Hayat serüvenimizi sorumluluk düzeyinde değerlendirme yaşı, hayatın amacını derinlikli veya yüzeysel olarak düşünmeye başladığımız olgunluk/mükellefiyet yaşına adım atmamızla başlar. En güzel şekilde yaratılan1 insanı diğer yaratılmışlardan farklı kılan husus da doğasında var olan “takva” ile “fucr” (iyiliğe ve kötülüğe meyletme) özelliği2 içinde doğru ile yanlış arasında seçimde bulunması, rüşt/olgunluk yaşına3 geldiğinde de hayat sınavına4 adım atmasıdır.
Bir insan, çocukluğundan itibaren doğal olarak kat ettiği temyiz ve buluğ çağından sonra düşünsel ve amelî alanların tümünde sorumlu bir birey olarak hayata adım atar. Hayatın gelinen bu aşamasında sorumluluk ya da “mükellefiyet yaşı” başlar. Gayb alanından sosyal, ekonomik, kültürel ve siyasal ilişkiler alanına kadar mükellef olan insan, tercihleri dolayısıyla sorumlu ve iradeli bir varlık haline gelir. Bütün insan ve toplum ilişkilerinde hayatın ve ilişkilerin ölçüsünü çözümleme; adil, dengeli ve sürdürülebilir bir sosyal örneklik gösterebilme açısından mükellef insanların olgunluk niteliğini hangi yaşta yakalayabilecekleri konusunda Müslüman mütefekkirler farklı yaklaşımlar göstermişlerdir. İmam Ebu Hanife vahyin muhatapları ve taşıyıcıları ile ilgili bilgilere dayanarak genel bir değerlendirme yapıp mükellefiyet konusunda olgunluk yaşını 25 sayısıyla belirtirken, İmam Şafii gibi araştırmacılar Kur’an’da zikredilen insanın “olgunluk yaşına erişip kırk yaşına geldiği”5 bildirimine dayanarak bu yaşı 40 yaşına kadar uzatmışlardır.
Mükellefiyet yaşı hayatın ve hayatla ilgili (insanın yaratıcısıyla, nefsiyle, diğer nefislerle ve doğa ile) ilişkilerin ölçüsünü kavramak açısından sorumluluk yükleyen bir yaştır ve bu sürece buluğ çağından itibaren adım atılır. Ama mükellefiyette olgunlaşmanın 25 yaşında mı 40 yaşında mı oluşacağı tartışması sorumluluk açısından değil; tebliğ, temsil ve istişareye yeterlilik açısından değerlendirilmelidir ki vahyin ileticileri ve şahitleri olan rasulleri örnek olarak bu bağlamda ele alabiliriz. Rabbimiz insanı yaratmış, onu kendi yüceliğini kavrama-tasdik etme fıtratıyla donatmış,6 ona isimleri öğretmiş, akletme kapasitesi vermiş, iyi ile kötü arasında tercih etme özgürlüğü bahşetmiş ve doğru yolun ne olduğunu anlaması açısından da insanı başıboş bırakmamış, elçileri vasıtasıyla da hayat yolunun istikametini gösterecek “vahyî bildirimler”de bulunmuştur.
Allah’ın son rasulü olan Hz. Muhammed (s)’in, Kur’an vahyinin anlaşılması ve yaşanması konusunda en güzel örnek (usvetu’n hasene)7 olarak şehitlik/şahitlik görevini üstlendiğini yine Kur’an’daki hitabıyla bize Yüce Rabbimiz bildirmektedir. Kur’an tüm mükellef insanlara hitap ederken onların da doğalarındaki/fıtratlarındaki düzene göre uyumlu davranmalarını, vahyî doğru ve ölçülere şahitlik yapmalarını ister. Allah, vahye iman edip hakka şahitlik yapan ve istişari temelde yapılanan Kur’an nüvelerini şüheda/şehitler olarak vasfeder8 ve bizler için böylesi bir tanıklığı öngörür.9
Biz Müslümanlar için mutlak kurtuluş ve mutluluğun yolu bu dünyadan geçmektedir. Şura Suresinde de belirtildiği gibi “Ahiret ekini bu dünyada dikilir.”10 Yani ahiretin tarlası dünyadır. Dünya arazisinde takip edeceğimiz kılavuz ise insanlığı karanlıktan aydınlığa ulaştırmak için gönderilmiş olan Kur’an’dır.
