Kur’an Neslini Yeniden İnşa Sorumluluğu

Özgür-Der

Yoldaki İşaretler kitabı, Seyyid Kutub'un ulaştığı İslami tasavvurunun en üst düzeyini ifade ediyordu. Ve Kutup, 35 yıl önce, bu kitabında ortaya koyduğu düşüncelerinden dolayı idam edildi. Yoldaki İşaretler ilk olarak Abdülkadir Şener tarafından 1966 yılında türkçeye kazandırıldı. Bu çeviri yüzünden hem A. Şener ve hem de Hilal Yayınları TCK 163. maddesinden yargılandılar ve mahkum oldular. Daha sonraki dönemlerde bu kitap müteaddit defalar çevrildi ve basıldı, yüzbinlerce insan tarafından okundu; ancak en az anlaşılan bölümü "Örnek Bir Kur'an Nesli" başlığı altında ifade edilen görüşler oldu.

Seyyid Kutub, bir Kur'an neslinden bahsederken, müslümanları bir an evvel iktidara taşıyacak veya ümmete öncülük yaparak bir an evvel teşkilatlandıracak bir örgüt veya bir cemaat oluşturmaktan bahsetmiyordu. Ona göre ümmet zaten asli kimliğini yitirmişti, müslümanlar büyük bir inhiraf içine girmiş/ cahili sistemler tarafından tebalaştırılmış ve Kitab merkezli bir toplum olmaktan uzaklaşmışlardı.

Kur'an Nesli, Rasulullah'ın Kur'an'ı merkeze alıp varolandan kalkarak oluşturduğu Mekke ortamında yakalanan bilinç, bağlılık, dayanışma, takva ve mücadele tanıklığı ile temayüz eden bir modeldi. Öncelikle mücadele içinde Kur'an ahlakı ile bezenmiş Kur'ani şahsiyetler olunmalıydı. Olmayan ümmeti iktidara taşımak hayali yerine, mücadele gerçekliği içinde ümmeti, daha doğrusu ümmet nüvesini yeniden oluşturmak gerekirdi. Bu nüve ise hem düşünsel hem metodik sorunlarını Kur'an-ı temel ölçü alarak çözümlemeli, üretilmiş olan kültürü değil, iletilmiş olan vahyi bilgiyi kıstas edinmeli ve tüm amellerini Allah'ın rızasını ve şefaatini umarak gerçekleştirmeliydi. Ancak Kur'ani mesajı bir yaşam biçimi haline getirebilen böylesi bir nesil, müstezaf müslüman kitleleri ıslah edebilir. İnsanları gereğince uyarabilir ve egemen güçlerin dayatmalarına karşı hem zihinsel ve hem de fiili olarak direnebilir, müslümanların geleceğini bugünden imar edebilirdi.

28 Şubat süreci ile iyice açığa çıkarttı ki Türkiye'deki evrensel İslami mücadelenin bir parçası olmaya çalışan ve 25-30 yıldır düzenin tanımlandırmalarından kopmaya çalışarak bağımsız bir İslami hareket oluşturma gayreti içinde olan kişiler, çevreler, yapılar, cemaatler; maalesef ki genellikle eksik bilgilenmeler, yanlış hedefler, fikri ve ameli ölçü boyutuyla çoğu kez vahyi bütünlükten kopuk aceleci veya ertelemeci tavırlardan, ve gerek gelenek ve gerekse modern dayatmalarla oluşan eklektik kimliklerden yeterince arınamamış olmak yüzünden taşıdıkları zaaf ve yanlışlar nedeniyle ciddi sarsıntılar ve moral bozuklukları yaşadılar.

Sosyolog raportörler söz birliği ile artık "Siyasal İslam "in bittiğini veya "İslamcılığın" yerli ve demokratik çözüm arayışlarına yönelerek erime trendine girdiğini temcid pilavı gibi tekrarlayıp durmaktadırlar. Oysa Türkiye'de yaşanan 20-30 yıllık İslami uyanış süreci içinde ortaya konan birçok emeğe, kazanımlara ve ayrıca yaşanan zaaflara rağmen henüz Kur'ani şahsiyet, mücadele ve örneklik açısından kendini hissettirebilen bir "Kur'an Nesli"nden bahsetmek pek mümkün olmamıştı. Hatta İslami duyarlılığın güçlü olduğu ve zaferin yakın zannedildiği günlerde birçok kişiye, çevreye, yapı veya cemaate "Kur'an Nesli"nin inşasının öncelikli bir görev olduğu, Kur'ani bir bilinç ve kimliğin teşekkülü olmadan bir dönüşümden bahsedilemeyeceği gerçeği anlatılamamıştı bile.

