Kur'an Bilgisinin Amacı

Murat Kayacan

İslami terminolojide genel olarak 'İlm' ve 'mahfe' terimleriyle ifade edilen bilgi, daha ziyade bilen (özne) ile bilinen (nesne) arasındaki ilişki, yahut bilme eyleminin belli bir ifade şekline bürünmüş sonucu olarak anlaşılmıştır. Aynı şekilde sonuç olarak "bilinmiş" olduğu için bilginin malumat kelimesiyle de karşılandığı görülür. Bilenin, konuyu bütün yönleri ve alanlarıyla anlamasına, 'ihata', onu tam olarak kavramasına 'vukuf, aynı konuda derinleşip uzmanlaşmasına 'rusuh' denilmektedir. Bilginin kesinliğini ifade etmek için de 'yakin' kavramı kullanılır. (İslam Ansiklopedisi, 1992: VI, 157).

Kur'an'da bilgi (ilim), en sık kullanılan anlamıyla ilahi vahiyden kaynaklanan yani bizzat Allah'ın verdiği bilgidir. Burada kelime, tam manasıyla tek gerçek olan hakka, hakikate dayandığı için mutlak ve objektif bir gerçekliğe sahiptir. Vahiyle özdeşleşen anlamıyla ilim kesin bilgi demektir. İlahi mesaj insan bilgisine kılavuzdur. Öncelikle vahiy, muhatabı olan insanı düşünme ve bilme melekeleriyle donanmış olarak tasvir ettiğine göre bilme eylemini sevk edip yönlendiriyor olmalıdır. Dolayısıyla vahyedilmiş bilgi insanın bilme eylemini artık gereksiz kılan bilgiyi değil bu eylemi doğruya, iyiye, güzele ve daha mükemmele sevk eden nihai ve mutlak bir karaktere sahip olan ilke ve hükümleri ifade eder.

Yaşadığımız çevre ile aramızda çeşitli İlişkiler vardır. Bu ilişkilerin birisi tanıma ve bilme dediğimiz ilişkidir (Beheşti, 1988: 19). Bilgi edinme, insanın temel güdülerinden ve özelliklerinden birisidir. Temelinde ister yaşamak veya varlığını sürdürmek için doğayı ve çevresini tanımak ve eşyaya ve diğer varlıklara egemen olmak ihtiyaç ve arzusu, isterse Aristoteles'in söylediği gibi meraktan doğan fayda dışı doğal bir bilme eğilimi bulunsun, insanın, ortaya çıktığı andan itibaren her zaman ve her yerde bilgi ile ilgili az veya çok yoğun bir etkinlik içinde bulunmuş olduğu muhakkaktır. (Arslan, 1999: 27).

Bilgiden neler bekliyoruz? Bilginin fonksiyonu nedir? Bilginin işlevi gerçeği göstermesidir. Eğer bir zihniyet bize gerçeği doğru bir şekilde gösteremez, onun aksini gerçek diye gösterirse, burada biz bu zihniyet tarafından aldatılmış ve kandırılmış oluruz. Yani bilginin değeri, gerçeğin kaynağı olması ve gerçeği göstermesindendir. Gerçekle irtibattı olmayan kavrayış bilme değildir. Dolayısıyla tanıma konusunda kriterler doğru olmalıdır. Bunlar bize gerçeğin kaynağı olan bilgiyi elde etmek hususunda yardım ederler. Eğer biz tanıma konusunda bunların üzerinde durursak ve muvaffak olursak tanıma konusu ile ilgili temel hedefimizi elde etmiş oluruz.

Farabi bilgiyi elde ediliş keyfiyetleri açısından ikiye ayırır: Birincisi, insanın başlangıçtan beri elde ettiği ilk bilgiler. İkincisi ise bu ilk bilgilerden düşünme, araştırma, çıkarım, öğrenim ve öğretim yoluyla elde edilen bilgiler. (Alper, 2000:113).