Eğer bu dünyada tesadüfen yaratılmadıysak veya Firavun gibi veya benmerkezciliğin son felsefi açılımlarından olan varoluşçular/egzistansiyalistler gibi rablik taslamıyor ve insanın sınırlı aklı ve kapasitesiyle ürettiği pozitif ilimleri mutlaklaştırmıyorsak; o zaman bizi yaratan ve tabiat kanunlarını/adetullahı gerçekleştiren Rabbimizin bilgisine muhtacız demektir. Çünkü O, yarattığını ve fıtratımızı en iyi bilendir. Rabbimizin bilgisi ise vahiydir.
Tek bir “nefis”ten yaratılıp ondan da erkekler ve kadınlar olarak çoğalan insanoğlunun11 isimlere ad verme imkânına kavuşan12 ve Allah’tan kelimeler alan ilk temsilcisi Hz. Âdem13 idi. Kelami bazda diyebiliriz ki Âdem (a) ile beraber insanlaşma süreci başlamıştır. İtikadında ve amelinde vahyî ölçülerle ölçülenmiş ilk insan öbeği, öncelikle vahdet içindeydi. Hem fıtratlarıyla barışık yaşamaya, hem vahyî ölçülere uymaya çabalıyorlardı. Dolayısıyla kendi aralarında ayrılığa düşmeden önce insanlar tek bir ümmet idi.14
Belirtmeliyiz ki her türlü düşünce insan gerçeğini ele almakla başlar. İnsan gerçeği ile ilgili tespitler, onun tabiatını uygun olduğu sürece de geçerlilik kazanır.
“Yaratan yarattığını bilmez mi?”15 diyor Rabbimiz. Elbette insanı en doğru olarak tanımlayacak olan Allah’tır. Rabbimiz insanın yaratılış sayfalarını ve fıtri özelliklerini birçok ayeti kerime ile anlatmıştır. Yine izlerini Kur’an-ı Kerim’den yakalayabileceğimiz, insanın “zorunlu ihtiyaçlar”ı ve “temel eğilimler”i veya “güdüler”inin var olduğunu biliyoruz. İnsanın güdülerinin fonksiyonu ve kaç tane olduğu psikolojide tartışılmıştır.
İnsanın zorunlu ve temel ihtiyaçlarını Takiyyuddin Nebhani, “Tefkir” adlı eserinde oldukça güzel bir tasnife tabi tutmuştur. Bu tasnife göre fizikî bir varlık olarak insanın yemek, içmek ve uyumak gibi zorunlu ihtiyaçları vardır. Bu ihtiyaçlar doyurulmadığı takdirde insan ölmektedir. Bu ihtiyaçların uyarıcıları da dıştan değil iç bünyeden gelmektedir.
Temel eğilimleri ise Nebhani üç başlık altında toplamıştır: 1. Sahip olma veya beka içgüdüsü. 2. Cins veya nevi içgüdüsü. Bu fıtri eğilim insanın devamlı var olma isteğinden doğan neslini devam ettirme arzusudur. Tezahürleri sevgi, saygı veya cinsellik eğilimi olarak belirginleşir. 3. Tapınma veya dindarlık içgüdüsü.16 Tapınma veya takdis içgüdüsü, insanın tabiatındaki sınırlılığın sonucu olarak kendini aciz ve eksik hissetmesi, kendinden daha güçlü gördüğü varlık veya varlıklar karşısında onlara kutsiyet izafe etmesidir.
Bünyemizde bulunan temel ihtiyaçların uyarıcıları ise dışarıdandır. Bu ihtiyaçlar karşılanmadığı zaman insan ölmez ama bunalıma düşer.
Bu vakıa insanlığın başlangıcından bu yana değişmemiştir. Çünkü Kur’an’da insanla ilgili anlatım evrenseldir. “Allah’ın yaratması değiştirilemez.”17
20. yüzyılın başlarında kimliksel evrimi önceleyen antropolojik okumalara karşı, Hindistanlı mücadele ve fikir adamı Mevlana Ebu’l Kelam Azad, ilk insan hayatıyla ilgili gaybi boyutu aydınlatan Rabbimizin ayetlerine yaslanarak antropolojik söylemin ezberini bozmuştur. Buna göre Azad, “Fatiha Tefsiri” adlı çalışmasında, antropolojiyi insanlığın kimliksel ilerlemesini ve doğal gelişiminin evrimle devam ettiği iddiasını okuma aracı olarak değil, fıtri ve dolayısıyla vahyî özden kopma, bütünlükten ve adaletten çözülme biçiminin irdelenmesi şeklinde değerlendirmiştir.18 Bu vahiy merkezli yaklaşıma göre insanın fıtratı, ilk var oluş aşamasından bugüne kadar hiç değişmemiştir.19 Değişen veya gelişen beşerî bilgi birikimi, zaman ve mekân şartlarıyla kayıtlı kültürler veya medeniyetlerdi. İnsanlık tarihinin kimlik mücadelesi yapısal bir tekâmülü değil, vahiyden ve fıtri ölçülerden bir yabancılaşmayı ve bu yabancılaşmaya karşı da tekrar asla dönme çabası içindeki mücadeleleri ifade etmektedir. İnsan, fıtratı ile, tabiatın kanuniyeti (kader/adetullah) ile ve vahiy ile barışık yaşadığı sürece yaratılış amacıyla bütünleşen bir mutluluğa ulaşabilir; böylece hayatı imar edip anlamlandırabilir ve bu gayreti nedeniyle de ölüm sonrası hayatını kazanabilir.