İşte böyle bir arka planın sancılarını yaşadığımız süreçte Özgür-Der, 1 Eylül 2001 tarihinde Seyyid Kutub'un Şehadetinin 35. yıldönümü vesilesiyle "Kuran Neslini İnşa Sorumluluğu" adlı bir program düzenledi, İstanbul Reşat Nuri Tiyatro Salonu'nda gerçekleştirilen toplantıya beklenilenin üzerinde yoğun bir katılım oldu. Yaklaşık 2000 kişinin katıldığı programı bir kısım izleyici salonun dışında antreye kurulan TV ekranından izlerken, salona ve antreye giremeyen bazı kişiler de uzun süre Tiyatro bahçesinde beklediler. İki bölümden oluşan ve mini sempozyum şeklinde düzenlenen programa gösterilen ilgi, aslında diriliğini ve dirayetini gösteren dipdiri bir neslin, yargılamak değil, sorgulamak ve daha sahih olana yönelmek konusunda arzu ve azmini ortaya koyuyordu. Programın "Kur'an Neslini İnşa Sorumluğu" başlığı bile aslında Türkiye'deki Tevhidi uyanış ve bilinçlenme sürecinin nerede kaldığına ve nereden başlamamız gerektiğine açıkça işarette bulunuyordu.

Ekin meselinin yer aldığı Fetih Süresi'ndeki ayetin okunmasıyla başlayan programın açış konuşmasında Alt Değirmenci program konusu ve başlığı ile ilgili olarak yukarıda yaptığımız vurgularla benzeşen tespitlerde bulundu. Müslümanların kimlik ve değer erozyonundan kurtulamadıkları, çeşitli zorluk, baskı ve suçlamalarla kuşatıldıkları bu günlerde Seyyid Kutub'un Kur'an Nesli üzerine yaptığı çağrısına kulak vermenin, Kur'an'ın bütünlüğünde ve aydınlığında yaşadığımız şartları ve sorunları da gözeten bir basiretle onun çabasını gündemimize taşımanın önemi üzerinde duran Değirmenci, Kur'an'ın temel belirleyen olduğunun zihinlere kazınması gerektiği üzerinde vurguladıktan sonra şunları söyledi:

"İlk Kur'an nesli, o eşsiz kaynaktan doğrudan beslendiği ve onun mesajını yaşamlaştırdığı için şahitliklerini yerine getirmiş, Rasulullah ve arkadaşları bu süreç içersinde, merhale merhale güzel bir organizasyonun, vahye uygun yaşamanın ve mücadele vermenin örnekliğini, sünnetini oluşturmuşlardır. Kutub, Kur'an'dan ve vahyin ilk talebelerinin örnek ve ibretlerle dolu pratiğinden uzaklaşmış, uzaklaştırılmış bir iklimin çocuklarını yeniden o diriltici mesajla uyanmaya, silkinmeye, izzet ve vakar kazandıracak bir zindeliğe, aynı zamanda sorumluluğa çağırmıştır. Böylece ilahi bildirimin bir bakıma özünü oluşturan tevhid de kelami, felsefi, tasavvufi spekülatif bir kavram olmaktan öte insan ve toplum hayatının bütün alanlarını kuşatması gereken bir esas olarak görülmeye, kavranmaya başlanmıştır."

Programın ilk tebliğini, konuyla ilgili müstakil bir çalışma içinde olduğunu öğrendiğimiz Mustafa İslamoğlu, "Kur'an Algısında Tarihi Kırılma: Hayatı inşa Eden Özne'den Kutsal Nesne'ye" başlıklı çalışmasıyla sundu. İslamoğlu, tüm vahiylerin amacının, yaratılış amacına uygun bir hayatı inşa etme sorumluluğunu insana hatırlatmak olduğunu belirtirken, daha açık bir şekilde vahyin amacının hayatı inşa edecek olan insanı inşa etmek olduğunu ifade ederek konuşmasına başladı. Vahyin dört aşamadan oluşan bir inşa hedefi taşıdığını belirtti: 1- Tasavvurun inşası, 2- Aklın inşası, 3- Şahsiyetin inşası, 4- Hayatın inşası. Kur'an'ı inşa edici "özne" olarak algılayan ilk neslin inşa aşamalarını tamamladığını, vahyin bireyden topluma, Medine'den medeniyete uzanan aktif bir sürecin öznesi olarak algılandığını vurgulayan İslamoğlu, süreç içinde Kur'an'ın maalesef ki özne olma konumunu kaybedip "nesne"leşmeye başlamasıyla vahyin amacının ihmal edildiğini ve lafızlaştırıldığını belirtti. Vahiy sadece lafza indirgenince, Kur'an'da sadece "mushaf'a indirgenmişti. O artık inşa eden bir özne değildi. Çünkü o muhataplarını değil, muhatapları onu "yüceltiyor"du. Oysa ki vahiy kendiliğinden yüceydi ve onun insan tarafından yüceltilmeye değil, anlaşılmaya ve yaşanmaya ihtiyacı vardı. İslami hayatın yeniden inşa edilmesi gerekmekteydi. Bunun için de tasavvurunu, aklını ve şahsiyetini vahye İnşa ettirmiş insanlara ihtiyacımız bulunmaktaydı.

