Günümüzde müslüman toplumlar bozulmuşluğun ve sapkınlığın zirvesindedirler. Bu, çağımızda yeni oluşan bir durum değil, aksine ilk nüvelerini tarihte yakalayabileceğimiz bir gerçekliktir. Bu ifsad olmuşluk neticede İslami hayatı öldürmüş, İslam dışı kültür ve yapıların içimizde kök salıp boy atmasına yol açmıştır. Dolayısıyla İslami değerler zaafa uğramış ve bu değerlerin yerine oluşturulan hayat görüşleri ise İslam kültürünü ve medeniyetini yok etmiştir. Acaba bu yıkılışı meydana getiren iç ve dış saikler nelerdi? Ve yine müslümanlar bu olumsuz durumdan nasıl kurtulacaklardır? İslam dünyasında son yüzyıldaki İslami hareketlerin ne gibi zaafiyetleri vardır? Yine, oluşturulacak İslami hareketler hangi düşüncelere ağırlık verecekler, hangi stratejileri benimseyeceklerdir?
Asaf Hüseyin, "İslami Radikalizmin Ötesi" adlı eserinde İslam dünyasının mevcut durumundan hareketle yukarıdaki sorulara nasıl çözüm bulabileceğimizi cevaplamaya çalışıyor. Sorunları tesbit ve bu sorunlara çözüm bulma konusunda Kur'an eksenli bir yöntemin önerilmesi kitabı daha da önemli kılıyor.
Yazar, eserinin takdim bölümünden, ortaya koyduğu metodolojinin belirli bir topluma has olmadığını ve bu metodolojinin İslam toplumlarının yaşadığı uyanış ve gelişme sorunlarında kullanılabileceğini, dolayısıyla zaman ve mekan unsurlarından bağımsız olduğunu söylemektedir. Daha sonra yazar, bu metodolojiyi bize verecek olan İslam sosyolojisini şu özellikleriyle belirtir: İslam sosyolojisi, müslüman toplumlar üzerinde etkili olan şartları incelediği gibi İslam medeniyetinin yıkılmasına yol açan özellikleri de ortaya koyar. Yine İslam sosyolojisi, İslam ümmetinin nasıl oluşacağını açıklar ve imanın şahsi düzeyde mi, yoksa toplumsal düzeyde mi oluştuğunu irdeler.
Asaf Hüseyin "İslam'da Sosyolojik Düşünüşe Yaklaşımlar" adını verdiği birinci bölümde İslami sosyal bilimi, toplumu, sosyal düzeni ve devleti konu edinen bir bilim olarak tanımlar ve devam eder: Bu bakış açısı hem geçmişteki, hem de günümüzdeki yaklaşımları eleştirirken mevcut yaşamı da sosyal bir realite olarak kavratmaya çalışır.
Bu bölümde ayrıca tarihten günümüze müslüman sosyal bilimcilerin yaklaşımlarına da yer vererek tasnif yoluna gitmektedir. Buna göre, bunlardan bir grup kurulu düzeni İslami delillerle meşru göstermeye çalışırken diğer kesim ise gayri İslami yönetimlerin egemenliğini reddederek otoriteyi İslamileştirmeye çalıştığını söyler. Bunlara örnek Ali Şeriati, İbn Haldun gibi sosyologlardır. Yazar İbn Haldun'un toplum ve devlet hakkındaki değerlendirmelerini evrimci sosyal görüş kategorisine sokarken Ali Şeriati'nin devrimciliğini vurgular. Ali Şeriati'ye göre toplumda tevhid-şirk çatışması vardır. Şirki yok etmek, dünyayı ıslah etmek müslümanların vazifesidir. Bu gayeye giden yol da ümmetten öncü şahsiyetlerden ve kurallardan geçmektedir. Yine Şeriati'ye göre tevhidi liderlik, küfür ve şirke karşı verilen savaşı üstlenmek zorundadır. Bu çatışma kafirlerle olabileceği gibi dinin kendi içinde de olabilir. Asaf Hüseyin'e göre İslam dünyasında müslümanların derdine çare olacak olan yaklaşım devrimci yaklaşımdır. O şöyle devam eder: "Bugün müslümanların radikal yaklaşımlara ihtiyaçları vardır. Radikal yaklaşım bir yandan devrimci olmakla A. Şeriati'nin tanımladığı şirk güçlerini tasfiye ederken bir diğer yandan da müslümanların kafasındaki İslam fikrini geliştirerek ve pekiştirerek, onları aydınlatır. İslami diye bilinen her şeyi yeniden değerlendirmeye tabi tutar. Bu değerlendirmeye İslam düşünürlerinin ihdas ettiği ideolojiler ve felsefelerle, adı İslam olan ibadetler, gelenekler ve kültür de dahildir (s. 36).
