Bugün içinde bulunulan olumsuz durumdan kurtulup salihler olarak yeryüzünün varisleri olmak; Allah'ın hiçbir canlıya bahşetmediği akletme yetisini işler hale getirmek ve insanlığın kurtuluş reçetesi olan vahiyle yeniden sağlıklı ilişkiler kurmakla mümkün olabilir. Ancak böylelikle kendimizi özgürleştirebilir ve varoluşsal kimliğimizi gerçekleştirebiliriz.
Bizi atıl hale getiren, beyinlerimizi ve ruhumuzu dumura uğratan, seçme, üretme ve sahih eylemler ortaya koyma gücümüzü elimizden alan "akletme karşıtlığı"nı bertaraf ederek yeniden Allah'ın üzerinde yarattığı fıtrata ve Kur'an'ın bizi ısrarla çağırdığı akletme eylemine dönmemiz kaçınılmaz bir görevdir.
Akletme eylemi ancak son vahiy olan Kur'an'ın yol göstericiliğinde mütekamil bir hale gelebilir. O halde diğer verilerle birlikte (tabiat) Kur'ani verilere yönelmek ve öncelikle onlar üzerinde aklederek vakıayla ilişkisini kurmak gerekmektedir. Ancak İslam toplumlarında yaygın bir biçimde; akletmek, Kur'an üzerinde düşünmek ve onu fıkıh etmek çabalarını engelleyici bir zihniyet ve bu zihniyeti besleyen tarihsel bir miras söz konusudur.
İslam'ın ilk dönemlerinden sonra Kur'an'ın kazandırmış olduğu yaygın akletme dinamizmi çeşitli siyasal, sosyal ve kültürel etkenlerle yavaş yavaş gücünü kaybetmeye başlamış, Kur'an ve vakıa üzerinde düşünme sadece bazı bireysel ilgilere mahsus hale gelmiştir. Bir yandan ehl-i hadis (ya da ehl-i eser) "re'y"e karşı çıkarak kendisini tamamen "rivayetler"in rüzgarına bırakırken, diğer yanda "felasife" akletme adına kadim kültür mirasının içinde kaybolur hale gelmiştir. (1) Öte tarafta felsefi mirasla beslenen tasavvuf hareketi kendine göre "bilginin en yüksek ve en güvenilir kaynağı olan keşfi keşfedip sistemleştirirken aklı küçümseme yoluna gitmiştir. Özellikle İbn Arabi'nin geliştirdiği vahdet-i vücutçu anlayışı takip edenlerin eserleri "akılcılara yöneltilen tenkitler ve sezgiyi savunmak için aklı yeren ifadelerle doludur." (2)
Bir taraftan tasavvufi cereyan, diğer taraftan İşraki felsefenin İslam dünyasında yer kazanarak entellektüel ve halk kesiminde etkili hale gelmesi zihinlerin akla ve aklederek Kur'an'a yönelme ameliyesini engelleyici önemli unsurlardan biri olmuştur. İlk dönemlerde görülebilen aklın önemi ve aklederek dini öğrenmenin gerekliliği üzerine yapılan vurgular (3) bu cereyanlar tarafından sonraki yüzyıllarda gölgede bırakılmıştır. Re'y (akli çaba) ile Kur'an'ı anlama ve yorumlamaya çalışmanın haram olduğunu bildiren rivayetler de bu olumsuz durumun pekiştiricileri arasındadır. (4) Muhammed Gazzali'nin de belirttiği gibi, bu yasaklama bir tür korku ve engel oluşturarak Kur'an ayetleri üzerinde düşünmeyi engellemiş; ayrıca çağın problemlerini Kur'an açısından ele alarak Kur'an'ın ebediliğini güçlendirecek yeni boyutlar elde etme çabalarına engel olmuştur. Bundan dolayı bazıları rivayet tefsirinde kalmaya özen göstermiş, akla düşünme fırsatı vermemişlerdir. (5)
Kur'an'ı Kerim'de akletmeyi, düşünmeyi ifade eden -bazı nüanslarla da olsa- tek bir kelime kullanılmamakta genel anlamda bu eylemi ifade eden farklı kelimelere yer verilmektedir (tefaqquh, tedebbür, tefekkür gibi). Yine düşünme eyleminin ortaya çıktığı yer olarak bazı farklı kelimelere rastlayabilmekteyiz (qalb, fuad gibi). Biz burada bu kelimelerin semantik ve lengüistik yapısına girmekten ziyade, Kur'an'ın genel anlamda bizi ne tür ve hangi alanlarda akletmeye sevkettiği, bunu nasıl üzerimize zorunlu bir eylem olarak farz kıldığı konusuna yer vermek istiyoruz. Bunu yaparken meseleyi iki ana başlık etrafında ele alacağız. Birincisi, "sözün en güzelini seçmede akletme", diğeri ise, "hidayete ermede akletme" olacaktır.