Hz. Âdem’in iki oğlu kıssasından öğrendiğimiz gibi kardeşler arası farklılaşma da ilk insan ümmeti arasındaki farklılaşma da zorunlu ve temel ihtiyaçların giderilmesinde fıtri ve vahyî ölçüleri savunmaya çalışanlar ile tuğyan içindeki kayıtsız özgürlük (emancipation) veya Firavun gibi benmerkezci (egosantrist) bir ululanma iradesi ve eylemliliği sergileyenlerin fikrî ve fiilî çatışmasıyla ortaya çıkmıştır. Bu ayrışma “ezen ezilen ikilemi”nden önce, “değer farklılaşması”na göre şekillenmiştir.
Fıtri özelliklerinden ve vahyî adaletten uzaklaşan insanların önceden tek ümmet olduğunu hatırlatan Rabbimiz, elçilerini müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdiğini, ihtilafa düştükleri hususlarda da aralarında vahiy ile hüküm vermeleri için kitabı indirdiğini belirtmektedir.20 Ayrıca bizleri bir erkek ve bir dişiden yaratan Rabbimiz, kevnî ayetleri olarak da dillerimizi ve renklerimizi farklılaştırmış,21 tanışmamız ve hayatı ilahi ölçülere göre renklendirmemiz için bizleri kabilelere (kabail) ve halklara (şu’b) ayırmış; ama üstünlüğün “takva”da olduğunu da belirtmiştir.22
Akıl ve Takva
Bize milyarlarca ışık hızı ötesinden kuant gönderen veya sinyal yollayan yıldızlar var. İnsan idrakine sığmayacak kadar büyük olan bu âlemde 5-10-15 milyar yıllık ışık hızı uzaklığı düşünüldüğünde, ufacık, toplu iğne başı kadar olmayan bu yer kürede, o toplu iğne başından çok daha ufak Türkiye’de, daha ufağı, İstanbul’da veya bir başka beldede, şu minnacık aklımızla, bu mekanizmanın yasalarını kendi başımıza çözeceğimizi iddia edersek, büyük bir ütopya içinde kendimizi aldatıyoruz demektir. Bizi kuşatan âlemin muazzamlığını ve muazzam düzenini düşününce, evren karşısında, koskoca bir file meydan okumaya kalkan ufacık bir solucanın imkânına bile sahip olmadığımızı anlarız.
En değerli biyolojik varlığımız olan aklımız, yaratıldığımız imkânlarla sınırlıdır. Ve bizi yaratıp fıtratımızı en iyi bilen Rabbu’l Âlemin, bizi takva ve fucur, iyi ile kötü arasında seçim yapabilme özgürlüğü ve imkânlarıyla donatmıştır.
Mutlak “ilim”, evreni ve tabiatımızı yaratan Allah’tan iletilen vahyî bilgilerdir. Ancak Rabbimiz hayat yolumuzu tayin ve çözümleyebilmemiz için bizlere, hem Kur’an ayetlerini hem evrendeki ayetleri okuyup kavrayabilelim diye “akıl nimeti”ni vermiştir. Aklını kullanmayan insanların ve toplumların dengeyi ve adaleti yakalayabilmeleri mümkün değildir. Doğruyu ve adaleti yakalayabilmemiz için Rabbimiz Kur’an-ı Kerim’inde 49 yerde akıl kelimesinden bahsetmiştir ve hepsini de isim olarak değil, keyfiyet sorumluluğunu hatırlatmak için fiil olarak kullanmıştır. Akıl kelimesini devamlı olarak “eylemlilik” şeklinde kullanan Kur’an ayetleri, sürekli olarak aklı kullanmanın ve doğru düşünmenin, yani “akletme”nin önemine dikkat çekmişlerdir.23 Ama doğru sonuca varmak için de Rabbimizin sınır ve istikametini gösterdiği şekilde akletmek gerekmektedir.24 Rabbimiz mutlak ilimden uzak duran veya statüleri uğruna onu aklettikleri halde bile bile tahrif etmeye kalkışan,25 ona karşı duygularını bütün bütüne körelten26 müşrik ve kâfirler için “Yaratılmışların en şerlisi, akletmeyen sağırlar ve dilsizlerdir.”27 demektedir. Bize de düşen “İçimizdeki beyinsizler (süfehâ/sefihler) yüzünden bizi helak eder misin Rabbimiz?”28 diyerek aklını kullanmayan “sefihler”den kimliksel olarak ve gücümüz yettiği oranda da mekânsal bir ayrışma içinde olmamızdır.
