Doç. Dr. M. Sait Şimşek, Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Tefsir Kürsüsü'nde öğretim görevlisidir. "Kur'an'ın Anlaşılmasında İki Mesele" adlı bir kitabı ve bir çok makalesi yayınlanmıştır. Konusuyla ilgili çevirileri de bulunan Şimşek, halen "Kur'an Kıssalarının Menşei" hakkında önemli bir çalışmayı da sürdürmektedir.
Sizinle, Kur'an/mü'min ve Kur'an/toplum ekseni etrafında bir söyleşi yapmak istiyoruz. Müsaade ederseniz öncelikle şöyle soralım: Son onlu yıllarda üzerinde durduğumuz coğrafyada dini anlama ve yaşama noktasında Kur'an'ı önceleyen, direkt olarak birinci elden Kur'an ile muhatap olunması gerektiğini vurgulayan bir İslamî anlayış dikkati çekmekte. Ve bu anlayış toplumun din anlayışı ile çatışmakta. Kur'an'ı önceleyen bu anlayışın çıkış amillerini neye bağladığınızı öğrenmek istiyoruz. Ayrıca bu çatışmanın, üzerinde yaşadığımız coğrafyadaki sürecini ve muhtevasını, her iki taraf açısından bize açıklar mısınız?
Söz konusu ettiğiniz anlayış İslam tarihi boyunca her zaman var olagelmiştir. Ne var ki bu anlayışta olanların toplum üzerindeki etkinlikleri, sayıları, seslerini duyurmaları aynı ölçülerde olmamıştır. Bu anlayışa sahip olanların ve bunu pratiğe aktarmak isteyenlerin kemiyet ve keyfiyet bakımından seslerini duyurmaları, içinde bulunduğumuz coğrafyadaki geçmişi, belirttiğiniz gibi çok yakın zamanda olmuştur.
Haddizatında dini anlama ve yaşama noktasında Kur'an'ı ilk temel kabul etmek, müslümanım diyen herkesin kabul ettiği bir ilkedir. Ancak son asırlarda tamamen nazariyatta kalmış bir ilke idi. Söz konusu ettiğiniz anlayışa sahip olanlar nazariyatta kalmış bu ilkeyi pratiğe aktarmak istediler. Onların bunu pratiğe aktarmak istemeleri kurumlaşmış din anlayışına sahip toplumun tepkisine yol açtı. Belki ilk bakışta nazariyatta kalmış bir ilkenin pratiğe aktarılmasının istenmesi, aynı dine mensup insanlar arasında bir çatışmanın doğmasına yeterli neden görülmeyebilir. Ama toplum bunun nazariyatta kalması gerektiğine inandırılmış ve bunun neticesi olarak yeni bir din anlayışı kurumlaşıp gelenekselleşmiş ise bu anlayışı sarsmak kolay değildir.
Söz konusu ettiğimiz bu ilkenin nazariyata itilmesinin sebeplerini gelişen tarihi seyir içerisinde tek tek ortaya koymak, İslam tarihinde dini anlayışların değişime uğraması üzerinde etkili olan kültürel ve siyasî hareketleri kronolojik bir sıra çerçevesinde serd etmemiz gerekir. Biz burada biri, üzerinde bulunduğumuz coğrafya dahil İslam ümmetinin tamamını; diğeri, üzerinde bulunduğumuz coğrafyayı yakından ilgilendiren iki sebep üzerinde durmak istiyoruz:
İlk ve bütün müslümanları ilgilendiren sebep, mezhep taassubunun İslam ümmetine hakim olması ve İslam ümmetinin klik ve gruplara ayrılmasıdır.
Mezheplerin doğması tabii bir olaydır, insanların dinî hayatlarını bir mezhebe göre düzenlemeleri de tabiidir. Hatta pratikte bunun birtakım yararları da vardır. Ama bir mezhebe bağlılık bağnazlığa dönüşür ve giderek mezhep nasslara hakim kılınırsa, işte o zaman nasslar hayatın dışına itilir ve insanlarla nasslar arasında engeller gündeme gelir. Kur'an ile insanlar arasında iletişimin engellenmesinin ardında yatan en önemli sebep budur.