Bilgi, hakikatleri bize oldukları gibi göstermelidir, insan bu sayede mutluluğun tadına varabilir. İslam mutluluğu hem dünya hem ahiret için hedef olarak koyar. Rasulullah (s)'ın şöyle söylediği rivayet edilmektedir: "Kim alim geçinmek, sefihlerle münazara yapmak ve halkın dikkatlerini kendine çekmek gibi maksatlarla ilim öğrenirse Allah o kimseyi cehenneme atar" (Tirmizi, İlm, 6). Yani art niyetli kimseler İslam ile ilgili konuşmak isteyebilirler ancak niyetleri ıslah olmak ve etmek değil de bağcıyı dövmek ise böyle kimselerden uzak durmak gerekir. Böyle kimselerle herkesin önünde tartışmak insanı popüler kılabilir ama alim kılmaz. Allah'ın ayetleri ile dalga geçilen bir yerden uzaklaşmak alimce bir tavırdır. Bilgiyi hamallık için değil davranışlarında olumlu değişiklikler göstermek için elde etmeye çabalayanlar için Rasulullah (s) şöyle der: "İlim talebi için yola çıkan kimse dönünceye kadar Allah yolundadır." (Tirmizi, İlim 2; Ibnu Mace, Mukaddime 17).

İbn Sina'ya göre peygamberin getirmiş olduğu temel prensibi, "bir" olan, her şeyi yaratan, mutlak kadir ve gizli ve açığı bilen bir tanrının mevcut olduğudur. Bu çerçevede din, bir tanrıya itaatin gerekliliğini, ona itaat edenleri mutlu bir sonun, karşı gelenleri de acı bir akibetin beklediğini ifade eder. Bu sayede vahyi veri, insanların Allah ve peygamberlerine itaat etmelerini amaçlamış olur. (Alper, a.g.e, 165).

Vahyi bilgiyi gizlemek ise, onun hedefine aykırıdır (Bakara 2/159). Safha tespit edilebilir ancak bir kısmını sürekli gizlemek doğru değildir. Yahudilere Peygamberimiz'in Tevrat'taki vasıfları ve hükümle ilgili bazı âyetleri sorulduğunda bildiklerini gizlemelerini buna örnek verebiliriz. Onlar, karınları dolusu ateşten başka bir şey yemezler. Bu yüzden aldıkları bedeller, yedikleri şeyler, içlerinde gerçek bir ateş olacak, onları sürekli yakacaktır (Bakara 2/174).

A. KUR'ANİ BİLGİNİN ALANI

Peygamberlerin getirdikleri vahyi bilginin amacı, insanların öte dünya ve Yaratıcı'yı unutmalarına neden olan unsurları ortadan kaldırmaktır. Namaz, oruç ve hac gibi ibadetlerin amacı da bu bilgiyi sürekli zihinlerde canlı tutmaktır. Böylece insanlar ahlaki olgunluğa erecekler, Allah'a yaklaşacaklar ve öte dünyada saadete kavuşacaklardır.

Bilgi elde etmenin hedefi, doğru olanı yakalamak ve bunu meşru araçlar ile yaygınlaştırmaktır. Bu sayede İslamî çabalar gelişerek ilerleyecektir. Mü'min, sonu cennet oluncaya kadar hayır işitmekten asla doymayan kimsedir (Tirmizi, İlim 19). Bu tür kimseler sayesinde toplum ıslah olacak ve Rabbimiz onları ateşin azabından koruyacaktır. Yararlı bir bilgiyi elde etme çabası, kaybettiği bir eşyayı bulmaya çalışan bir kimsenin çabası gibi olmalıdır. (Tirmizi, İlim 19).

Bilgi edinmenin amacı, öğrenilen bilgilerle kulluk bilincini artırmaktır ve onunla amel etmektir. Demek ki aslolan insanların doğru yolu bulmalarıdır. Öğrenilen her şey bu amaca hizmet etmelidir. Dini ilimler ile direkt irtibatlı olmayan bilgiler edinilirken bile bunun insanları Allah'a yaklaştırmada nasıl kullanılabileceği dikkate alınmalıdır. Bundan kastımız bilimsel tefsir yöntemine yönelmek değildir. Ayetler ile birebir eşleştirmedikten sonra elde edilen insani bilgi vahye muhalif değilse dini bilinci artırıcı olabilirler. Kevni ayetler bu statüdedirler.