Asaf Hüseyin kitabının başından sonuna kadar Kur'an vurgusunu yapmakta ve yine iman ve amel kavramlarının ayrılmazlığını metodolojisinin temeli yaparak bu konudaki eksik değerlendirmelere göndermelerde bulunmaktadır. "Müslüman fundamentalistler muhafazakar bir tavırla geçmiş mezhepleri, hukuk ve ideolojiyi kabul eden, iman ve amele sınırlı manalar yükleyen kimselerdir. İbn Haldun kendisini yalnız tarihle, tarihten alınacak derslerle kayıtlı hissederken Şeriati'nin ufkunu da Şiilik ve Şii imamet teorisi belirlemektedir. Radikal yaklaşım ise insanı bütün bu kayıtlardan kurtararak Kur'an eksenli hür düşünceye sevkeder. Çünkü hiç bir şey Allah ve Rasulü ile insan arasına girmemelidir." (s. 37).
Asaf Hüseyin ikinci bölümde İslam toplumlarının analizinde önemli bir faktör olarak tanımladığı devlet modellerine yer vermektedir. Ona göre İslam tarihi ikiye ayrılır: Hilafet tarihi ve hilafet sonrası. Hilafet sonrası devletleri de üç sınıfta inceler: 1) Sultan Devleti: Muaviye ile atılan bu devlet sistemin temelleri, iktidar ve servet hırsına dayanmaktadır. Sultan otoriter bir şekilde bizzat devletin kendisidir. Bu sistemi üç yapı ayakta tutar: a) Sultan ve hanedanın temsil ettiği mutlak güç. b) Ordu. c) Ulema. Bu arada, cebriyeci görüşün de saltanat zulmünün kurumsallaştırılmasında büyük etkisi olduğunu belirtmek gerekir. 2) Sömürge Devleti: Sultan devletlerin hükümranlığını kaybetmesiyle batılı, sömürgeci devletlerin aleti konumundaki devletlerdir. Bu devlet sisteminde önce laiklik, sonra ekonomik yapıların batılılaşması görülmüştür. Yasal ve eğitimsel yapılar değişim geçirmiş, şeriatın yerini batı bilimi ve eğitimi almıştır. Demokrasi, komünizm ve sosyalizm bu devrede İslam dünyasıyla tanıştırılmıştır. Yine İslam dünyasına misyonerlerin ve oryantalistlerin girmesiyle İslam'a karşı İslam türetilmiştir. Yazar, son olarak Münafık Devlet sistemini incelemekte ve özelliklerini şöyle saymaktadır: "a) Bütün siyasi ve ekonomik güç devlette toplanır, b) Devlete batının ajanı vasfındaki elitler hakimdir, c) Laiktir, d) İç tehditlere karşı büyük güçlerle ittifak kurmaktadır, e) Zorba ve baskıcıdır." (s. 52)
Yazar bu bölümün sonunda İslam tarihinde müslümanların en büyük düşmanlarının devlet olduğunu söyler. Çünkü devlet müslümanları esir almış, hürriyetlerini zincirlemiştir. Sonuçta İslam ülkelerindeki kriz iç sebeplerle başlamış, dış sebepler de ona ivme kazandırmıştır. İç sebeplerin en büyüğü ise zalim devlet sistemleridir.
Kitabın üçüncü bölümünde ise kendini yenileme sorunu yaşayan müslüman toplumlara sunulan modernizasyon, bağımlılık ve İslamizasyon teorilerine değinilmektedir. Bu arada ABD'de hakim güçlerin kontrolü altındaki müslüman akademisyenlerce icat edilen ve laikleşmiş eğitimi İslamileştirmek iddiasındaki İslamizasyon teorisine büyük yer ayrılmaktadır. Ancak bu teorinin sadece münafık devletin statükosunu güçlendirdiği, İslam toplumlarının kendini yenileme sorununa hiç değinmediği vurgulanmaktadır.
