Sahih bir inanç ve eyleme ulaşmak isteyen her Müslümanın ilk temel kaygısı öncelikle dinin temelini oluşturan konularda Kur'an'a dayalı olmaktır. Bu konuların başında ise islam olduğumuzun ilk ifadesi olan "Allah'a iman" ya da "Allah'tan başka ilah kabul etmemek" anlamına gelen kelime-i tevhidi kavrama çabası gelir. Bugün modernizmin ve muharref geleneğin değerler dünyası arasında sıkışan insan, doğru bir Allah tasavvuruna sahip midir? Tasavvufun cüretkar ve teşbihe varan Allah yorumlamaları ile modernizmin hayatın dışına ittiği Allah anlayışı arasında, Kur'an'ın anlattığı Allah nerede durmaktadır. İşte biraz da bu sorunun cevabı olarak oluşan bir çalışma geçtiğimiz Nisan ayında Mustafa İslamoğlu'nun kaleminden okuyucu ile buluştu. Alemlerin Rabbi Allah (c), Bilmek-Tanımak-Anlamak ismini taşıyan kitap Denge Yayınları'ından çıktı. Kitabın yayınlandığı günden itibaren yoğun bir ilgi görmesi Allah inancı konusunda Müslümanların gelenekten aldıkları Allah tasavvurlarını Kur'an ışığında sorgulama ihtiyacı hissettiklerinin bir göstergesi olarak anlaşılabilir ki bu, Müslümanlar açısından sevindirici bir durumdur.
Mustafa İslamoğlu, eserinin girişinde öncelikle Allah hakkında konuşmanın, söz söylemenin güçlüğüne dikkat çekerek hiçbir insani anlatımın Allah hakkında tam bir ifade imkanı sağlayamayacağının altını çiziyor. Fakat bu zorluğa rağmen kendisini Allah hakkında bir kitap yazmaya iten nedenleri ise şu şekilde sıralıyor:
1. Allah'a inananların Allah tasavvurlarının, vahyin inşa ettiği Allah tasavvurundan gittikçe uzaklaşması.
2. Doğru bir Allah tasavvuruna sahip olamadan, sahih bir kulluk, iman ve teslimiyetin gerçekleşmeyeceği.
3. Allah doğru bilinmeden, tanınmadan, anlaşılmadan, bu ve öbür hayatın anlam ve amacının asla anlaşılamayacağı...
İslamoğlu, Allah tasavvuru hakkında yazmaya kendisini yönlendiren sebepleri bu şekilde belirttikten sonra İslam'ın anlattığı Allah'ın, vahyin inşa ettiği hayatın merkezinde olan bir Allah olduğuna vurgu yapıyor. Merkezinde Allah'ın olduğu bir hayatın ise tevhid ve adalet şeklinde iki önemli cephesi vardır. Tevhid kanadı, insan ile Allah arasındaki ilişkiyi ifade ederken, adalet kanadı insan ile diğer yaratılmışlar arasındaki ilişkiyi anlatır. İnsan ancak bu iki alanda vahyin hayata uygulanması ile kurtuluşa erebilir. İslamoğlu'nun eserinin başında tevhid ve adalete yaptığı bu vurgu, okuyucuya İslam tarihinde ihya çizgisini temsil eden ekollerin kendilerini "Tevhid ve Adalet Ehli" olarak adlandırmalarını hatırlatıyor ve bu manada okuyucunun zihninde geçmişle bir bağ kuruyor.
Eser yaklaşık 160 sayfadan ve yedi ana bölümden oluşuyor. Yazar özellikle ilk bölümlerde Allah ismi, Allah-âlem ilişkisi ve Allah'a iman gibi hususlara değinerek sahip olunan yanlış tasavvurlara dikkat çekmeye, öte yandan bu konularda vahyin oluşturmaya çalıştığı anlayışa değinmeye gayret etmiş. Ancak İslamoğlu eserinde geleneğin geçmişten bugüne Müslümanlar üzerinde oluşturduğu yanlış Allah tasavvurlarından çok, özellikle modernizmin Allah'ı hayatın dışına çıkartan ve âlemden soyutlayan Allah telakkilerini eleştirmiş. Çünkü yazara göre; cahiliye Araplarının Allah'ı kendilerine uzak gören ve bu yüzden O'na aracılar atamayı meşru sayan anlayışları, modernizmin, insanı her türlü ilahî bağdan uzak sayan ve Allah'ın hayata müdahil olmadığını söyleyen yaklaşımı ile benzerlik göstermektedir. İşte bu yüzden bugünün insanı seküler bir şirk içindedir.