İnsanları dine davet ederken net tavırlı olmak demek her doğruyu hemen her yerde aktarmak demek değildir. Kur'an'ın bir defada indirilmemiş olmasının hikmetlerinden biri de bu olsa gerektir. Hz. Ali (r) demiştir ki: "insanlara anlayacakları şeyleri anlatın. Allah ve Rasulünün tekzib edilmelerini ister misiniz?" (Buhari, İlim 49). İnsanların ıslah olmalarını ancak aşama aşama sağlayabiliriz. Bazen aceleci olmak, iyi niyeti, kötü sonuçlara vardırabilir.

Bilgi edinme süreci, mümkünse sonraki nesli de kapsamalıdır. Gündelik bilgilere gark olmak uzun vadeli planlar yapmayı engeller. Halbuki yetkin bilgiye her zaman ihtiyaç duyulur. Böyle bir bilginin kullanılması da sahibini öldükten sonra da memnun etmeye devam edecektir: "İnsanlar ölünce üçü hariç amelleri kesilir: Sadaka-i câriye (bırakan), veya istifade edilen bir ilim (bırakan) veya kendine dua edecek sâlih evlat (bırakan)." (Müslim, Vasiyyet 14; Ebu Dâvud, Vesâyâ 10 ; Tirmizî, Ahkâm 36 ; Nesâî, Vesâya 8).

Bilgilenme esnasında seçici davranmak, doğal olarak "Acaba zararlı bilgi olur mu?" sorusunu akla getirmektedir. Bilinen şey kötü de olsa, önemli olan öncelikle neyin bilinmesi gerektiğidir. Bilinmesi gereken konularda bir önem sıralamasının yapılması gerekir. Aksi takdirde neyin ne zaman ve niçin öğrenileceği birbirine karışacak ve elde edilmek istenen sonuçtan uzaklara düşülecektir. Örneğin Allah, Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurmaktadır: "Sana doğan aylardan soruyorlar. De ki: Onlar insanlar için de, hac için de vakit ölçüleridir. Bununla beraber iyilik, evlere arkalarından girmeniz değildir. Fakat iyiliğe eren, kötülükten korunan kimsedir. Evlere kapılarından girin, Allah'tan korkun ki, kurtuluşa eresiniz." (Bakara 2/189). Kur'an-ı Kerim, insanların doğru yolu bulması ve kurtulanlardan olmaları için gelmiştir. Bu nedenle Rabbimiz astronomi ile ilgili sorulan bu soruyu amaca hizmet edecek şekilde cevaplamıştır. Soruyu soranın "Ay niçin ince bir iplik gibi başlıyor, sonra giderek büyüyor ve nihayet dolunay oluyor, sonra yine küçülmeye başlayarak ilk halini alıyor?" şeklindeki kastına iltifat etmemiş ve soruyu sorulması gereken şekilde ele alarak, o doğrultuda cevap vermiştir. Sonra aynı ayette, bu soru sorma tarzı "evlere arkalarından girmek" kabilinden bir şey olduğu vurgulanarak, gerçek iyiliğin "bu gibi şeylerle ilgili lüzumsuz, şu anda ve İleride bir fayda vermeyecek olan bilgilere sahip olmak değil, bilakis takva sahibi olmaktır" denilmiştir.