Bu bağlamda Hz. Muhammed’den gelen şu rivayet, sorumluluk anlamında aklı kullanma keyfiyeti ile ilgili yaklaşımları tasniflemede güzel bir örnektir: “Akıllı kimse, nefsini kontrol altına alıp ölümden sonraki hayat için hazırlık yapan, aciz insan da nefsinin hevâsına (istek ve tutkularına) uyup da Allah’tan (olmayacak şeyleri) temenni eden kimsedir.”29
Akletmek keyfiyeti, insanın kendine saygısı ve yaratılış amacına uygun olanı arama iradesidir. Kişinin çevresinden veya nefsinden kaynaklanan fıtrat ve hakikat dışı anlayış ve davranışlardan arınabilmesi için, öncelikle evrendeki yaratılış amacının arayışında ve farkındalığında olması gerekir. Kendisine inzal olan vahyî kalkıp uyararak insanların gündemine sokan Rasulullah’ın ilk daveti, fıtri aidiyet olarak taşıdığımız Yaratıcımızı büyükleme kapasitemizi açığa çıkartma uyarısı olmuştur. Hemen sonra da elbisemizi (siyâb) yani kimliğimizi temizleme ve her türlü kirlilikten (rucz) hicret etmek çağrısını beyan etmiştir.30 İlim ile bilgilenme ve arınma eğitiminden31 sonra da kavranılan ilmî hakikatlerin insanlara aktarımında toplu şahitlik (şüheda)32 ve “basiret”li bir şekilde tebliğ etmek33 yükümlülüğü ön plana çıkmıştır.
Kur’an vahyi ile sözlük anlamı zenginleştirilen “takva” kelimesi sorumluluk ve korunma anlamında “ittika” kelimesiyle34 yakın anlamlarda kullanılır. Takva kavramı, Kur’an’da korkunun değişik boyutlarını ifade eden “havf, haşyet, rehbet, vecel, hazer” gibi kelimelerle irtibatı olsa da asıl olarak, insanın sınırlılığı ve acizliğinin bilinci içinde sorumlu davranmasını, iyiliği yaygınlaştırma ve kötülükten sakınma keyfiyetiyle ilgili tutumu ifade eder. Takva Allah’a kulluk ve vahye itaat bilincidir. Takva hali vahyî bilinç halidir ki bu hal üzerinde olan bir Müslümanı “…dünya hayatı aldanışa sürükleyemeyeceği gibi, aldatıcılar da onları Allah ile aldatamaz.”35 Çünkü takva sahibi olanların velisi Allah’tır.36 Takva erdemini kuşananlar, İslami duyarlılığını veya aidiyet talebini, vahyî bilgi ve bilinç düzeyine yükseltip tavırlaştırabilen müminlerdir. Akledilmemiş bilgisiz amel, takvayı ifade etmeyeceği gibi, amelsiz bilgi de imanı oluşturamaz.37“Bilgi, amel, inanç” bütünlüğü, yani “birr”38 bu nedenle temel bir yükümlülük olarak algılanmalıdır.