Yazar bütün bu teorilerin müslümanların bunalımlarına çare olamadığını belirttikten sonra, kendi çözüm önerilerini sunmaktadır. İmanla amelin ayrılmaz bir bütün olarak değerlendirildiği bu yaklaşıma göre müslümanlar iman ekseni etrafında muhtariyeti hak edecekler, oradan hareketle de İslam devletini İslam kültür ve medeniyetini yaratacaklardır.
Asaf Hüseyin, bu noktadan hareketle İslam ülkelerindeki gelişme krizini beş ayrı alanda tanımlar: İktidar buhranı, devlet buhranı, bilgi sorunu, değerler çıkmazı, adalet buhranı. Buna göre iktidar buhranı hilafetten saltana geçildiğinde başlamıştır. Sultanlar her türlü hükümranlığı kendilerinde toplamışlar ve Allah adına değil de gayri meşru güçlerini korumak için yönetmişlerdir. Oysa İslam devletinde Kur'an akaidi hayata geçirilmelidir. Güce dayalı yönetim biçimlerin de devlet sultanın gücünün bir unsuru durumundadır. Zalim sultan ise üç kurum üzerinde ayakta kalmayı sağlar. Bunlar İslamizasyon olgusu, resmi ulema ve Allah'ın halifesi oldukları düşüncesidir. Son dönem yönetim biçimlerinde ise sömürgeci devletlerin belirleyiciliği hakimdir. Bu yönetimlerde İslam kullanılmakla beraber, devlet laik bir kimliğe sahiptir. Sonuçta bu iktidarlar ve devletler müslüman toplumlarda aşılması güç sorunlar oluşturmuşlardır. İslam toplumlarında bilgi sorunu din ile bilimin ayrılmasından doğmuş ve bilim Allah'ın inkara vasıta kılınmıştır. Oysa İslam'da bilgi cephelere bölünmemiştir ve Kur'ani anlamda bilgi bölünme kabul etmez. Müslüman toplumlardaki dördüncü sorun değerler çıkmazıdır. Laik felsefenin ve Batılı bilimsel teorilerin İslam dünyasına soktuğu değerler arasında çatışmalar meydana gelmiştir. Yine müslüman toplumlar günümüzde sosyal, siyasi, iktisadi ve adalet mekanizmasındaki adaletsizliklerle karşı karşıyadırlar. Bu durum da toplumda bir adalet buhranı oluşturmuştur.
Asaf Hüseyin dördüncü bölümde müslüman bireyin varoluşu ile sosyal ve siyasi gerçeklikler arasındaki bağıntıya değinmekte ve bu durumun olumsuzluğuna dikkat çektikten sonra çıkış yolunu da göstermektedir. Yazar, çağdaş sosyoloji biliminde toplumsal davranışın incelenmesinde ve anlaşılmasında naturalist ve hümanist görüşlere değinir. Ancak İslam toplumunda gelişmenin sosyolojisine temel teşkil eden bilgi kaynakları farklı olduğundan bu görüşler İslami toplumsal gelişmeyi izah edememektedir.
Bir müslümanın varoluşuna etki eden sosyal gerçeklerler, doğduğu zaman müslüman toplumda onu bekleyen yapılar ve kültürdür. Bugün İslam ülkelerinde İslami yapılar ve İslami kültürler yoktur. Daha da önemlisi İslam, gerçek İslam değildir. Yine bireyin hayatını çevreleyen sosyal gerçeklik siyasi şartların belirlediği bir gerçekliktir. O yüzden varoluşun hayat dinamiği içinde sosyal yaşayışa yön veren güçlerle İslami sosyal gerçeklikler vücut buluncaya kadar mücadele edilmelidir. Asaf Hüseyin bu noktada sebilullah kavramına dikkat çekmekte ve bunun anlamını yeryüzünü fesada boğan bozgunculara karşı İslami hürriyeti oluşturmak amacıyla mücadele eden müslümanların yolu olarak tanımlamaktadır.