Bu ifade de gerçek anlamla beraber kinaye de vardır. Cahiliye halkının ihramda sergilediği bu anormal davranış bir ibadet olmadığı gibi; kinaye mânâsı itibariyle de Rasulullah'a gök bilimi sorusu sormak, hikmeti ve Allah'ın hükümlerini açıklayıp tebliğ etmek için gönderilmiş olan Peygamberi -hâşâ- bir gök bilimci ve Kur'ân'ı bir astronomi kitabı yerine koymak ve normal bilgilerin maksatlarıyla peygamberlik ilminin istediği şeyleri birbirinden ayıramamak, işe tersinden başlamak demektir. İşlere böyle tersinden başlamakla hayra erilemez. Zaten Kur'an-ı Kerim, bu tür soruların cevap zemini değildir. Çünkü Kur'an-ı Kerim, bu tür ayrıntılı bilgilerden çok daha önemli bir görevi yerine getirmek için gelmiştir. Kur'an-ı Kerim, ne bazı saf bağlılarının sayfaları arasında aramaya kalkıştıkları ve ne de onun pozitif bilimlere karşı olduğunu ileri süren bazı düşmanlarının, ayetleri arasında maksatlı iddialarını belgeleyecek bir ipucu yakalamaya uğraştıkları bir astronomi, bir kimya ya da tıp kitabı olsun diye gelmiştir (Kutub, 1997: I, 283).

Sözünü ettiğimiz her iki zıt girişim de bu kutsal kitabın karakteri, görevi ve bilgi alanı konusundaki bir yanlış anlamanın göstergesidir. Onun ilgi ve bilgi alanı insan psikolojisi ve insan hayatıdır. Kur'an-ı Kerim'in amacı, varlık alemi ve bu alemle yaratıcısı arasındaki ilişki hakkında, insanın bu varlık alemi içindeki konumu ve yaratıcısı ile arasındaki ilişki konusunda zihinlerde genel bir düşünce oluşturmak, bu düşünceye dayanan ve akıl yeteneği dahil olmak üzere insanın bütün yeteneklerini ve enerji birikimlerini kullanma imkanı sağlayacak bir hayat düzeni kurmaktır. Kurulan bu hayat düzeni doğrultusunda gelişme imkanı bulan insan aklı, insanoğluna bağışlanan imkanların sınırları içinde bilimsel araştırmalara, deneylere ve uygulamalara girişmek üzere serbest bırakılacak, akıl da bu yollardan giderek ulaşabileceği sonuçlara ulaşacak fakat bu sonuçlar doğal olarak ne nihai ve ne de mutlak nitelikte olmayacaktır.

Kur'ani bilginin çalışma konusu ve ilgi alanı insanın kendisi, insanın düşüncesi, inancı, duyguları, kavramları, davranışları, tutumları, ilişkileridir. Maddi bilimleri, bütün araç ve bölümleri ile maddi alemde gerçekleştirilecek bilimsel keşiflere ve icatlara gelince bu görev, insan aklına, insan tecrübesine, insan buluşuna, insanın varsayım ve teori geliştirme yeteneklerine havale edilmiştir. Çünkü insanın yeryüzündeki halifeliğinin temeli bu olduğu gibi yapısının karakteri de bu fonksiyona yatkındır.

Kur'an-ı Kerim ise insanın psikolojik yapısını, kişiliğini, vicdanını, aklını ve düşüncesini yapılandırmaya çalışır. Bunun yanı sıra insanın bu potansiyel yeteneklerini iyi bir şekilde kullanmasına uygun ortam sağlayacak olan sağlıklı bir toplum yapısı oluşturmaya gayret eder.

Bütün bilimsel, evrensel, biyolojik, psikolojik ve sosyolojik olayların nispeten daha büyük bir kesimini açıklayabilecek ya da problemlere daha ayrıntılı açıklamalar getirebilecek başka ve daha yararlı hipotezler, varsayımlar ortaya çıkana kadar geçerlidir. Bundan dolayı bu teoriler, bu varsayımlar değişmeye, başkalaşmaya, iptale ve eklemelere açıktır. Hatta, eğer yeni bir keşif ve icat aracı bulunur ya da eski bilgi birikimini yeni bir açıdan yorumlayan değişik bir yaklaşım tarzı benimsenirse bu teori ve varsayımlar alt üst olmaya açıktır (Kutub, 1997:1, 286).