1- "Sözün En Güzeli"ni Seçmede Akletme:
Hitabında öncelikle insanın akletme özelliğini temel alan Kur'an-ı Kerim, evvel emirde kişinin sorgulayıcı bir bakışa sahip olmasını istemekte, düşünmeden ve sorgulamadan herhangi bir görüşe bağlanılmasını uygun bulmamaktadır: "Onlara Allah'ın indirdiğine uyun denildiğinde onlar, "Hayır! Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız." dediler. Ya ataları bir şeyi akletmemiş, doğruyu da bulamamış idiyseler?" (2/170, 5/104, 7/28, 21/53). Kur'an bir düşünceyi veya inancı benimsemede şahısları değil, şahısların sahip olduğu itikadın ve onların ortaya koyduğu eylemlerin mahiyetini öncelemektedir. O halde bir inancı benimsemede tutulacak yol, kuru bir taklit değil; araştırıcı, sorgulayıcı ve akledeci bir yoldur. Bu yüzdendir ki Allah Teala, "sözü dinleyip de en güzeline uyanlara müjde ver. İşte Allah'ın doğru yola ilettiği kimseler onlardır. Gerçek akıl sahipleri de onlardır," (39/18) buyurmaktadır. O halde esas olan "söz"dür, muhtevadır. Kişiye düşen ise varolan sözler içerisinden "en güzel"ine uymaktır. Kur'an "en güzel"e uyanları "gerçek akıl sahipleri" olarak nitelendirdiğine göre gerçek manada akletmek, "en güzel"i yakalamak ve ona tabi olmak için biricik yoldur. Zaten bir sözün güzel ya da çirkin olduğu da o söz üzerinde düşünüp-taşınmadan anlaşılamayacaktır. (6) Aklın "en güzeli ve hakikati tesbit etme kabiliyeti olmakla birlikte, yine de Kur'an, insandaki bu akli kabiliyetin kolayca işlevini yerine getirebilmesi için bazı açılımlar göstermektedir. Ki bu açılımlarla insan, akletme ve düşünme yetisini hangi noktalara teksif edeceğinin de ipuçlarını almış olmaktadır. Görebildiğimiz kadarıyla bunlar, temelde üç noktada toplanmaktadır.
a- Sözün İçeriğinin Çelişmez Olması:
"Çelişmezlik İlkesi" aklın en temel ilkeleri arasındadır. Doğru düşünebilmek, bir düşüncenin doğru veya yanlış olduğunu tayin ve tesbit edebilmek, Allah'ın yaratılışta insan aklı için koymuş olduğu böyle bir prensipten kalkarak gerçekleştirilebilir. Kendimiz düşünürken ve bu düşünceyi başkalarına sözle aktarırken gözetmeye çalıştığımız bu çelişmeme ilkesini, aynı şekilde başkalarının düşüncelerinin aktarım aracı olan sözlerinde de asli bir biçimde gözetmeye çalışırız. Fıtraten, akıl sahibi varlıklar olan bizler, düşünme sürecinden itibaren çelişmeye asla müsade etmez, düşüncemiz içerisindeki çelişkileri bertaraf etme yoluna gideriz. Aynı şekilde başkalarının düşünce ve sözlerindeki çelişkileri gördüğümüzde de onları itibara almaz, değerli bulmayız.