O halde bize verilen akletme nimetini fıtratımıza ve vahyî ölçülere uygun olarak takva üzere kullandığımızda sulh, mutluluk ve huzur içinde yaşayacağız demektir. Ne zaman ki fıtratımızı bozmaya yönelir, vahyî ölçüleri arka plana atmaya, hevâ ve hevesimizi ilah edinmeye başlarsak, yani takvayı kaybedersek, o zaman da istikametten kopuş ve yabancılaşma başlıyor. Yabancılaşma temelde vahiy ve fıtrattan kopmadır, kimlik erozyonudur. Yabancılaşmak “birr”i (iyiliği) bırakıp topukları üzerinde geriye dönmektir; yani elbisenin/kimliğin kirlenmesidir.39
Bilinç - Sapma - İnkılâp (İfsad ve Islah)
Rabbimiz, Rasululah’a indirilen ve önceki vahyî bildirimleri de tasdik edici olan kitaba mirasçı olanların var olduğunu bildirmektedir. Onlardan “…İçlerinden öz nefsine zulmeden vardır. Orta yolda gideni vardır. Allah'ın izniyle hayırlarda öne geçeni vardır.” İşte büyük lütuf odur.40
Rabbimiz bir toplum (kavim) iyi gidişini değiştirinceye kadar, ona “nimet” olarak bağışladığını değiştirici olmadığını belirtmektedir.41 Nimet kavramının olumlu bağlamını düşündüğümüzde, söz konusu değişim bir olumsuzluk, bir yabancılaşma halidir.42 Bu halin genel bir yasa (sünnetullah) olduğunu “Eğer onlar Tevrat'ı, İncil'i ve kendilerine Rablerinden indirileni uygulasalardı üstlerinden ve ayaklarının altından (nimetler) yerlerdi. İçlerinde orta yolu tutturan bir topluluk var. Ama çoğunun yapmakta oldukları işler pek kötüdür.”43 ayetinden de anlayabiliriz.
Rasul ve Rasul’le beraber olanların tanıklık yaptığı ve “Medine Modeli” denilen Kur’ani hitabın toplumsallık kazandığı ilk örnek uygulama sayesinde, insan ve ümmet fıtratı ile vahyî ölçüler birbiriyle bütünleşmiştir. “Medine Modeli”nde sosyal hayattaki, nefislerdeki ve zihinlerdeki cahiliye aşılmış ve cahilî tutumlar geride bırakılarak mutmain olunan bir sosyal düzey yakalanmıştı. Ama Hz. Muhammed’in irtihalinden sonra da Müslümanların “takva”da sabit olmakla ilgili veya “fucr” ve “tuğyan” karşısındaki imtihanları devam etmiştir. Cahiliye sadece ithal edilen bir sapma hali veya dışarıdan şeytani telkinler değildi; bilinçlerde vahye bağlılık azim ve kararlılığı zaafa uğradığında nefislerde de üreyebilen bir müstağnileşme veya şeytani iç eğilimler haliydi.
Hz. Muhammed’den sonra da iktidar hırsı, çekememezlik, felsefi vesvese, şeytani eğilimlere temayül ile nefsini ilahlaştıranlar, temel aidiyetlerini kendi aralarında parça parça böldüler ve her grup, kendinde bulunan ile sevinip böbürlenmeye44 başladı. Oysa Rabbimiz dini doğru tutmayı ve tefrikaya düşmemeyi öğütlemişti.45 Ama zaman içinde ihtilafa ve çekişmeye düşen, haddi aşan Müslümanların rüzgarı (rîhukum) kesildi,46 siyasi yönetim düzeyinde başlayan bozulma süreç içinde eğitim mekanizmasında yaşanan sapmalardan itikadi yozlaşmalara; statü, kavim, sınıf asabiyetine kadar uzandı. Ve sonraki süreçte İslam ümmeti itikadi, idari ve eğitimsel alanlarda vahiy temelli zindeliğini yitirmeye başladı.
Müslümanların 5-6 asırdan bu yana yoğunlaşarak gelen iç çürüme hali, Avrupa cahiliyesinin kuşatmasından önce, İslam ümmetinin kendi iç cahiliyesini ifade eder hale gelmişti.47 Hayat kitabı Kur’an ile itikadi, fikrî ve siyasi her türlü zorluğa karşı cihad etme azmini iç hastalıkları nedeniyle yitirmeye başlayan Müslüman kitlelerin, modernist pagan değerlere dayanan Batı cahiliyesi tarafından kuşatılması pek gecikmedi. Kur’an’ın ölçülerini hayatın her alanında temel edinmesi gereken Müslümanlar, Rasulullah’ın sahih Sünnet-i Siret’ini de örnek alma zindeliğini “eğitim”de, “yönetim”de, “siyaset”te ve “istişare anlayışı”nda yitirmeye başladıklarında, artık “ümmet söylemi” bir hatıra veya iyi günlere duyulan bir özlem olarak beliriyordu. Rasulullah ahirette söyleyeceği “Kavmim Kur’an’ı terk edilmiş (mahcuran) bıraktı.”48 ifadesiyle sanki bu tabloyu tasvir eder gibiydi.