Üzerinde yaşadığımız coğrafya açısından meseleye baktığımızda, insanımız Arapça bilmemektedir ve Kur'an'ın dili Arapça'dır. Meal ve tefsir çalışmaları bu engeli bir ölçüde ortadan kaldırmaktadır ama Osmanlı tarihi boyunca halk dili ile ilim dilinin bir olmaması, halkın ilim diliyle yazılmış eserleri anlamakta güçlük çekmesi, halkın din anlayışını, şifahî yolla anlatılanların oluşturmasına sebep olmuştur. Bu nedenle halk daima temel kaynaklardan uzak kalmıştır. Coğrafyamızda tasavvufun etkili olması da önemli nedenlerden biridir. Tasavvufta müridin ilim tahsil etmesi ve özellikle temel kaynaklara inmesi hoş karşılanmaz. Şeyhe bağlılığının devamı için ilimle uğraşmaması gerekir. Eğer ilimle uğraşırsa şeyhini aşabilir ve bu, onun şeyhe bağlılığına zarar verebilir.
Sizin tabirinizle Kur'an'ı önceleyen anlayışın çağımızda sosisini duyuracak düzeye gelmesinin nedenlerine gelince, bunun en etkili nedeni, İslam ümmetinin yeni arayışlara kendini mecbur hissetmesidir. Bir kere ümmetin sahip bulunduğu bir din anlayışı vardı ve bu anlayış -etkin ve yaygın anlayışı kastediyoruz- Kur'an'ı pratikte önceleyen bir anlayış değildi. Çok eski dönemlerde Kur'an'dan kaynaklanmış, fakat sonraları çeşitli kültürlerin ve geleneklerin etkisiyle şekillenmiş ve gittikçe İslam'ın özünden uzaklaşmış bir anlayıştı. Bu anlayış adeta yeni bir din ortaya çıkarmıştı. Bu anlayış, dindar kesimde etkinliğini sürdürmekle birlikte haddizatında iflas etmiş bir anlayıştır. Doğurduğu netice: İslam aleminin siyasî, ekonomik ve kültürel alanda etkinlikleri olmayan küçük devletçiklere bölünmesi, toplumun büyük bir kesiminin dinden soğuması, hatla dine karşı bir tavır alması ve dindar kesimin horlanan ve ezilen bir sınıf haline gelmesidir.
Dindar kesimin bu duruma düşmesi, çoğunlukla dış komplo ve düşmanların oyunlarıyla izah edilmeye çalışılmıştır. Elbette bu izahın bir hakikat payı vardır. Ancak öncelikle ümmetin içinden kaynaklanan sebepler gündeme getirilmeliydi. Bir ayette şöyle buyurulmaktadır: "Başınıza gelen her musibet, yaptıklarınız sebebiyledir."
Bu dini anlayışın iflasından sonra İslam aleminde yönetimi devralan yöneticilerin kimi, yönünü Batı'ya liberalizme; kimi de Doğu'ya sosyalizme çevirdi. Ne var ki bu yönelişler İslam ümmetinin beklentilerine cevap vermekten uzak kaldı. Bu arada toplumun dindar kesiminde de arayışlar devam etti. Yeni yönetimlerin başarısızlığı bu arayışları daha da hızlandırdı. Kur'an'ı temel alan dini anlayışın ses getirecek düzeye gelmesinin nedenlerinden biri olarak bunu zikredebiliriz.
ikinci neden, ülkeler arası iletişimin yaygınlaşmasıdır. Değişik fikirlerin iletişim vasıtalarıyla her tarafa ulaşma imkanını elde etmesi, insanların mevcut görüşlerini sorgulamalarında etkili Oldu. Altmış yıllık bir cumhuriyet döneminde, özellikle 1960'lardan bu yana Türkçe basılan meal ve tefsirlerin sayısı, herhalde Osmanlı döneminde Türkçe olarak yazılan meal ve tefsirlerin sayısından daha çoktur.