Bu temel evrensel ilkeden hareketle Allah Teala, hakikatin ilkesi olan Kur'an-ı Kerim'e bu gözle bakılmasını istemekte, Kur'an'daki çelişmezliğe işarette bulunmakta ve hatta meydan okumaktadır: "Hala Kur'an üzerinde gereği gibi düşünmeyecekler mi? Eğer o, Allah'tan başkası tarafından gelmiş olsaydı onda birçok tutarsızlık bulurlardı." (4/82)
Görüldüğü üzere Kur'an kendisi üzerinde düşünülmesini istemekte, düşünürken de hangi noktada odaklaşılması gerektiğini ortaya koymaktadır. Allah Teala, bu ayette de görüldüğü gibi, kendi sözünde bir çelişme ve tutarsızlığın olmadığını/olamayacağını ifade ederek böyle bir durumun da ancak ilahi olan bir sözde tecelli edebileceğini göstermektedir. (7)
b- Sözün Yararlı Sonuç Vermesi:
Kur'an'ın "söz"ün en güzel ve doğrusunu tesbit etmede düşüncemize temel almamızı istediği noktalardan bir diğeri de, sözün sürekli olarak pratikte güzel ve yararlı sonuçlar vermesidir. Bir düşünce, bir görüş ne kadar parlak sözlerle ifade edilirse edilsin, sonuçta iyiye, güzele ve yararlıya yol açmıyorsa, o söz gerçekte en güzel söz olma vasfını yitirecektir. Kur'an-ı Kerim'de bu durum çarpıcı bir misalle verilmektedir: "Görmedin mi Allah nasıl bir misal getirdi: Güzel bir sözü, kökü (yerde) sabit dalları gökte olan güzel bir ağaca (benzetti). (O ağaç) Rabbinin izniyle her zaman yemişini verir. Öğüt alsınlar diye Allah insanlara misaller getirir. Kötü bir sözün misali, gövdesi yerden koparılmış, o yüzden ayakta durma imkanı olmayan (kötü) bir ağaca benzer." (14/24-26)
Bu ayette Allah Teala, güzel sözü güzel ağaca benzetmiştir. Çünkü güzel sözün meyvesi güzel amel, güzel ağacın ürünü de faydalı meyvedir. O halde bir düşüncenin, bir dünya görüşü veya dinin güzel olup olmadığını anlamak onun meyvesi ile yakından alakalı bir durumdur. İnsanlara yararlı olacak bir meyveden uzak olan bir ağacın, güzel bir ağaç olması düşünülemez.
Kur'an'ı düşündüğümüzde gerçekten de insanlığa getirdiği ilkeleriyle, adaleti ve ma'rufu emredip insanlığa kurtuluşu, aydınlığı hazırlamasıyla onun ne güzel bir söz olduğunu anlayabiliriz. Bunun için onun insanlığı ne tür eylemlere sevketmek istediğini düşünmemiz yeterli olacaktır. Gerçekten de tüm peygamberler, örneklikleriyle özgürlük ve adalet mücadelesini vermiş, ilkelere sarılan toplumlara yararlı sonuçlar getirmişlerdir. Sömürüye ve zulme başkaldırmayıp onlara hizmet eden, yoksulu, yetimi, mustazafı hor gören, onlara özgürlük ve yaşama hakkı tanımayıp tamamen bağımlılaştıran ve köleleştiren bir söz nasıl güzel ve hakikat olabilir?! Kur'an yukarıdaki ayette "öğüt alsınla diye Allah insanlara misaller getirir" diyerek, bu nokta üzerinde de düşünüp-öğüt almamızı istemekte güzel ve yarar doğurmayan sözlerin peşine gitmememizi belirtmektedir.