Yazar daha sonra bu sosyal ve siyasi gerçekliklerin müslümanlara körükörüne kabul etmeleri için hazır bilgiler sunduğunu kaydeder. Bu sosyal siyasi gerçeklikler arasında ana-babalar, camiler, cemaatler, dost ve meslek grupları, laik eğitim kurumları, örf ve adetler, bilim, devlet gibi kurumları sayar. Ona göre müslüman için her türlü bilginin kaynağı Kur'an olmalıdır. Kur'an'daki bilgi prensiplerinden hareketle gayp aleminin ve gözle görünen alemin tanınması sonucu İslami bilgi oluşacaktır. Yazar İslami sosyal bilimin oluşmasında sünnetin de fonksiyonuna değindikten sonra Kur'an'ın nasıl anlaşılması gerektiği konusunda önemli yaklaşımlarda bulunur. Kur'an'ın bir kitap olarak değil, bir yapı/kurum olarak anlaşılması gerektiğini söyledikten sonra Kur'an tefsirlerine de değinir. Bu anlamda Kur'an tefsirleri müslümanların Kur'an'la buluşmasına değil, Kur'an'la buluşmalarının gecikmesine yol açmaktadırlar. Oysa müslümanın Kur'an'ın bilgisi kendi anladığı bilgi olmalı ve bu bilgi yaşamla manalandırılmalıdır. A. Hüseyin daha sonra şöyle devam eder: "İmanın amele dökülüşü kişide Kur'an'ın kültürel bir yapı olarak algılanmaya başladığının ilk işaretidir. Vahy bağlamında Kur'an kalplere iyice işlemiş ise müslümanları Allah için yaşayacak, Allah için ölecek kullar haline getirecektir. Kültürü içe sinmeden yapı olarak Kur'an'ın bir anlamı olmayacaktır." (s. 125)
Asaf Hüseyin 5. bölümde İslam toplumunda dengenin olmadığını belirtmekte ve bu dengenin Kur'an'ı temel alan "vasat ümmet" tarafından nasıl sağlanabileceğini açıklamaya çalışmaktadır. "İslam Sosyolojisi'nin ana ilkesi kişinin imanının yegane ve en esaslı ifade yolunun o kişinin yaptığı işler, o kişinin hareketlen olduğudur. Yani iman ile amel birbirleri ile bağımlıdır. Bunlar İslami gelişmenin yatay ve dikey bileşenlerini oluştururlar. İmanını amelle belgelemek her müslümanın görevidir. Bu iş, dinin direği adı altında bazı kulluk görevlerine sarılarak dini ayinselleştirmekle olmaz, ümmet kurmaya götüren adımları atmakla olur. İslam'da değişimin vasıtası insandır. Birey ancak mikro düzeyde yararlıdır. Makro düzeyde grup değişimin unsurudur ve İslam sosyolojisinde bu grup ümmettir. Ümmet her müslümanın kuruluşuna yardımcı olmak ve katılmak zorunda olduğu kemiyettir, ki onunla İslam topluluğu değişime uğrayacak, onunla toplumsal denge kurulacaktır. İslam toplumuna bu dinin emri ortaya yolu izlemesidir. Ancak uluslararası dengenin ipleri müslümanların elinde olmadığı sürece orta yolu tutturmak zordur. Uluslararası dengeyi bugün denetimleri altında bulunduranlar İslam toplumlarını İslam'dan uzaklaştırmak isteyen gayri İslami ve İslam karşıtı devletlerdir. Bu oyunda baş aşağı gelenler müslüman toplumladır. Kendisini cihada hazır bir tarzda örgütleyerek ümmet bu dengesizliği gidermek zorundadır. Bu ümmet sadece diyalog geliştirmekte, sürdürmekte ve diplomaside değil gerektiğinde silahlı mücadelede mahir olması gerekir." (s. 160-161).