En önemli etken ise, Kur'an'ın, söz konusu ettiğimiz anlayışı, Kur'an'ı önceleyen anlayışı öngörmesidir. Okuyan insanların çoğalması, Türkçe olarak bu kadar meal ve tefsirin basılması, artık dini hayatta Kur'an'ın temel alınmasının ve bunun pratiğe de aktarılmasının gerektiği gerçeği gizlenemez olmuştur.
Bu görüşe tepki gösterenler açısından meseleye baktığımızda herşeyden önce şunu bilmemiz gerekir: Üzerinde bulunduğumuz coğrafyada dinî anlayış, tarih boyunca Kur'an'ı nazariyatla ilk temel kabul eden ve bunu pratiğe aktarmayan anlayış olmuştur. Bu görüşe sahip olanlara göre Kur'an, belli sayıdaki kimselerin anladığı bir kitaptır. Onu anlayan belli sayıdaki bu kimseler de tarihte kalmıştır. Kur'an karşısında günümüz insanının tavrı, Kur'an'ı bolca okumak ve bundan hasıl olacak sevabı ölülere göndermektir. Kur'an'ı anlamaya çalışmak ise, haddi aşmak ve geçmişe saygısızlıktır. Bu nedenle Kur'an'ı anlamaya çalışanları bid'atçi ve dini içerden yıkmaya çalışan ajanlar olarak görürler.
Olayın bir de sosyolojik bir yanı vardır. Belli bir dönemden sonra dindar kesim, din adına ortaya atılan görüşlere hep kuşkuyla bakmaya başlamıştır. İleri sürülen her görüşü, dini hayattan arta kalanı yok etme operasyonu olarak değerlendirmektedir. Belki de defalarca aldatılmanın doğurduğu bir bakış açısıdır bu. Bu durum, dindar kesimi sahip bulunduklarına sarılmaya ve onunla yetinmeye itmiştir.
Dindar kesimin çoğunluğunu buna iten sebeplerden bir tanesi de, Kur'an'ı pratikte de dinî hayatın temeli olarak görenlerin aceleci olmalarıdır. Dinî hayatta Kur'an'ın temel alınması gerektiğine inananlar, Kur'an üzerindeki etütlerini belli bir olgunluğa eriştirmeden paçaları sıvıyor ve toplum psikolojisini hesaba katmadan meydana atılıyorlar. Görüşlerinin toplumda tepki görmesinin en önemli nedenlerinden biri budur.
Birinci soruyu biraz daha açmak istersek; siz kendi tabirinizle, Kur'an diyen "ıslahatçı kesim"in ortaya çıkış sebebini, dönemimize kadar varlığını sürdüren tevhidi çizginin bir uzantısı olarak mı görüyorsunuz? Yoksa ümmetin son yüzyıllardaki hezimetlerine aradığı çıkış yollarının bir sonucu olarak mı görüyorsunuz?
Sosyal olayların ardından yatan sebepler pek çoktur. Sosyal olayı bir tek sebebe irca edemezsiniz. Sosyal olayları izah ve değerlendirebilmenin zorluğu buradan kaynaklanmaktadır. Islahatçı kesimin ortaya çıkmasında her iki sebep de mevcuttur. Ancak sebep ne olursa olsun, bence bundan önemlisi, bu anlayışın doğru olup olmadığı meselesidir. Eğer mesele dini gerçeği üzere anlama ve hayatımızı buna göre şekillendirmek ise, bunun başka bir alternatifi yoktur.