c-Sözün Vakıa ile Uyum İçerisinde Olması:
Bir dinin, bir düşüncenin veya bir görüşün "en güzel" olduğunu tesbit etmede Kur'an'ın göstermiş olduğu ve akletmemizi istediği bir diğer açılım da o din ya da düşüncenin vakıayla ters düşmemesidir. Vakıa tarihi, fiziki, sosyal vb. alanları kapsayabilir. Eğer bir görüş veya bir düşünce bütün bu alanlardaki "kesin" bir bilgi ile çelişiyorsa, onun doğru bir görüş ve uyulması gereken bir düşünce olduğu söylenemez. Zaten akıl da bunu normal şartlarda kabule yanaşmaz. Tabii zikrettiğimiz gibi vakıaya ilişkin elde edilen bilginin yakini bir bilgi olması gerekmektedir. Yoksa vakıaya ilişkin zanni bilgiler ve doğruluğu kesinleşmemiş teorilerle her hangi bir görüşü bu "bilgi" ile çelişiyor diye reddetmek mümkün değildir. Söz gelimi bir evrim teorisi ile "yaratılış" görüşünü reddetmek mümkün değildir. Çünkü bizatihi evrim teorisinin isbata ihtiyacı vardır. Şunu da belirtmek gerekir ki, bir düşünce bütününün, bir dinin veya bir ideolojinin ortaya koyduğu her verinin (görüş/iddia) amprik (deneysel) anlamda isbatlanmaya muhtaç olduğu, aksi halde kabul edilemeyeceği söylenemez ve söylenmemelidir. Çünkü din ve ideolojinin amprik alanın dışında ortaya koyduğu ve vakıayla uyuşup uyuşmayacağının tesbit edilemeyeceği (insanın sınırlılığı açısından) noktaları da vardır. Ve belki de bu alan amprik alandan çok daha geniş bir alanı kapsamaktadır. O halde yapılması gereken, din veya ideolojilerin "vakıayla ilişkili" olan ve vakıayla uyumunun kontrolünün yapılabileceği alanlarda bu uyumu yakalamaya çalışmaktır. Kur'an-ı Kerim kendisinin "en güzel söz" olduğunu ortaya koyarken ve bu konuda karşıtlarına meydan okurken temel isbatını sözün kendi içerisindeki çelişkisizliğine dayandırmaktadır. Bu sadece Kur'an için geçerli olan bir durum değildir. En güzel söz olduğunu iddia eden her ideoloji, kendi öğretisinin tümünün amprik alanda isbat edilebileceğini söylememekte, aslolanın düşüncenin kendi içerisindeki tutarlılığının ve çelişmezliğinin olduğunu ifade etmektedir.
Bununla birlikte Kur'an-ı Kerim'e göz attığımızda, kendi söylediklerini salt söyleme ile bırakmadığını görebiliriz. Mümkün olduğu kadarıyla ortaya koyduğu hakikatlerin gerek tarihi, gerek fiziki ve sosyal alanla irtibatını kurmaya çalışır ve belirli paralellikler gösterir. Dahası böyle bir karşılaştırmanın yolunu açar ve teşvik eder. Oysa mesela muharref bir din olan Hıristiyanlık'ın teologları böyle bir "kontrol"e teşvik etmek bir yana, vakıayla olan çelişkilerin felsefesini yapmaktadırlar.
Kur'an sözün vakıayla uyumunu ölçü almakta ve bunu pek-çok yerde ortaya koymaktadır. Mesela o, karşıtlarının sözlerinin değersizliğini ortaya koymada tarihsel vakıayla çelişmeyi göstererek onların ileri sürdüğü görüşleri reddetme yoluna gitmektedir: "Ey ehl-i kitap! İbrahim hakkında niçin çekişirsiniz? Halbuki Tevrat ve İncil, kesinlikle ondan sonra indirildi. Siz hiç akletmez misiniz?" (3/65)Bir ayet sonra da şu ifadeye yer verilmektedir: "İbrahim ne Yahudi ne de Hıristiyan idi; fakat o, Allah'ı bir tanıyan dosdoğru bir Müslüman idi. Müşriklerden de değildi." (3/67)
Ayetler, Hz. İbrahim'in iddia edilenin aksine Yahudi ya da Hıristiyan olmadığı, olamayacağı üzerinde durmakta; ehl-i kitabın Hz. İbrahim'in dini hakkındaki iddialarının Tevrat ve İncil'in ondan sonra inmiş olması hasebiyle gerçekçi olamayacağını ortaya koymaktadır. Çünkü gerek Yahudilik, gerekse Hıristiyanlık Hz. İbrahim'den sonra oluşmuştur. Bu durumda kendinden sonra ortaya çıkacak olan bir dine insan nasıl mensup olabilir?