Özellikle son 2-3 yüzyıldır Müslümanlar açısından bireysel ve toplumsal değişimin iki belirgin nedeni şunlardı:
Birinci neden, İslami camia dışındaki gelişmedir. Müslümanlar 4-5 asırdan bu yana Batı’nın oluşum seyrini, pozitivizmin, modernizmin, sekülerleşme, kapitalistleşme ve uluslaşma inhirafının amaçlarını ve yıkıcılığını fark edemediler ve kuşatıldılar. İkinci neden, hevâ ve heveslerin, çekemezliğin, iktidar hırsının ve giderek gelenekçi kültürün veya “üretilen değerler”in kutsanmasının oluşturduğu iç hastalık veya iç cahiliyeydi.
Rad Suresindeki “Bir kavim/toplum kendi nefsindekini değiştirmedikçe biz onun halini değiştirmeyiz.”49 ayeti iki tarzda okunmaktadır:
1- Enfâl Suresinde bahsi geçen “nimet”in yitirilmesi ile yaşanan olumsuz değişim. Kur’an’da zikredilen toplumların eceli50 ile ilgili konuyu da bu bağlamda ele almalıyız. Cahiliye sadece ithal edilen bir sapma hali veya dışarıdan şeytani telkinler değildi; bilinçlerde vahye bağlılık azim ve kararlılığı zaafa uğradığında nefislerde de üreyebilen bir müstağnileşme veya şeytani iç eğilimler haliydi.
2- Bozulmuş halden dönüşüm, fıtratla ve vahiyle yeniden buluşma, bir ıslah veya köklü değişim eylemiydi.
Ancak Fatır Suresinde de belirtildiği gibi51“orta yolu tutan” fıtrat ve vahiyle barışık bir topluluk ve ümmeti yeniden diriltmeye çalışan “Allah’ın izniyle hayırlarda öne çıkan” bir ıslah çizgisi ve bir avuç da kabul edilse “muslihun” denilen yenileyiciler veya inkılâbîler52 söz konusuydu. Bu insanlar ve özellikle öncüler, hem kendi imanlarını ve kimliklerini takviye etmeye çalıştılar hem de istişari kararlılıklarıyla iman edenleri yeniden İslam’ın temel ölçü ve değerlerine iman etmeye davet ettiler.53 5-6 asırdan bu yana Kur’ani bir toplum olmaktan uzaklaşan Müslümanlar, yönetimi altında bulundukları devletlerde bazı yaygın İslami ritüellere hürmet edilse de Kur’an merkezli ve Rasulullah’ın uygulamalarıyla örtüşen “şura temelli bir işleyiş”i yitirmişler ve “Kur’an temelli eğitim”den uzaklaşmışlardı. Saltanat sistemi karşısında birçok ayeti gizleyen “şeyhülislamlık” makamı ile seküler temelli ulus sistemlerin örgütlediği “diyanet işleri” kuruluşları ve temsilcileri arasında vahye şahitlik ve ihtisas anlayışı konularında pek fark yoktu.54
“Onlara: 'Yeryüzünde fesad çıkarmayın' denildiği zaman, 'Biz ancak ıslah edicileriz!' derler. Kesin olarak bilin ki, onlar ancak kötülük yapan fesadçılardır. Lâkin anlamazlar.”55
Rabbimiz Allah’ın sınırlarını (hududullah) koruyan müminlerden bahsederken, Allah’ın Rasulü’ne indirdiği sınırları bilmediği için bedevilerin küfür ve nifakta daha ileri olduğunu belirtmektedir.56 O halde “hududullah”ı aşmak vahyin ve eşyanın kanunlarına ters davranmak ve vahyî ölçüleri arkasına atmak veya yalanlamaktır ki bu “bozulma” veya “yabancılaşma” haline Kur’an’da “ifsad” denmektedir.
Kur’an’da tevhid ve şirk kavramlarının ve mücadelesinin programatik açılımları ya da insanlardaki fikrî ve amelî yansımaları “ifsad” ve “ıslah” kavramlarıyla karşılanmaktadır.
“İfsad” veya “fesad” kavramı, fıtri ve vahyî olandan uzaklaşma, hududdullaha tecavüz halidir. Orta yoldan ayrılmayı, bozulmayı, kokuşmayı ifade eden ifsad kavramı, şirke ve ululanmaya yönelen negatif dönüşüm veya inkılâp halinin adıdır.