Teslim edersiniz ki, İslam ümmeti bugün hiç de Kur'an'ın öngörmediği bir konumda. Mevzii istisnalar hariç, genelde müslümanlar zillet ve meskenet içindeler ve tüm ümmet bu durumdan kurtuluşu da, istisnasız olarak, Kur'an'a dönüşte görmekte; hatta tarihe dönüp baktığımızda da hangi düşünce sistemine sahip olunursa olunsun tüm tarafların -mutasavvıflar, kelamcılar, fıkıhçılar, hadisçiler, hatta siyasi iktidarlar- Kur'an doğrultusunda hareket ettikleri iddiasında olduklarını görürüz. Mesela çok müşahhas bir örnek verecek olursak: Ali Kur'an diyordu; Muaviye Kur'an diyordu; dahası her ikisine muhalefet eden Hariciler de Kur'an diyordu. Bu da ister istemez, zihnimize "nasıl bir Kur'an" sorusunu getiriyor. Evet, nasıl bir Kur'an? Kur'an nasıl bir kitaptır? Nasıl oluyor da hep Kur'an denildiği halde ümmet bu durumlara düştü?
Dindarım diyen herkesin, Kur'an'a uygun hareket ediyorum iddiasında bulunması ve İslam ümmetinin içinde bulunduğu durumdan kurtulması için Kur'an'a dönmesi gerekliği tabiidir. İşin nazariyatı budur. Çünkü İslam dininin temel kitabı Kur'an'dır ve bütün müslümanlar bu hususta mutabıktır.
İşin nazariyatı budur, diyoruz çünkü pratikte bunun böyle olduğunu ne yazık ki söyleyemiyoruz. Türkiye'de yaşayan dindar kesimi ele alalım. Şu kadar grup ve klik var. Aynı gruba mensup olanlar biraraya geliyor, sohbet ediyor, kimileri dergi veya gazete çıkarıyor. Bazılarının okudukları belli kitapları var. Acaba bu gruplara mensup olanlar, gruplarının kitap, dergi ve gazetelerini okudukları ve bunlara harcadıkları mesai kadarını daha kısa yoldan -mesela tefsir okuyarak- Kur'an'la karşı karşıya gelmek için harcıyorlar mı? Sohbetlerinde Kur'an'ı anlamak için bir çaba gösteriyorlar mı? Belki Kur'an'ı anlayamıyoruz, diyeceklerdir. Doğrudur, Kur'an'ı Arapçasından anlayanların sayısı ne yazık ki çok azdır. Ama şu kadar Türkçe tefsir yazıldı veya tercüme edildi. Şu kadar meal yazıldı. Bunlar okunamaz mı?
Gidin camilerin önünde anket yapın. Beş vakit namazın her rekatında okunan Fatiha Suresi'nin anlamını sorun. Yüzde kaçı Fatiha'nın anlamını biliyor? O Fatiha Suresi ki namazın her rekatında okunuyor, mezarda okunuyor, dinî nikah kıyılırken okunuyor, yemek duasından sonra okunuyor, dinî bir sohbet yapıldıktan sonra okunuyor vs. Bu günün dindarı Fatiha ile oturuyor, Fatiha ile kalkıyor ama yedi cümleden oluşan Fatiha'nın anlamını bilmiyor.
Şimdi böyle birinin, İslam ümmetinin kurtuluşu Kur'an'dadır demesi ne anlam ifade eder ki? Bir kere kendisinde böyle bir dönüş alameti yok...
Bu söylediklerimin tarihin har dönemindeki müslümanlar için de geçerli olduğunu kasdetmiyorum. Hele Hz. Ali ile Muaviye arasındaki anlaşmazlık tamamen ayrı bir konu ve sanırım konumuzu ilgilendiren bir mesele değil.