Bir başka yerde de Kur'an'ın Hz. Peygamber'in peygamberliğinden kuşku duyulamayacağını sosyal vakıaya olan uygunlukla açıkladığını görmekteyiz: "Sen bundan önce ne bir yazı okur, ne de elinle onu yazardın. Öyle olsaydı batıla uyanlar kuşku duyarlardı." (29/48)
Yine Allah Teala Kur'an'da kendisi hakkında bildirdiklerine (varlığı, kudreti, rahmeti) vakıadan pek çok delil getirmekte ve kendisi hakkında söyledikleriyle fiziksel vakıa arasındaki uyumu pek çok yerde görmemizi istemektedir. İşte bunlardan sadece ikisi; "Yine O'nun delillerindendir ki, size korku ve ümit vermek üzere şimşeği gösteriyor, gökten su indirip ölümünün ardından arzı onunla diriltiyor. Doğrusu bunda aklını kullanan bir kavim için dersler vardır." (30/24). "O, geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı sizin hizmetinize verdi. Yıldızlar da Allah'ın emri ile hareket ederler. Şüphesiz ki bunlarda aklını kullananlar için pek çok deliller vardır." (16/12)
Bu örnekler çoğaltılabilir. Burada asıl olarak ortaya konmak istenen Kur'an'ın belli noktalarda "iddia" ile "vakıa" arasındaki uyumu gözettiği ve gerçeği yakalamada, "sözün en güzeli"ni tesbit edip tabi olmada bizim bu uyum üzerinde akletmemizi istemiş olması gerçeğidir.
2- Hidayete Ermede Akletme:
İnsan bu dünyada "emanet"i yüklenen yegane varlıktır. (33/72). O başıboş bırakılmamış (75/36), kendisine belirli yükümlülükler ve görevler verilmiştir (51/56). Bu görevleri kamilen yerine getirebilmek ve sağlam adımlarla yürüyebilmek, dolayısıyla ebedi mükafata ermek ancak vahye kulak vermek ve onun gösterdiği yolda yürümekle mümkün olacaktır. Zaten yukarıda 1. Bölüm'de ifade edilmeye çalışılan sözün en güzelini seçme konusundaki akletme de hidayete ermek, nefsimizi arındırmak ve gereği gibi Rabbimize kulluk ederek ebedi mükafata ermek içindir. O halde "sözün en güzeli"ni tesbit ve tayin etmek yeterli olmamakta, kurtuluşa ermek, temelde ona tabi olmak ve onun gösterdiği biçimde yol almakla mümkün olmaktadır. Bu da tıpkı en güzeli seçmede aklettiğimiz gibi, hidayete ermede de bu en güzel üzerinde düşünmekle mümkün olabilecek bir olgudur. En güzel söz olan Kur'an, öncelikle şunu belirtmek gerekir ki, kendisi üzerinde düşünmemizi, akletmemizi ve fıkh etmemizi istediğinde bununla kapalı, muğlak, anlaşılmaz bir takım söz ve söz yapılarının "ne demek istediğini tesbit etmeyi kasdetmemektedir. Yaygın olan bu yanlış kanaatin bu bağlamda bir yeri yoktur. Çünkü Kur'an-ı Kerim ısrarla ve defaatla kendisinin apaçık, ayetleri açıklanmış ve kolay anlaşılır bir kitap olduğunu ifade etmektedir: "Ey kitap ehli! kitaptan gizleyip durduğunuzun çoğunu size açıkça anlatan ve çoğundan da geçiveren peygamberimiz gelmiştir. Doğrusu size Allah'tan bir nur ve apaçık bir kitap gelmiştir." (5/15 ayrıca bkz. 2/230, 12/1, 15/1). Tersine bu açıklık akledip öğüt almak için ortaya konulmuştur: "Ey inananlar! Sizden olmayanı sırdaş edinmeyin, onlar sizi şaşırtmaktan geri durmazlar, sıkıntıya düşmenizi isterler. Onların öfkesi ağızlarından taşmaktadır, kalblerinin gizlediği ise daha büyüktür. Eğer aklediyorsanız, şüphesiz size ayetleri açıkladık." (3/118).