Allah-insan ilişkisine eserin çeşitli bölümlerinde yer veren İslamoğlu, Allah'ın, insanı öncelikle kevnî, daha sonra ise vahyî ayetlerle anlattığını ifade eder. Allah insana şahdamarından daha yakındır. Her an insana, âleme ve hayata müdahildir. Allah ile insan arasında ikili ve karşılıklı bir iletişim söz konusudur. Bu iletişimin Allah'tan insana doğru olan boyutunu vahiy, insandan Allah'a doğru olan boyutunu ise dua ve ibadetler ifade eder. Bu diyalogun ilk kısmında Allah kuluna vahiy aracılığıyla kendisini anlatır. Fakat sınırlı olan insan, sınırsız olan Allah'ı layıkıyla kavramaya güç yetiremez. Bu konuda insanın yapabileceği tek şey Allah'a iman etmektir. Allah'a inanmak burada tek başına yeterli olmaz. Önemli olan gerektiği gibi, vahyin insana anlattığı bir Allah'a inanmaktır. Bu, imanın olmazsa olmaz şartı, Allah'a ait bir niteliği ister peygamber, ister veli, ister aziz olsun başka hiç kimseye yakıştırmamaktır. Bir diğer şart ise; Allah'ın kendisine atfettiği herhangi bir sıfatı ondan soyutlamamaktır.
İslamoğlu görüldüğü gibi Allah'a imanı, Allah'ı kavramanın yegane yolu olarak görmektedir. Bu bağlamda insanın Allah'a yakınlaşması ancak gereğince kulluk etmekle olur. Yoksa sufilerin iddia ettikleri gibi insandan Allah'a doğru derece derece bir yükseliş ile değil. Yazar daha eserinin ilk bölümlerinde "Allah ile mahlukat arasında bir derece farkı değil, bir mahiyet farkı" olduğunu belirterek aksi bir anlayışa tüm kapıları kapatmıştır. Eserinde geleneksel yaklaşımların yanlışlığını özel olarak ele almasa da İslamoğlu, pek çok vesile ile tasavvufun panteist ve vahdeti vücutçu anlayışlarını satır aralarında da olsa eleştirmiştir. Sufizmde insanın "ben" bilincini yok sayan ve kötü gören anlayışa karşın İslamoğlu, kelime-i tevhitteki ben vurgusundan başlayarak, yaratan ve yaratılan ayrılığına ve insanın kendi varlığına şahitlik etmesi anlamında bir ben bilincini ön plana çıkarmaktır. Allah'a dair isim ve sıfatların kişileştirme ve cisimleştirmesinin her türünü istismar olarak kabul etmekte, O'nun yaratılmışlardan biriyle birleştiği, onun içine girdiği gibi ittihat ve hulul cinsinden her türlü panteizmi reddetmektedir. Bunun yanında İslamoğlu'nun kullandığı bazı kelime ve terkiplerin (Allah'ın ahlakıyla ahlaklanmak, varlık aynası, yansıma, tecelli vs.) üslup olarak tasavvufi anlatımları anımsattığı söylenebilir. Bu terkipler yerine yazarın orijinal terkipler ya da terimler inşa etmesini arzu ederdik. Fakat eserdeki bu yakınlığın sadece bir üslup ve anlatım benzerliği olduğunun da önemle altını çizmek isteriz. Çünkü İslamoğlu vahyin ışığında bir kaygıyla bu terkipleri Kur'an'a uygun bir çerçevede kullanmaya büyük bir özen göstermiştir. Örneğin; tasavvufi metinlerde çokça kullanılan bir ifade olan "Allah'ın varlığa tecellisi" terkibini değil, "Allah'ın sıfatlarının ya da isimlerinin varlığa tecellisi" terkibini kullanmış, yine aynı şekilde sufilerce adeta hadis olarak kabul edilen "Allah'ın ahlakıyla ahlaklanmak" sözünü "... Haşa bu insanın Allah'a benzemesi değildir. O yaratandır, insan yaratılan. Yaratan ile yaratılan arasında derece değil, mahiyet ve hüviyet farkı vardır..." şeklinde açıklama ihtiyacı hissetmiştir.
Allah'ın Kur'an'da kendinden bahsetmesi İslamoğlu'na göre tamamen işlevseldir. Allah bunu sadece insanın üzerinde ruhi bir etki bırakmak için değil, aynı zamanda aktüel hayata müdahil olduğunu anlatmak için yapar. Bundan dolayı Kur'an'da sıfatlar hariç, Allah kavramının binlerce kez geçmesinin temelinde insan ve insan davranışları vardır. Kur'an, Allah'tan söz ettiği her yerde sözü getirip bir biçimde insanla ilişkilendirir.
