir yapısı olduğunu kabul etseler de, tarihsel bir anlatının kendi içerisinde anlamlı olup olmadığı konusunda anlaşma sağlamış değillerdir. Bu ve benzeri tartışmalar için bakınız: David Carr, Time, Narrative and History (Nötre Dame: Indiana University Press, 1986).
2- Nietsche'nin izinde giden Foucault, görevini "şimdiki zamanın tarihini yazmak" olarak tanımlamıştır. Bir keresinde bir röportajda şöyle demişti: "Tarihsel oluşum ve kuruluşlarına dayanarak, bugün hala bize ait olan ve içlerinde kapana kısıldığımız sistemleri göstermeye çalışıyorum. Bu, temelde, zamanımızın geçmişe dönük bir analize dayanan eleştirisinin sunumuyla ilgili bir sorunsaldır." John K. Simon. "Conversation with Michel Foucault Partisan Review, 38: 2(1971), 192.
3- Çağdaş Batı felsefesinde ortak bir tema varsa bu, Kartezyen epistemolojinin reddi ve cogito'nun zihinsel biçimleri yerine, bilgiyi temellendirme ve organize etmede "gelenek", "yaşam biçimleri" ve "episteme" gibi şeylerin öneminin farkındalığıdır. Bu temanın iyi bir anlatımı için bkz: R.J. Bernestein, Beyond Objectivlsm and Relativism: Science, Hermeneutics and Praxis (Philadelphia: University of Pennsylvania Press, 1985).
4- Kur'an: 16/40
5- Bu konuda daha fazla değerlendirme için bak: Martin Heidegger, Being and Time (New York: Harper and Row, 1962)
6- Bkz: Alisdair Maclntyre, Marxîsm and Christianily (Londra: Penguin Books, 1978).
7- George Steiner, tek ilah inancıyla insanların çektiği psikolojik travmalara kitabında değinmektedir: İn Biuebeard's Casîle (New Haven: Yale University Press, 1971), P 37. Bu makalede savunulan konum ile kitapta anlatılanlar arasındaki ortak yan, insanoğlunun tek ilaha inanışta çektiği zorluklardır. Ancak kitapta iddia edilen "tek ilah inancının insan psikolojisine onarılamaz zararlar verdiği" varsayımına katılmıyorum. Aslında tam da karşıt bir iddiayı dile getiriyorum: Tek ilah inancı insanlara faydalıdır.