"Sana bu mübarek Kitab'ı, ayetlerini düşünsünler ve aklı olanlar öğüt alsınlar diye indirdik." (38/29)
"Onlar Kur'an'ı düşünmüyorlar mı? Yoksa kalpleri kilitli mi?. Şüphesiz ki kendilerine doğru yol belli olduktan sonra, arkalarına dönenleri, şeytan sürüklemiş ve kendilerine ümit vermiştir." (47/25-26)
İlk akledenin şeytan olduğu ve düşünüp aklettği için saptığı gibi geleneğe yerleşen yanlış ve öldürücü anlayışlar Kur'an'ın bildirimleriyle tamamen çelişen yaklaşımlardır. Aksine Kur'an düşünüp taşınma ile, akletme ile hidayete erme arasında doğrudan bir bağlantı koyar ve bunun altını çizer. Kur'an'a göre düşünmemek sapmanın, küfür pisliğine batmanın bir diğer ifadesidir. Nitekim ayet-i kerimede şöyle buyrulmaktadır: "Allah'ın izni olmadan hiç kimse inanamaz. O, aklını kullanmayanlara pisliğiverir." (10/100). Bir başka ayette de: "Allah inanmayanlara pisliği verir" (6/125) denilmiştir. Böylece çok açık bir biçimde aklı kullanmamak inanmamakla, yani küfür pisliğine batmakla özdeşleşmiş olmaktadır. Çünkü düşünmemek Kur'an'ı "en güzel söz" olarak seçmemek ve ona tabi olmamak demektir: "Sözü dinleyip de en güzeline uyanlar müjde ver. İşte Allah'ın doğru yola ilettiği kimseler onlardır. Gerçek akıl sahipleri de onlardır" (39/18)
Kur'an-ı Kerim, " ya ataları bir şey akletmemiş ve doğruyu da bulamamış idiyseler?" (2/170) derken de akletmemenin ardından doğru yola gelmemeyi zikrederken bu gerçeğe işaret etmektedir.
Kur'an bir taraftan kendisi üzerinde, kendi ayetleri üzerinde düşünmemizi isterken, öte yandan içinde yaşadığımız şu somut ve maddi dünyaya da gözlerimizi çevirmemizi ve onun üzerinde de düşünmemizi istemektedir:
"Onlar ayakta dururken, otururken, yanları üzerinde yatarken Allah'ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin düşünürler (ve şöyle derler) Rabbimiz sen bunu boşuna yaratmadın. Seni teşbih ederiz. Bizi cehennem azabından koru." (3/191). "Kaynaşmanız için size kendinizden eşler yaratıp aranızda sevgi ve merhamet peyda etmesi de O'nun delillerindendir. Doğrusu bunda düşünen bir kavim için ibretler vardır." (30/21)." O ki birbiri ile ahenkli yedi göğü yaratmıştır. Rahman olan Allah'ın yaratışında hiçbir uygunsuzluk göremezsiniz. Gözünü çevir de bir bak, bir bozukluk görebiliyor musun?" (67/3)
Bu tür ayetleri çoğaltmak mümkündür. Konuyla ilgili ayetler incelendiğinde dikkati çeken husus Kur'an'ın bizi düşünmeye davet ederken "tabii" gerçekliğe yani duyularımızla kavrayabildiğimiz maddi aleme gözlerimizi çevirmemizi istemesidir. Böylece Kur'an'ın bildirdiği metafizik hakikatlere iman etmede içinde yaşadığımız gerçekliğin önemli bir pekiştirici etkisi olacaktır. Açıktır ki pek çok ayet-i kerime ister fiziksel, ister kozmolojik, isterse biyolojik ve sosyal olsun pek çok olguyu ve veriyi Allah'a işaret eden ayetler olarak ifade etmektedir. O halde kitabın ayetleri ile kainatın ayetlerinin tetabuku kişinin imanının sağlamlaşmasına ve hidayet üzere sahih eylemlerini sürdürmesine yardımcı olacaktır.
Dipnotlar:
1. Mısırlı İslam felsefecisi Hasan Hanefi şöyle demektedir: "... Bu nedenlerden dolayı aklın tenkit görevi ortadan kalkmıştır. Filozofların aklı, tenkit edici bir akıl değildi. Aksine onlar, her şeyi kabul etmiş ve kendilerine ulaşan tüm malumatları tasnif etmişlerdir. Eksik olanları tamamlamış ama kendilerine aktarılanları tenkide tabi tutmamışlardır.. Tenkit görevinin yanı sıra yıkım görevi de ortada yoktur. Akıl kadim felsefe kalelerinden hiçbirini yıkamamış aksine onların binalarını sağlamlaştırmıştır. Aynı şekilde aklın red, isyan ve başkaldırı görevleri de ortada gözükmemektedir." Hasan Hanefi, İslami Araştırmalar (İstanbul 1994) çev. İbrahim Aydın ved. s.44-45.