Bu ifade ettiklerimizden bilgi karşıtı bir söyleme sahip olduğumuz çıkarılmamalıdır. Bilginin bir kısmı vardır ki direk "kurtulanlardan" olmamız ile alakalıdır. Herkes var gücüyle onu elde etmeye çalışmalıdır. Diğer bir kısmı da vardır ki, elde edilmesi ilkinin hedefini gerçekleştirmeye yöneliktir ve öncelik sırası ikinci derecedir. Eğer ikincisi birincisinin önüne geçerse, kulluk hedefinden uzaklaşılır.

Bir de elde edilmesi mümkün olmayan bilgi peşinde koşmak söz konusudur ki bu çaba anlamsız ve vakit kaybıdır: "Sana o kıyameti soruyorlar, ne zaman kopacak diye. Sen nerede, onu anlatmak nerede?!" (Naziat 79/42-43). Bu konuda bilgi vermek Peygamber(s)'in görevi değildir. Kıyamet, eninde sonunda gelecektir. İnsanlar Allah'ın huzuruna toplanacak ve kısa çöp uzun çöpten hakkını alacaktır. Kulluk bilincine sahip olanların "hesap" gününü hatırdan çıkarmadan yaşaması, hedeflerini dünya hayatı ile sınırlamaması gerekir. Bunun ötesinde kıyametin ne zaman kopacağı fazlaca bir öneme sahip değildir. Erken veya geç kopması kulun akıbetini değiştirmeyecektir. Bu konuda kafa yormak konu gayb ile ilgili olduğu için beyhude bir çabadan öteye geçemeyecek, zihinler yorgun düşecektir. Ruh hakkında daha fazla bilgi isteyenlere "bu konuda kendilerine pek az bilgi verildiği"nin (İsra 17/85) söylenmesi de benzer bir örnektir.

B. BİLGİYİ HAYATA UYGULAMAK

Müminler kendilerine bakmalı, kendi toplumlarını düzeltmeye çalışmalıdırlar (Maide 5/105). Doğru yolda olmanın, doğru yolu tutmanın esaslarından biri de, gücü yettiği kadar iyiliği emretmek, kötülüğü yasaklamaktır (Âl-i İmrân, 3/104). Hayırlı ümmet olmanın gereği budur (Âl-i İmrân, 3/110). Aynı şekilde müminlerden her kim bir kötülüğü görür ve değiştirmeye gücü yeterse onu eliyle, olmazsa diliyle değiştirmeli, buna da gücü yetmezse kalbiyle kınamalıdır. Şüphesiz ki, "Haksızlığa karşı susan dilsiz şeytandır." Şeytan ise daima lanetlenmiş ve kovulmuştur.

Yani her ferd, kendi vazifesini bilir ve yapar. Müslüman toplum da bütün işleri itibariyle iyilik üzere bulunur, bizzat hidayet üzere gider, ferdî nefis fertliğinde, sosyal nefis sosyalliğinde hidayet ve iyiliğini muhafaza ederse, onlara kâfirlerin, müşriklerin, yabancı milletlerin sapıklıkları hiçbir zarar vermez. Rahmetli Malik Bin Nebi'nin dile getirdiği "sömürülmeye müsait olma" halinden uzak durmak gerekir, yoksa sürekli işgalcilerden bahsetmek pek bir anlam ifade etmeyecektir. "Ben yapmıyorum ya, başkaları ne yaparsa yapsınlar" deyip de toplum işleyişiyle ilgilenmeyen ve onun düzelmesini görev edinmeyenler, kendi şahıslarında doğru yolu tutmamış ve yuları, şerli önderlerin ve sapık kişilerin ellerine teslim etmiş olacaklarından dolayı sorumlu olur, zarar görürler (Enfâl, 8/25). Bununla beraber kurtuluş ve toplumun hidayeti, kurtuluşun başlangıcı ve hidayeti de ferdîdir. Fertler doğrulunca toplum da doğrulmuş olur. Toplumu ıslah etmek isteyen kişiler kendilerini de düzeltmeli, iyiliği emir ve kötülükten menetmeye kendilerinin de dahil olduğunu unutmamalıdırlar. Kendi işleri münker, kurtuluş ve hidayete muhtaç olan bir toplum da diğer bir toplumu düzeltemez. Başkalarını ıslah etmek veya onların zararlarından kendilerini korumak isteyen bir millet kendi iç işlerini de düzeltmeli ve kendi yolunu doğrultmalıdır. Bu yapılırsa, diğer bozuk olan bireylerin ve toplumların sapıklıklarından rahatsız ve sorumlu olmazlar. Onların zarar ve sorumlulukları sırf kendilerine ait kalır.