Eserde "Allah'ın kendisini insana anlatmak için kullandığı isimler" anlamında Esmaü'l-Hüsna'ya büyük önem verilmiştir. Çünkü insan Allah'ı zatıyla kavrayamaz, O'nu ancak sıfatları ile bilir. Kur'an'ı Kerim'de Allah lafzı dışındaki tüm Esmaü'l-Hüsna, ya Allah lafzını niteler ya da içinde yer aldığı ayetin konusu çerçevesinde Allah'ın hayata aktif müdahalesini ifade eder. Esmaü'l-Hüsna hakkında özellikle geleneksel tasavvura kaynaklık eden Esmaü'l-Hüsna rivayetine de değinen yazar, bu konuda Ebu Hureyre'den nakledilen "Elbet Allah'ın 99 ismi vardır, bunları ihsan eden herkes cennete girdi." şeklindeki rivayeti değerlendirir. Hadisin bazı versiyonlarında geçen 99 isimlik liste pek çok âlim tarafından hadise sonradan eklendiği yönünde eleştirilere maruz kalmıştır, çünkü 99 sayısı Kur'an'da geçen isimlerin sayısına dayanmamaktadır. İslamoğlu'nun aktardığı görüşlerden en muteber olanı hiç şüphesiz "hadiste geçen sayının kesretten kinaye olarak kullanıldığı ve Allah'ın isimlerinin sınırlanamaz olduğu" yönündeki görüştür. Fakat İslamoğlu burada farklı bir yorumda bulunarak, hadiste geçen 99 sayısının hakiki bir sayı olarak algılanabileceğini iddia etmektedir. Yazar aynı tavrı Allah'ın tespih edilmesi ile ilgili bölümde tespihin 33 defa olmasında sayıya bir önem atfederek sürdürmektedir. Buradaki yorumunda İslamoğlu zanni argümanlarla 33 sayısının hikmetlerini açıklamaya çalışır. Ancak ne Esmaü'l-Hüsna'nın 99 oluşu, ne de tespihin 33 defa oluşuna dair yazarın açıklamaları kesin bir mesnede dayanmaktan ve okuyucuyu ikna etmekten uzaktır. Üstelik özellikle ibadetlerle ve tespihle ilgili "3 ve 3'ün katları, 7 ve 7'nin katları, 9 ve 9'un katları" şeklinde rivayetlerde geçen terkipler gerek geçmişte gerek günümüzde birçok âlim tarafından eleştirilmiş, bu tarz ifadelerin geçtiği rivayetlerin sıhhatinin kuşkulu olduğu yönünde de yaygın bir kanaatten bahsedilebilir. Yazarın bu konularda Kur'an'a dayanmayan yorumları veya rivayetleri tercih etmesi bizce eleştirilmesi gereken bir husustur. Rivayetlerle ilgili bir başka mesele de eserde az da olsa kullanılan hadislerin birçoğunun tartışmalı olmasıdır. Sayfa 40'ta geçen "tahiyyatta başparmağın kaldırılması" ile ilgili rivayet, sayfa 127'de geçen "Allah der ki" şeklinde başlayan ve kudsi hadis olarak geçen Buhari ve Müslim rivayeti ve "ruyetullah" konusunda sayfa 142'de geçen rivayet gibi. Yazarın Allah ile ilgili eserini genel anlamda Kur'an ayetler ile süslemiş, delillendirmiş ve bundan başka bir delil kullanmamaya özen gösterdiğini belirtmeliyiz. Bu yüzden hadis rivayetlerine ve zanni yorumlara çok az yer vermiştir. Ancak kullandığı hadisler bazı problemler taşımaktadır. Bunun en bariz örneği; ruyetullah ile ilgili aldığı rivayettir. Yazar ruyetullah konusunu, özellikle Allah'ın ahirette görülüp görülemeyeceğini tartışmış, bu konuda karşılıklı görüş belirtenlerin delillerini zikretmiştir. Yazarın kendisi bu konuda ruyeti kabul ve reddedenler arasında bir orta yol bulma gayretiyle öne çıkar. Yazara göre; "Allah'ın ahirete görüleceği muhakkaktır, bu Allah'ın vaadidir. Ancak insan, bu görmenin mahiyetini bilemez." İslamoğlu; Allah'ın ahirette görüleceğine kanaat getirdikten sonra, bu görüşü doğrulayıcı bir rivayet olarak "Müslümanların Cuma gününü haftalık bayram olarak seçmesinin" gerekçesini izah sadedinde nakledilen "cennetliklerin Cemalullahı Cuma günleri temaşa edeceğine" dair bir habere atıfta bulunması ilginçtir. Gaybi bir konuda zanni bir rivayetin benimsenmesi ya da örnek gösterilmesi üstelik de konu Allah ise uzak durulması gereken bir tavır olmalıdır. İslamoğlu keşke Allah ile ilgili konularda zan ifade etmekten öte gitmeyen bu rivayetlere eserinde hiç yer vermeseydi. Kanaatimizce bu, yazarın Kur'an'la süslü üslubuna daha uygun düşerdi.
Birkaç hususun dışında hiç şüphesiz eser; Kur'an temelli bir Allah tasavvuru inşa etme kaygısı, dikkat çektiği konuları ve pek çok özelliği ile kayda değer bir önem taşımaktadır. Tenkitlerimizin Allah'ın izniyle ve Allah yolunda daha iyiye ve daha güzele ulaşma kaygısıyla yapılmış olduğunu hatırlatarak, bu değerli çalışmasından dolayı yazar Mustafa İslamoğlu'na teşekkürü bir borç biliriz.