Kur'an'a baktığımızda, Kuran kendisinin anlaşılır olduğunu, apaçık bir kitap olduğunu, ayetlerinin tafsil edildiğini vurgulamakta. Furkan Suresi'nde de: "Rasul de: "Ya Rabbi, kavmim bu Kur'an'ı terkedilmiş bıraktı."demiştir." denilmekte. Bütün bunları Kur'an/insan İlişkisi açısından ele aldığımızda; her ferdin Kur'an'la direkt muhatap olması gerektiğini ve onu kendisine rehber edinmesinin vücubiyetini çıkarıyoruz. Halbuki Kur'an literatürüne baktığımızda ise tam aksi bir durumla karşılaşırız: Ferdin Kur'an'la direkt muhatap olmaması için ciltler dolusu şartlar İleri sürülmüştür: Tefsir Usulü, Arapça bilgisi, hadis ve hadis usulü, nüzul sebepleri, muhkem/mütesabih, nasih/mensuh vb. Hatta daha ileri gidilerek "eyyamu'l-Arab'ın bilinmesinin ve dolayısıyla cahiliyye şiiri ve edebiyatı bilgisinin gerekliliği söylenmekte ve ancak bu suretle Kur'an'ın sıhhatli bir şekilde anlaşılabileceği iddia edilmektedir. Tabii ki tüm bu donanımları edinen kişi de -ki bunun imkan dahilinde olup olmadığı tartışılabilir- artık, Kur'an'da rastlayamadığımız, bir alim tipi doğurmakta ve Kur'an böylesi alimlerden oluşan sınıfın tekeline girmekte. Bu vakıa bizatihi Kur'an'ın açık mesajıyla bir çelişki değil midir? Bireyin Kur'an karşısındaki görevi nedir? O, Kur'an 'ı anlamaksızın salt ibadet niyetiyle okumakla mı görevlidir? Kur'an nasıl anlaşılacaktır?
Belirttiğiniz gibi Kur'an anlaşılır bir kitaptır ve bizzat kendisi bunu müteaddit ayette beyan etmektedir. Ancak anlaşılır bir kitap oluşu, her ayetinin ya da ele aldığı her meselenin, her insan tarafından aynı düzeyde anlaşılabilirliği anlamına gelmez, Anlaşılırlılığının yanında derinliği ve veciz anlatımı da söz konusudur. Ayrıca insanların anlama kabiliyetleri birbirinden farklıdır. Bu nedenle Kur'an'ı anlama kabiliyetleri de haliyle farklı olacaktır. Fakat insanların kabiliyet yönüyle aynı düzeyde olmaları, en üst düzeyde olanlar dışında kimsenin Kur'an'ı anlamaya çalışmayacağı ya da çalışmaması gerektiği sonucunu doğurmaz. Kur'an, anlaşılmak için inmiştir ve onu anlamaya çalışmak kimsenin tekelinde bir şey değildir. Bilakis her mümin onu anlamaya çalışmalıdır. Kişi, Kur'an'ı anlamak için okur. Anlamadığı ayetleri de kendisinden daha iyi bilen birine sorar.
Sorunuzda söz konusu edilen şartlar, normal Kur'an okuyucusu için değil, Kur'an'ı baştan sona tefsir edecek ve her meselede başkasına rehberlik edecek kimseler yani müfessirler için zikredilmiş şartlardır. Hatta bu şartları söz konusu eden alimler de, insanlar Kur'an okuduklarında onu anlayarak okumaya çatışmaları, üzerinde düşünmeleri gerektiğini söylemişlerdir. Kurtubi, tefsirinin mukaddimesinde Kur'an'ı anlamadan ezberleyenleri ve bu uğurda bir çaba harcamayanlar, kitap yüklü eşeklere benzetmektedir. Tefsirin başka bir yerinde de şöyle demektedir: "Önceki kitapların da, Kur'an'ın da okunmasından maksat, onları anlamak ve onların söyledikleriyle amel etmektir, dil ile onları tilavet etmek değil."