Kur'ani bilgiyi hayatlarında görünür kılmayanlar kitap yüklü merkeplere diğer bir deyimle 'entel'lere benzemektedirler (Cuma 62/5). Ayrıca haber verilmesi ve açıklanması sahiplerini rezil edecek olan gizli sırlar veya sorulması edepsizlik ve terbiyesizlik olan münasebetsiz, faydasız veya mânâsız şeyler kabilinden haberlere ilişik sorular, yahut derinleştirilmesi, güç yetiştirilemeyecek birtakım meşakkatli teklifleri gerektirecek duyulmamış, işitilmemiş şeylerle ilgili sorular da Kur'ani bilginin hedeflerinden uzaktır (Maide 5/101). Nitekim Hz. Ali'den rivayet olunduğu üzere "İnsanlar üzerine o Beyt'i haccetmeleri, Allah'ın bir hakkıdır" (Âl-i İmrân, 3/97) âyeti nazil olduğu zaman Rasulullah bir hutbe okumuş, Allah Teâlâ'ya hamd ve senadan sonra, "Allah üzerinize haccı farz kıldı" buyurmuştur. Esedoğulları'ndan Ukâşe b, Mihsan ve bir rivayette Süraka b. Mâlik de: "Her sene mi ey Allah'ın resulü?" dedi. Resulullah cevap vermedi, o da üç kere tekrar etti, bunun üzerine, "Hayır, fakat 'evet' demeyeceğime nasıl emîn oldun, vallahi 'evet' desem vacib olacaktı, vacib olsaydı dayanamayacaktınız, terk ederseniz de kâfir olacaktınız. Şu halde benim sizi terk ettiğim müddetçe siz de beni terk ediniz, sizden öncekiler hep çok soru sormaktan ve peygamberleriyle ihtilâf etmekten yok oldular. Bir şey emrettiğim zaman, gücünüz yettiği kadar tutunuz. Bir şeyden yasakladığım zaman da çekininiz" buyurdu. Demek ki dinin aslına taalluk etmeyen konuları gündeme getirmek ve onlarla meşgul olmak insanı dinin hedefinden uzaklaştırmakta ve suni bir kulluğa yönlendirmektedir.

C. İBRET ALMA

İbret alma, eldeki verileri kullanarak kendi hayatımızdaki yanlışlardan kurtulmaya çalışma çabasıdır. Allah ibret alma konusunda müminleri ayetler üzerinde düşünmeye davet eder. "Düşünüp, aklını kullanan bir toplum için elbette âyetler, deliller vardır." (Bakara 2/164) ifadesinde "âyât" kelimesi, açık alâmetler ve kesin deliller, karşısında ciddi olarak hiçbir söz söyleme ihtimali bulunmayan apaçık mucize demektir. Kur'an'ın âyetlerine "âyet" denmesi de bu mâna ile ilgilidir.

Demek ki Allah Teâlâ'nın iki çeşit âyeti vardır:

1-İcad ve yaratılış kitabındaki, kainatındaki fiili âyetler,

2-İndirdiği kitaptaki sözlü âyetler.

Bunların ikisi de Allah'ın zatına, sıfatlarına, hüküm ve iradesine delalet ettiklerinden dolayı "âyet" ismini almışlardır.