"Kur'an Nesli ve Tarih Perspektifi" başlıklı ikinci tebliği sunan Hamza Türkmen ise müslümanların tarihi icat edemeyecekleri, tarihi gerçeklik ne ise onu hayatın ayetleri olarak algılamak ve vahyi bildirimler ışığından ondan dersler çıkartmak durumunda olabileceklerini hatırlattı. Müslümanların 19. ve 20. yüzyılda geçmişi, ya geleneğe sığınan kutsamacı bir zihnin abartılarıyla ya da tarihi modern bir proje olan ulus kimliğin gözlüğü ile okuyarak veya kalkınmacı bir kompleksle yeniden icat etmeye çalışarak ciddi bir kimlik erozyonuna sürüklendiklerini belirten Türkmen, İslam tarihinin tabii bir gerçeklik içinde yeniden İslam'a dönüşün bir tefekkür aracı olarak algılanması gerektiğini belirtti. Müslümanların Medine ümmet yapısını siyasi boyuttaki tüm bozulmalara rağmen 3-4 asır devam ettirdiğini belirten Türkmen, daha sonraki dönemlerde ise tevhidi mücadelenin yaşam çizgisinin "ihya ve ıslah" çabalarıyla günümüze kadar taşındığına, bu yüzden de tevhidi mücadele çizgisine sahip olanların tarih algılarında bir kırılma olmadığına dikkat çekip şu görüşlerini ifade etti:

"Aslolan tarihten bu yana devam edegelen tevhidi yaşam çizgisinin doğru anlaşılması, kavranması ve kendi imkanlarımız ve çevremiz içinde daha da geliştirilmesi ve sosyalleştirilmesidir. Ancak bu proje henüz tamamlanmamıştır. Bu projenin tamamlanması hem zihni, hem ameli sahada bugün Kur'an merkezli düşünen bütün müslüman aydınlara, ilim adamlarına, dava adamlarına düşmektedir. İslam tarihinin amacı Kur'an'ın amacıyla para/elleşmektedir. Dolayısıyla İslam tarihi konusunda konuşmak ve bilgilenmek farazi bir tutum değil, kulluk sorumluluğumuzu hatırlamak demektir."

İkinci oturumun "Kur'an Nesli İnşası, Toplum ve Sorunlarımız" başlıklı uzunca hazırlanmış ilk tebliğini sunan Mehmet Pamak, Kur'an nesli inşa etmenin, oluşturmanın soyut bir ideal olmadığını, öncelikli bir pratik olduğunu belirterek konuşmasına başladı. İçinde yaşadığımız toplumla Kur'an kıssalarında anlatılan toplumsal yaşam ve bakış açılarını karşılaştıran Pamak, bugünkü toplumun, uzun bir süreç içinde kimlik kaybına uğradığını, önce geleneğin taşıdığı bid'at ve hurafelerin din olarak içselleştirildiğini, son dönemde de modernizmin ürettiği kavram, model ve düşüncelerin getirdiği hurafelerle malul farklı kategorilerden oluşan içinde tevhidi bilinç taşıyan müslümanların da yer aldığı cahili bir toplum yapısını ifade ettiğini belirtti. Sistem içi ilişkileri, ilkeli ve tutarlı bir şekilde götürememenin sonucunda yaşanan savrulma ve uzlaşmalara değinen, zaaflarımız üzerinde duran Pamak, Ümeyye oğulları ile başlayan siyasi alandaki inhirafın önü alınamayınca, artık hicri 6. ve 7. yüzyıldan itibaren ümmeti içten içe çürüten cahili sapmalar, sosyal çözülmeyi hızlandırdı, düşünceyi donuklaştırdı ve giderek müslümanları Kur'an merkezli bir toplum olmaktan uzaklaştı dedi. Ve günümüzde en önemli ve öncelikli sorunumuzun, doğru bir din anlayışına, Kur'an'ı anlamaya, yaşamaya ve vahyin şahitliğini yapmaya yönelik çabalarımızın yetersizliği, cılızlığı ve zaman zaman da pragmatizme yenik düşmesi olduğunu belirtti. Pamak, akıllı ve vahyin ölçülerinin esas alındığı bir özeleştiri ve sorgulama ile topyekün bir değerlendirme yaparak, samimi bir yönelişle zaaflarımızı giderme, noksanlarımızı tamamlama ve daha kucaklayıcı ve kuşatıcı bir toparlanma çabası içine girmemiz gerekliliğine işaret ederken 28 Şubat'ı da bir başka açıdan şöyle değerlendirdi:

"Tabir caizse 28 Şubat eleği zayıf unsurları ve samimi olmayanları eleyerek, direnebilen samimi unsurların birbirlerini daha yakından tanımalarına ve aralarındaki güven ve dayanışmayı arttırmaya yarayacak bir zemin oluşturmuştur."

Son tebliğ olarak "Kur'an Neslini İnşa Sorumluluğu; Düşünsel Yeterlilik" başlıklı konuşmayı ise Metin Önal Mengüşoğlu yaptı. Ümmet olarak tevhidi dirilikten uzaklaşmamızın suçunu artık yalnız düşmanda görme alışkanlığından sıyrılmamız gerekliliğine vurgu yapan Mengüşoğlu, modernizm, postmodemizm, mevcut sistem ve onun baskılarından dem vurarak kimse kendisini temize çıkartmamalıdır; bizzat müslümanların kendi bünyelerinde kurt vardır, bünyeyi kemirmektedir, bünyemizdeki ilkesel ve ahlaki zaaflarımızı itiraf etmekten çekindiğimiz sürece bir ıslah ve diriliş sürecinden bahsedemeyiz dedi. Kur'an nesli inşa sorumluluğu çerçevesinde henüz düşünsel bir yeterliliğe ulaşılmadığını belirten ama ümit var gelişmeler olduğunu belirten Mengüşoğlu, aşılması gereken engeller hakkında da şu başlıklara dikkat çekti: Asabiyetçilik-ulusçuluk, Türk toplumunun genlerine işleyen uydurma toplumculuk ve devlet kutsayıcılığı, vahye yaklaşma korkusu, İslam'a bağlılık halinin imanlaşamaması, vahyi literatürden kopukluk, avam-havas ayrımının aşılamaması, demokrasi-laiklik gibi gizli zehirlerin büyüsüne kapılmak.

Mustafa İslamoğlu'nun tebliğini Kürşat Atalar ve Abdullah Yıldız değerlendirdiler. Hamza Türkmen'in tebliğini hastalığı nedeniyle programa katılamayan ama gönderdiği yazılı metniyle Atasoy Müftüoğlu ve ayrıca Kazım Sağlam değerlendirdiler. Mehmet Pamak'ın tebliğini ise Burhan Kavuncu ve Hüsnü Yazgan; Metin Önal Mengüşoğlu'nun tebliğini de Yılmaz Çakır değerlendirdiler. Mengüşoğlu'nun diğer müzakerecisi Abdurrahman Arslan ise annesinin ani rahatsızlığı nedeniyle toplantıya katılamadı.

Müzakereciler genellikle tebliğlerin içeriklerine katıldıklarını ifade ettiler. Ancak tebliğlerin müzakereleri sırasında ortaya çıkan bazı farklı yaklaşımlar da söz konusu oldu. Bu durum, sorumluluk sahibi müslümanlarla birlikte ciddi bir tezi, istikameti veya hareketi en azından ekolleştirebilmemiz için daha konuşulacak, tartışılacak birçok konumuzun olduğunu ortaya koyuyordu. Bu bağlamda pratiğin içinde sahih bir yeterlilik ve derinlik yakalamak bakımından söz konusu konular üzerinde daha ciddi ve yoğun gayretler ve diyaloglar içine girme yükümlülüğümüzü hatırlatıyordu. Oturum başkanı Ali Değirmenci son olarak yaptığı kapanış konuşmasında, Özgür-Der'in düzenlediği bu programdan çıkartılacak dersi çok kısa ve veciz bir şekilde ifade ediyordu:

"Kur'an neslini inşa sorumluluğunda her şeyden önce konuşmamız, gündemleştirmemiz gereken çok şey olduğunu, Kur'ani bir ahlak içinde konuşa konuşa, tartışa tartışa böyle bir bilinci daha ileri, daha güzel, daha anlamlı noktalara doğru götürebileceğimizi ifade edebiliriz."