Kitabın altıncı bölümünde ise İslami bir toplum oluşturmanın zorunluluğu, bu İslami toplumu ümmetin oluşturacağı ve bu ümmetin de İslam devletini kurması gerektiği gibi düşüncelere açılım kazandırılmaktadır. İslam tarihinde müslüman toplumların gelişimi devlet tarafından devamlı engellenmiştir. Sultanlar toplumda müslümanların menfaatine olan sosyo-politik değişimleri değil, sadece kendi menfaatlerine hizmet edecek değişimleri desteklemişler ya da başlatmışlardır. Günümüzün münafık devletleri bundan farklı değillerdir. Hatta bu iktidarlar ulus devlet özelliğinde olduklarından müslümanların hem ulusal düzeyde ümmeti hem de uluslararası düzeyde ümmeti oluşturmaları gerekmektedir. Ulusal düzeydeki ümmet, münafık devletle mücadelede müslümanların dayanışmasında temel etkendir. Uluslararası düzeyde ümmet ise her toplum kendi mücadelesini yürütürken diğer müslüman toplumlarla bağlantı halinde olabilmektir. Bu ümmet mücadelesi sonunda kurulacak devlet, müslümanlara hürriyet sağlayacak, İslam kültürünü oluşturacak, İslami gelişmenin önünü tıkayan sorunları ortadan kaldıracak, müslümanlara İslami eğitim verecek, onların güvenliğini sağlayacak bir devlettir. Asaf Hüseyin ideal İslam devletini bu şekilde tanımladıktan sonra İslami mücadelenin Hz. Peygamber'le olan ilişkisini de bu şekilde ifade eder: "Müslümanların Peygamber modelinden alacakları iki ders vardır. Birincisi Peygamber'in Kur'an'la tanışıklığı, buluşması, Kur'an'la dostluğudur. Diğeri ise Peygamber'in amel stratejisidir. Bu iki amil birbiriyle alakalıdır. Zira o iki tanışma amelle sonuçlanan varoluşsal bir deneyim olmuştur." (s. 168). Asaf Hüseyin devamlı şu önemli noktayı da belirtir: "Peygamberin Kur'an'la buluşmasının bir esaslı cephesi daha vardır. Amel arenasında bu hadise hemen tarihi değiştirecek bir stratejinin doğumuna yol açmıştır." (s. 170). "Peygamber ve ümmeti İslam öncesi Arap sosyal gerçekliklerinin imanı engellediğini ve İslami hayat mecralarını tıkadığını gördüler. Bu durum Peygamber'in İslami otonomi paralelinde pagan Mekke yönetimine başkaldırmasına yol açtı." (s. 171)
Asaf Hüseyin yedinci bölümde İslam kültürü, bu kültürle doğrudan alakalı İslami eğitim ayrıca İslam toplumunu diriltecek faktörlere yer vermektedir. Toplumsal ve dinamik bir din olan İslam ilk yıllarında topluma değerlerini vermiş ve kültürünü de oluşturma yoluna gitmiştir. Günümüzde ise bu kültür eksikli, gedikli olduğundan laik, batılı değerler kendilerine has kültürü ve yapılarını da oluşturarak İslam kültürünü tahrip etmişlerdir. Asaf Hüseyin bu tesbiti yaptıktan sonra, müslümanları kuşatmış durumdaki laik ya da İslamcı yapılar ve kültürler değişmediği müddetçe müslümanların hür olamayacağını söylemektedir. O, daha sonra İslam kültürüne yönelik iç ve dış, iki farklı tehditten bahseder. Dış tehdit, Batılı sömürgecilerin İslam diyarlarındaki sömürgeci durumlarını devam ettirebilmek amacıyla sosyo-politik ve ekonomik stratejilerle "İslam kültürüne yönelik iç tehdit İslam kültürünün kendi içinden gelmiştir. Dahili tehdit unsurları yaptıkları tefsirler ve İslam'ı ilmihale indirgemeleri ile bu dini rotasından çıkarmaktadırlar. İslam'ı bu şekilde bazı şekil ibadetlerden ibaret diye anlamak sonucunda bu toplumlar dış tehditlere karşı zaaf içine düşmüşlerdir. Ve esasen İslam'ın dahilden sabote edilmesi hariçten sabote edilmesinden daha şiddetlidir." (s. 188-189).