Bu iki kitap ve bu iki çeşit âyet, karşılıklı olarak biri diğerinin işaretidir. Tam anlamıyla marifet; Allah tarafından indirilen kitabın sözlü âyetlerinden, yaratılış kitabının fiilî âyetlerini ve ondan Hak Teâlâ'nın zat ve sıfatlarını okuyup, anlamak, anladıktan sonra O'nun kanunlarına, emirlerine ve hükümlerine uymaktır.

İşte Kur'ân'ın sözlü ayeti, bize birçok fiilî âyetleri özetleyip göstererek bu evrenin olağanüstü değişikliğini, sürekli ve herkesi aciz bırakan bir nizamla icad edip düzene koyanın, yüce Yaratıcı olduğunu anlatır. Akıl ile ma'kulün; dış dünya ile zihnin uyum noktasında, her şeyin yöneticisi olan Allah, varlığını ve birliğini ortaya koyar. Bunu en değersiz ve en basit bir akıl duyar ve en yüksek akıllar, bunda ebedî bir tetkik ve müşahede gayesi bulur. Netice olarak hiçbir akıl bu karardan dışarı çıkamaz. İşte Kur'ân, en yüksek ilim ve fen meselelerinin bu şekilde özünü alarak bütün seçkin insanların ve halkın açıklıkla anlayacağı derecede basitleştirip öğretir. İnanmak İstemeyenler, hakkı hep acı diye kabul etmişler ve aklı, hakka ulaşmak için bir vasıta tanıyacak yerde onu, hakkı red ve iptal edebilecek acımasız bir silah gibi kullanmak isteyen zâlim müşriklerdir.

Yine dillerin, renklerin farklı farklı olmasında ibret alınacak çok şey vardır (Rum 30/22). Arab'ın dili başka, Acem'in dili başka, Türk'ün dili başka, Rum'un dili başka... Dillerin farklılığıyla birlikte aynı halkın çeşitli kabileler, gruplarının dillerinde de farklılık vardır. Renk, beniz de böyledir. Kiminin beyaz, kiminin siyah, kiminin sarı, kiminin kırmızı olması ve her şahsın kendine has bir surette yaratılmasında da ibret vardır. Şüphesiz ki bunda, bu yaratma ve farklılıkta, bilgisi olanlar için âyetler (deliller) vardır. Böylece itim ehli olan âlimler bilirler ki; ilk olarak, bütün bu çeşitlilik ve farklılık, tabiatın akışını değiştirerek farklı tabiatlar yaratan Allah Teâlâ'nın kudretini gösterir. Ve bütün bu değişiklik içinde hepsinin düzenini koruyup idare etmesi de ilim ve sanatındaki olgunluk ve hikmetini gösterir. Ve bu hikmetlerden birisi de "Biz sizi birbirinizle tanışasınız diye halklara ve kabilelere ayırdık." (Hucurat, 49/13) buyrulduğu üzere tanışmadır. Böyle çeşitli dilleri ve ırkları içine alan bir toplum meydana getirebilmek de ancak ilimle mümkün olabilir. Ve insanların simalarını bilmek de dilleri bilmek gibi önemli ilimlerdendir.

Kur'an, yediğimiz içtiğimiz şeylerden de ders almamızı ister. Rabbimizin verdiği nimetlere salt tüketim amacıyla bakmamızı istemez (Müminun 23/21). İnananlar için hayvanlarda da muhakkak bir ibret vardır. Ağaç ve bahçeler de hep birer ibret olduğu gibi hayvanlarda ve özellikle en çok faydalanılan koyun, keçi, sığır ve deve cinsinde de ibret vardır ki, bundan habersiz olanlar o hayvanlar gibi ve belki daha şaşkındırlar.