“Islah” ise asla, yani fıtrata ve vahye yönelişin adıdır. Osmanlıcada “idare-i maslahat” anlamında kavramsal muhtevası dejenere edilmiş olsa da “ıslah” kavramı, eski ve köhne halden, adalet temelli hayata ve hidayetle güzelleşen keyfiyete yeniden dönmek, düzelmek ve dirilmek demektir. Vahiyle arınma ve kimliğini netleştirme çabaları inkılâp dediğimiz köklü değişimin olmazsa olmaz ilk adımları ve temelidir. Islah, itikadi ve amelî şirk, sapkınlık ve savrulmalardan bilinçli bir tövbe duası ve kendini vahyî ölçülerle yenileme kararlılığıdır.57“Allah kimin muslih (düzeltici) kimin müfsid (bozguncu) olduğunu bilir.”58 Kişinin bozulma/ifsad halinde iken ıslah tercihi ile vahiy temelli bilinçli bir tutuma yönelmesi köklü bir değişim talebidir. Islah kavramı, köhnemiş halden yepyeni, saf ve diri bir hale dönüşmenin/inkılâp etmenin tanımıdır.
Her insan ölümü tadacağı gibi, her toplumun da bir eceli vardır.59 Bu tür yapısal bildirimler sünnetullaha işaret eder. “Sünnetullah” Kur’an’da 5 ayette 8 kez kullanılmıştır. Sünnetullahla ilgili değişik tanımlar olmuştur ama biz en mutedil olarak şu vurguyu seçebiliriz: Sünnetullah, Allah’ın elçileriyle gönderdiği mesajları kabul etme veya etmeme durumuna göre toplumlara karşılık verme halidir.
Salih (a) kıssasında da gördüğümüz gibi kavmi Semud bir mucizede ısrar edince onlara dağdan bir deve oluşturuldu. Onu kesmemeleri gerekiyordu. Fakat az sayıda insan onu keserken Semud kavmi de bu azgınlığa sessiz kaldığı için helak edildi.
Şu ayeti de sünnetullah kapsamında değerlendirmek gerekir:
“Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse (bilsin ki), Allah (onların yerine) sevdiği bir toplum getirir. Onlar da Allah’ı severler. Müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı onurlu, Allah yolunda cihad eder ve kınayıcıların kınamasından korkmazlar. İşte bu, Allah’ın dilediğine verdiği bol nimetidir. Allah kuşatandır, bilendir.”60
Rabbimiz “Allah’a yardım ederseniz, o da size yardım eder.”61 derken buradaki sünnetullah tabii ki, Rabbimizin rızkı arayana vereceği gibi, maddi edimlerinin yerine getirildiği bir vaattir.
Bu bağlamda Müzsemmil Suresi ile başlayan çağrı esastır: “Kalk ve uyar, Rabbini tekbir et. Elbiseni temizle. Rucz’dan hicret et.”
Bu çağrı, gecenin azında çoğunda veya yarısında “tertil” üzere; yani vahyin kitabı ile hayat kitabı arasında bağ kurarak, eğitim ve taallum62 çalışmalarını yerine getirmektir. Sonra da Yunus Suresinde ifade edildiği gibi “o ve onunla beraber olanlar”63 gibi basiret üzere insanlara hakkın tebliğini taşımaktır.
Firavun’a gönderilen elçinin şahitlik yapması gibi Rasulullah da şahitlik yapmıştı.64 Allah bizden “şüheda” yani şehitler olmamızı istemektedir. “Şehitlik” ve “şahitlik” vezin farklılığı taşıyan aynı kelimelerdir. Kur’an-ı Kerim’de ikisi de yaşayan müminler için kullanılır. Şehitlik, tevhid ve adaleti yaşamak ve örneklendirmek için vahye tanıklık açısından sürekliliği, şahitlik ise mevcut hali ifade eder. Allah uğrunda öldürülüp ölümsüzlük mertebesine ulaşmak için, öncelikle yaşayan şehitler ve şahitler olmak gerekmektedir.
“Takva” sorumluluğu “İbrahim gibi tek başına bir ümmet”65 de olsak “biz” bilincine varmak demektir. İslami şahsiyet, insanlığı zulumattan vahyin ölçüleriyle aydınlığa çıkartacak bilinç ve kararlılığa ve “tohum” olma potansiyeline sahip olmak demektir. Rabbimiz, tohumla ilgili nitelikli bir tohumun, 700 tane tohumu içinde barındırdığını hatırlatmaktadır.66
Namazımız da orucumuz da bizleri böyle bir niteliğe, sorumluluğa ve tanıklığa hazırlar ya da hazırlamalıdır. Şahitleşmek bilgi, amel, inanç bütünlüğüne ulaşmak demektir. Şahitleşmek bireysel veya toplumsal dönüşüm için uyarıcı ekibe, Kur’an neslini amaçlayan nüvelere katılmak veya bu tür nüvelerin kurulmasına ön ayak olmak ve istişareye müsait hale gelmek demektir.