A. Hüseyin daha sonra müslümanların Kur'an'la olan birlikteliklerinin İslami eğitim kurumları vasıtasıyla temellendirilmesi gerektiğini söyler. Bu noktada ise İslam dünyasında kültürel değişimi sağlayacak İslami eğitimi tanımlamaya çalışır. Ancak ortaya koyduğu prensiplerin genel prensipler olması, bu prensiplerin mevcut sosyal ve siyasi gerçekliğimizde hangi hallere tekabül ettiği konusunda bizim kafa yormamız gerekli kılmaktadır. Ona göre İslami eğitim Kur'an'a dayalı olarak İslam'ın kültürel değerlerini zihinlere nakşeder. Dinamik bir şekilde halka ulaşmada her yolu dener. Bu arada münafık devlette sistemi meşrulaştırmaya çalışan ulemadan da uzak durur.
Yazar bu bölümün devamında İslam toplumunu yeniden canlandırabilecek faktörlere değinir. Bu anlamda İslam'ın çağdaşlaşmaya, yeniliğe karşı olmadığını ancak ideolojisine ters düşen Batılılaşmaya ve laikleşmeye karşı olduğunu söyler. Yine İslam'da eyleme akseden ilim her zaman teşvik edilmiştir. Günümüzde İslam medeniyetinin doğabilmesi İçin İslam kaynaklarından üretilmiş bilgilere ihtiyaç vardır. Ona göre "Bugün bilgi güç addedilmekte ve İslam kaynaklarından üretilmiş bilgilerle ortaya çıkmadığı sürece bir İslam medeniyetinin, doğabileceğini düşünmek yanlıştır. Hiç bir İslam toplumu/devleti gerek siyasi, gerek bilimsel bilgide günün bilgisinin üstüne çıkmadıkça dünyanın kaderini belirleyen güç dengelerine tesir edemez." (s. 203). Yazar, İslam toplumunun oluşumunda 'vahdet'in önemini vurgulayarak, bu birliğin müslümanlar arasında dayanışmayı sağlaması gerektiğini söylemektedir. Çünkü müslümanların değişmez iman unsurları olan Allah'a, son peygamber Hz. Muhammed'e ve Kur'an'a iman herkesin zaten birleştiği konulardır. Yazar'a göre bu üç unsurun dışındaki konular bunların içerisinde değerlendirilmelidir. Asaf Hüseyin günümüz toplumlarında siyasi ve iktisadi haksızlıkların ancak adalet kavramının diriltilmesiyle mümkün olacağını söylemektedir: "Sosyal adalet, müslüman kitlelerin kültürüne derinden ekilmelidir ve müslümanlar çifte standartlılığa asla müsamaha etmemelidirler. Siyasi İslami direniş ahlakı, kitlelere siyasi bilinç aşılarken her türlü adaletsizliğe karşı İslam nizamını vaad eder. Müslümanda despotluğa karşı başkaldırı, bir içgüdü olmalıdır. İslam toplumlarında köklü değişim ancak adaletin müslümanların alamet-i farikası olmaya başlamasıyla mümkündür." (s. 215).
Kitabın sekizinci bölümünde yazar, İslami düşünce tarihi ile ilgili ilginç tesbitlerde bulunmaktadır. Buna göre, İslam'ın bilgi kültürü sultanlıkların himayesine dayalı olması yüzünden hiç bir zaman bağımsız bir şekilde kurumsallaşamamıştır. İslam ülkelerindeki sömürgecilik yüzünden de Batılı ideolojiler ve teknolojiler İslam kültürüne sızmıştır. Bugün müslümanlar medeniyetsiz hayata mahkumdurlar. Oysa Kur'an taklidi yermekte, yaratıcı zekaya sahip olmayı emretmektedir. Asaf Hüseyin daha sonra İslam medeniyetinin oluşmasında aile, cami ve medrese kurumlarının işlevlerini anlatır. Günümüzde bu kurumlar yozlaşmış, hakim dikta güçlerin elinde gerçek anlamlarından saptırılmışlardır. Oysa bu kurumlar insanlara Kur'an'ın tanıtıldığı ve iman-amel formülasyonunun öğretildiği yerler olmak zorundadırlar. Ancak günümüz sosyal ve siyasi şartlarında bu kurumlar nasıl gerçek anlamlarına kavuşacaklardır? Bu, meselenin üzerinde düşünülmesi gereken bir yönüdür. Yazar, daha sonra da İslam medeniyetinin oluşumunda değişim ve dönüşümün meydana gelmesinde içtihadın önemli ve mutlak gerekliliğini vurgular. Bu sayede İslam gelişme ile, zaman ile, modernizm ile, modernizm sonrası ile baş edebilecektir. Ne var ki Asaf Hüseyin bu konuya çok genel olarak değinmekte ve bu konuda "kimler, hangi şartlarla, nasıl içtihad edebileceklerdir?" soruları tam olarak cevaplanamamaktadır.