Muhakkak ki Allah'ın isyan eden toplumları cezalandırmasında da, sonrakiler ve azaptan kurtulanlar için bir düşünme vesilesi vardır (Hud 11/103). Yani ibret alacak, ders alacak açık seçik noktalar vardır. Adam sen de, ben bugünümü geçireyim de sonra ne olursa olsun diye, ilerisini düşünmeyen, ahireti hatırına getirmeyen saygısızlar, bu gibi olayları kulların işlediği günahlarla ilişkili görmezler, tesadüflere ve tabiata yükleyip geçerlerse de cidden aklı ve izanı olan ve ahiret korkusu bulunan kimseler bunda ahirete bir delil bulacaklar ve bu dünyada yapılan zulüm ve haksızlıkların oradaki sonucunun korkunç olduğunu anlayacaklardır. İşte bu düşüncelerle Allah Teâlâ'nın azgınlara hazırladığı ahiret azabının ne kadar çetin, ne kadar korkunç olabileceğini tahmin edeceklerdir.

Sonuç

Kur'ani bilginin hedefi kulluk şuuruyla bir hayat sürmektir. Bu tür bir gayret Kur'an-ı Kerim'de övülmektedir: "Her günah çeken bir kimse, başkasının günahını çekmeyecek; yükü ağır basan, onun yüklenilmesine çağırsa da ondan bir şey yüklenilmeyecek, isterse bir yakını olsun. "Fakat sen ancak o kimseleri sakındırırsın ki, gaybda Rablerinin korkusunu duyarlar, namazı dürüst kılarlar. Arınan da sırf kendisi İçin temizlenir. Nihayet dönüş Allah'adır." (Fatır 35/28). Cehennem azabından sakınabilmek için azaba götüren yolları bilmek ve onlardan uzak durmak, cennete ulaşabilmek için de "iyi kul" olmanın özelliklerini bilip hayatta bu bilgiyi samimi bir tarzda sergilemek gerekir.

Hz. Ömer, hedefe yönelik olmayan bilgiyi elde etmekte ısrarlı davranmamıştır. Ebben kelimesinin ne anlama geldiğini bilmediğini söylemiş, sonra da kulluk ile direkt bağlantılı görmediğinden manasını öğrenmek için çaba göstermemiştir. Çünkü ayetin bağlamından onun da bir nimet olduğunu rahatlıkla çıkarmıştır. Ayetin bağlamında Allah, insanoğlunun yiyeceği hakkında söz etmekte ve gökten yağmur indirdiğinin ve bununla tahıl, üzüm, zeytin, hurma... gibi doğrudan doğruya, yine hayvanlara otlak kılmak suretiyle de dolaylı olmak üzere insanoğlu için pek çok çeşit nimet çıkardığını topluca belirtmiştir. Dolayısıyla bunların detaylarını ve hangi maddeler olduklarını öğrenmek zorunluluk olarak algılanmamalıdır (Şatıbi, 1990: I, 45). Kur'an, bilgilenirken bize öncelik sıralaması yapmayı ima etmekte, anlamsız ve sorumluluğu gereksiz yere artırıcı sorular sormaktan men etmektedir. Ameli bir sonucu olmayan herhangi bir meseleye girmek hüsnü kabul görmeyen bir konu ile uğraşmak demektir. Burada kastedilen, şeriat tarafından istenilen kalbi ve fiili ameldir. Sâri olan Allah, kulluk sorumluluğu beklediği insanoğlunun faydasına olmayacak hususlara girmesine itibar etmemektedir.

Kaynakça

-       İslam Ansiklopedisi, TDV Yay., İst., 1997

-       Beheşti, Bilmek, Çev: İbrahim Keskin, İst., Bir Yay., 1988

-       Arslan, Ahmet, Felsefeye Giriş, 4. bs., Ankara, Vadi Yay., 1999

-       Alper, Ömer Mahir, Akıl-Vahiy Felsefe-Din İlişkisi, İst, Ayışığı Yay., 2000

-       Kutub, Seyyid, Fi'zilal-il Kur'an, Çev: Mehmet Yolcu, Vahdettin İnce ve diğerleri, 10 cilt, İst., Dünya Yay., 1997

-       Şatıbi, el-Muvafakat, Çev: Mehmet Erdoğan, 4 cilt. İst, İz Yay., 1990