Rabbimiz hepimizi, itikadını ve amelini Rasulullah (a) gibi Kur'ani ölçülerle güzelleştiren, itikadını ve amelini ahlaken Kur'an ahlakı seviyesine yükselten kullarından eylesin; her türlü zulüm, şirk ve cahiliyeye karşı ayaklarımızı vahyî ölçülerle sabit kılsın.
Dipnotlar:
1-Tin, 95/4.
2-Şems, 91/7-8.
3-Nisâ, 4/6; Enbiyâ, 21/51. Kur’an’da bu ayetlerin dışında r-ş-d kökünden gelen kelimeler “hidayet” anlamında kullanılır.
4-Âl-i İmran, 3/186; Enbiya, 21/35; Ankebût, 29/2 vd.
5-Ahkaf, 46/15.
6-Araf, 7/172.
7-Ahzab, 33/21.
8-Bakara, 2/143.
9-Âl-i İmran, 3/104.
10-Şura, 42/20.
11-Nisâ, 4/1.
12-Bakara, 2/31.
13-Bakara, 2/37.
14-Yunus, 10/19.
15-Mülk, 67/14.
16-Araf, 7/172.
17-Rum, 30/30.
18-Mevlana Ebu’l Kelam Azad, Fatiha Tefsiri, s. 173-181, Bir Yayıncılık, İstanbul 1984.
19-Rum, 30/30.
20-Bakara, 2/213.
21-Rum, 30/22.
22-Hucurât, 49/13.
23-Bakara, 2/164, vd.
24-Âl-i İmran, 3/7.
25-Bakara, 2/75.
26-Bakara, 2/171.
27-Enfâl, 8/22.
28-Araf, 7/155.
29-İbn Mâce, Zühd, 31; Tirmizi, Kıyâmet, 25.
30-Müddesir, 74/2-5.
31-Müzzemmil, 73/2-3, 20; Âl-i İmran, 3/79
32-Bakara, 2/143.
33-Yusuf, 12/108.
34-Teğabûn, 64/16; Haşr, 59/9.
35-Lokman, 31/33.
36-Casiye, 45/19.
37-Rağıb el-İsfahani, Müfredat, “v-k-y”, Çıra Yayınları, İstanbul 2007; Hüseyin K. Ece, İslam’ın Temel Kavramları, “Takva”, Beyan Yayınları, İstanbul 199.
38-Bakara, 2/177.
39-Müddessir, 74/4.
40-Fatır, 35/32.
41-Enfâl, 8/53.
42-Mustafa İslamoğlu, Hayat Kitabı Kur’an, s. 321, Düşün Yayıncılık, İstanbul 2008.
43-Maide, 5/66.
44-Mü’minûn, 23/53.
45-Şura, 42/13; Âl-i İmran, 3/105.
46-Enfâl, 8/46.
47-Malik bin Nebi, İslam Davası, s. 19, 81, Yağmur Yayınları, İstanbul 1967.
48-Furkan, 25/30.
49-Rad, 13/11.
50-A’raf, 7/34.
51-Fatır, 35/32.
52-Âl-i İmran, 3/114; Araf, 7/170; Tevbe, 9/109; İsra, 17/9; Kehf, 18/110; Fussilet, 41/33.
53-Nisâ, 4/136.
54-Ekrem Kaydu, “Osmanlı Devletinde Şeyhülislâmlık Müessesesinin Ortaya Çıkışı", A.Ü. İslâmi İlimler Fakültesi Dergisi, Erzurum 1977; Şükrü Karatepe, Osmanlı Siyasi Kurumları, s. 150-158, İşaret Yayınları, İstanbul 1989; Davut Dursun, Osmanlı Devletinde Siyaset ve Din, s. 316-355, İşaret Yayınları, İstanbul 1989.
55-Bakara, 2/11-12.
56-Tevbe, 9/112, 87.
57-Nisa, 4/17; Maide, 5/39; Tâhâ, 20/82; Nur, 24/4-5; Zümer, 39/53-54.
58-Bakara, 2/220.
59-Mülk, 67/2; Araf, 7/34.
60-Maide, 5/54.
61-Muhammed, 47/7.
62-Müddessir, 73/4, 20; Âl-i İmran, 3/79.
63-Yusuf, 12/108.
64-Müzzemmil, 73/15.
65-Nahl, 16/120.
66-Bakara, 2/261.