2. Fazlur Rahman, İslam, Ankara, 1992. Çev. Mehmet Dağ vd. s. 202. Burada bir başka problem daha vardır ki o da nassların te'vil edilmesidir. Filozofların kadim geleneğin bir takım verileri temel kabul edip "akıl" adına ve kadim kültür lehine nassları yorumladıkları gibi, sufi hareket de Kur'an nasslarını "keşf ve sezgi" adı altında te'vile yönelmiş, Kur'an'ın doğru anlamının o ölçüyle tayin ve tesbit edilebileceğini düşünmüştür. Bu bağlamda akıl ya devre dışı bırakılmaya çalışılmış, ya da ikinci plana itilmiştir. Nitekim İbn Arabi sezgiye dayalı bilgiyi aklın ötesinde görmekte, geçerliliğini denemek için aklın otoritesine dayanılmamasını düşünmekledir. Ona göre akıl ile sezgi çatışırsa birincisi daima ikincisi uğruna feda edilmeli; akıl ilahi bilgiye karışmadığı gibi onu yorumlamaya da çalışmamalıdır. Bkz. A.E. Affifi. Muhyiddin İbnu'l-Arabi'nin Tasavvuf Felsefesi, Ankara, 1975. Çev. Mehmet Dağ, s. 101.
3. Haris el-Muhasibi'nin (ö. H. 243) "el-Akl ve Fehmü'l Kur'an" adlı eseri ile Ebu Bekr bin Ebi'd-Dünya'nın (ö. H.281) "el-Akl ve Fazluhu"adlı eserleri aklın mahiyet ve önemi üzerine yapılan bu vurgulara örnek olarak zikredilebilir. Ayrıca bu eserlerdeki aklın mahiyeti ile ilgili görüşler de felsefi spekülasyonlardan uzak bir biçimde ele alınmış, genel olarak aklın Allah'ın insanda iyi ile kötüyü tefrik etmesi, düşünme ve doğruyu bulması için yaratmış olduğu bir güç olarak değerlendirilmiştir. Bununla birlikte filozoflar ve özellikle sonraki mutasavvuflara göre oldukça mutedil olan kelamcıların da dinin aslının bilinmesinde akla verdikleri önemi burada zikretmek gerekmektedir. Gerek Mutezile, gerekse Maturidiyye ve Eşariyye ittifakla bir şeye körü körüne bağlanmayı (taklit) asla kabul etmemişlerdir. Bkz. el-Maturidi, Kitabu't-Tevhid. Beyrut. 1986. s.3-4, Felullah Halil'in Girişi, s. 26.
4. Mesela Tirmizi şöyle bir rivayete yer vermektedir: "Rasulullah'tan nakledildiğine göre o şöyle demiştir: "Kim re'y ile Kur'an hakkında bir şey söylerse isabet etse bile hata etmiş olur." et-Tirmizi, Sünen-i et-Tirmizi. Kitabu't-Tefsir, Kahire, 1975. bab:1,c.5, s.200.
Yine tabiinden de Kur'an'ı tefsir etme konusunda benzer rivayetler nakledilmiştir: "Yahya b. Said'den rivayet edilmiştir ki. Said b. Müseyyeb'e Kur'an'dan bir ayet sorulmuş, o bunu üzerine Kur'an hakkında hiç bir şey söylemem diye cevap vermiştir." "Sa'bi şöyle demiştir: "Ölünceye kadar şu üç şey hakkında konuşmayacağım: Kur'an, ruh ve re'y". İbn Cerir et-Taberi, Camiu'l-Beyan an Te'vili'l-Kur'an. Kahire c. 1, s. 85-87.
5. Muhammed Gazzali. Kur'an'ı Anlamada Yöntem, çev. Emrullah İşler, s. 317, Ankara, 1993.
6. Kur'an Ortaçağ Batı Dünyası'nda geliştirilen "anlamak için inanıyorum" ya da "İnanıyorum çünkü saçmadır" gibi felsefelere asla pirim vermez. Bkz. Alfred Weber, Felsefe Tarihi, İstanbul. 1991. Çev. H. Vehbi Eralp. s. 129,148.
7. Kur'an'ın mucizevi yönünün temeli de burada yatmakladır. Zikredilen ayet Kur'an'daki çelişmezliği Allah'a bağlamakta, dolayısıyla da beşerin "çelişmesiz bir söz" (din, ideoloji, dünya görüşleri) ortaya koyamayacağını ifade etmiş olmaktadır. O halde bu durum beşeri aşan bir durumdur ve Kur'an sırf bu yönüyle bile bir mucizedir. Bu bağlamda "çelişki"ye bina edilen Kur'an'da nesh olduğu görüşü de geçersiz kalmaktadır.