Yazar dokuzuncu bölümde, tarihten itibaren oluşturulan İslami ideolojileri tasnif eder. Ona göre dışarıdan gelip Kur'an'a onaylatılan bilgiler bu değişik İslami yaklaşımları doğurmuştur. Bu ideolojilerden birisi oryantalist İslam'dır ki, sömürüye ve emperyalizme hizmet amacıyla oryantalistlerin ve Orta Doğu uzmanlarının oluşturduğu İslam'dır. Materyalist İslam ise varlıklı müslüman aristokratların temsil ettiği İslam'dır. Hizipçi İslam (Ulema İslami) halk ile zalim sultanlar arasında köprü vazifesi gören ücretli alimler sınıfının temsil ettiği ideolojidir. Modernist İslam Batılı fikirlerin, düşünce biçimlerinin destekçisi, dört mezhep anlayışına tepki gösteren modernistlerin temsil ettiği anlayıştır. İdealist İslam, hükümdarın her buyruğuna boyun eğen, kaderci, İslam'ı beş şarta indirgeyen toplumsal meselelerden özellikle kaçınan kitlelerin İslam'ıdır. Fundamentalist İslam ise, işin sadece siyasi yönüyle ilgilenen fakat bunun yanında bir çok tarihi, mezhebi, fıkhi bağdan kurtulamayanların temsil ettiği anlayıştır. Fundamentalistler kavram kargaşası içindedirler ve Allah-Rasul-Kur'an gibi temel konularda bile bu karmaşa devam etmektedir. Yine bu kesimin politize olmaları imanlarından kaynaklanan bir olay değil siyasi şartların belirleyiciliğinde oluşmuş bir durumdur.
Asaf Hüseyin sonuçta müslümanların, bütün bu yaklaşımların ötesinde Kur'an'la buluşarak imanla amelin sosyolojisini yapmaları gerektiğini söylemektedir. Müslümanlar bütün İslami ideolojileri, düşünceleri mezhepleri ve meşrepleri vahiy bağlamında sorgulamak zorundadırlar. Bu sorgulama sonuçta sosyal ve siyasi sapkınlıklara ve ifsada karşı bir mücadele kültürü doğurmalıdır. Bu mücadele sürecinde hürriyet, adalet ve eşitlik kavramları ise özel bir öneme sahiptirler.
Yazar onuncu bölümde ise kitabın başından beri ele aldığı yaklaşımları özetlemektedir.
Asaf Hüseyin, kitabında İslam toplumunun yaşadığı krizleri tesbite çalışmış ve çözüm üzerinde bulunmuştur. Ancak konunun genişliği ve bazı kavramların gündemimize yeni yeni girmeye başlaması dolayısıyla kitabın sahifeleri konuyu ifadede yeterli olamamıştır.
Kitabın İngilizce'den çevirisini gerçekleştiren Selahattin Ayaz'ın dil kullanımı gerçekten güzel. Ancak kitapta geçen ayetlerin ve bazı kavramların meallerini de İngilizce'den Türkçe'ye çevirmiş olacak ki bazı önemli yanlışlar oluşmuş. Ayrıca kitapta bazı ifadelerden sonra sık sık ünlem işareti kullanılması kitabın ciddiyetiyle bağdaşmıyor. Bu ünlemlere ve noktalama şekli ancak sohbet aktarımlarında kullanılabilir.
Yazar kitapta kullandığı hadislerin kaynaklarını belirtmemiş, ama bunlar mealen genellikle Kur'an nasslarıyla çelişmiyor. Ancak böyle de olsa senet açısından tutarlılığı olmayan bazı hadislerin referans gösterilmesini doğru bulmuyoruz.
Türkiye müslümanlarının değişik yöntem tartışmaları yaptığı bir dönemde, Yöneliş Yayınları'nın tartışma konularına tekabül eden böyle bir kitabı canlı bir kapakla Türkçeye kazandırması önemli bir çaba.