Bununla birlikte başkalarına rehberlik edip normal okuyucunun yakalayamadığı kimi incelikleri dile getirecek müfessir hakkında ileri sürülen şart konusunda mübalağaya düşülmüştür. Hatta bazen müfessirde bulunmaması gereken hususlar şart olarak İleri sürülmüştür. Mesela, Kur'an-ı Kerim'i tefsir edecek kimsenin Usuluddin'i bilmesi şarttır, demişlerdir. Aslında ileri sürülen bu şart, mezhep taassubundan kaynaklanmakladır. Gerek müteahhir Ehl-i Sünnet alimleri, gerek Mutezile ve gerek Şii alimler böyle bir şarttan bahsederler. Kasdettikleri Usuluddin, mezhep disiplinini anlatan kelam ilmidir. Her üç mezhepte de gerekçe olarak şunu ileri sürürler: Böylece Kur'an'ı tefsir edecek kişi Allah'ın leh ve aleyhinde caiz olan ve olmayan şeyleri öğrenmiş olacak ve hataya düşmeyecek.
Sözkonusu ellikleri bu hususlar zaten Kur'an'dan alınması gereken hususlardır, itikadî meselelerin kaynağı zaten Kur'an'ın kendisidir. Eğer kişi, Kur'an dışında itikat disiplinini oluşturur ve ondan sonra Kur'an'ı tefsir etmeye kalkarsa, Kur'an'ı bu disipline uydurmak gibi bir tehlikeyle karşı karşıya kalabilir.
İleri sürülen şartlardan biri de, Usulî Fıkhı bilmektir. Bu şartın da mezhebî endişelerle ileri sürüldüğü açıktır. Bu gibi şartlan ileri sürenler, haddizatında şunu demek istiyorlar: Önce mezhebimizin tornasından geçeceksin. Ancak ondan sonra Kur'an'ı tefsir edebilirsin.
Mesela yine ileri sürdükleri şartlardan biri, "mevhibe ilmi"dir.
Gerçekten böyle bir ilim var mı ki, böyle bir ilim şart koşuluyor. Belki Kur'an'ı tefsir edecek kişinin, çevresine nazaran üstün bir kabiliyet sahibi olması gerekir, deselerdi daha tutarlı olurdu.
Görüldüğü gibi ileri sürülen şartların kimisi, hiç de şart koşulacak şeyler değildir.
Bugün için Kur'an diyen onu önceleyen anlayış mensupları arasında da köklü farklılıklar mevcut: Kimileri için Kur'an tek boyutlu olup sadece sevgi ve hoşgörü kitabıdır, Cihad, sabır, direnme bunlar pek görülmez. Kimileri için de Kur'an, bir tahkik ve araştırma kitabıdır, o bir şaheserdir. Küfrü/şirki, zulmü/tuğyanı çok iyi tanımlamıştır. Fakat bunlara karşı mücadele denildiğinde pek bir sonuç alınamamaktadır. Yani bunlara göre Kur'an hayatın bizatihi amacıdır. Halbuki Kur'an hidayete götüren, İslam'ı hayata götüren en sağlam araçtır, Allah'ın ipidir. Olması gereken, Kur'an'ı temel ölçü almak, fakat bunun yanında, Kur'an'ın pratize edileceği ortamın oluşturulması mücadelesini de vermek değil midir? Bu konuda sizce ölçü ne olmalıdır, neler söyleyebilirsiniz?
Her Kur'an diyen kimsenin, görüşlerini Kur'an'dan aldığını söyleyemeyiz. Ya da kişi, Kur'an'dan bir/bir kaç ayet alıyor ve bu ayetlerle İslam'ın tamamını anlatmaya kalkıyor. Eğer o bir kaç ayet, İslam'ı anlatmaya yeterli olsaydı, yüce Allah niçin diğer ayetleri de indirmiş? Bazdan da haddizatında Kur'an'ın bir kısmına inanıyor, bir kısmına da inanmıyor ya da bir kısmını yazı ile konuşmalarında anlatmak işine gelmiyor. Anlayacağınız, düşüncesini Kitabın bir bölümü üzerine kuruyor.
Ama bir de şunu kabul etmek gerekir ki, Kur'an diyenlerin arasında da -samimi de olsalar ve gerçekten Kur'an üzerinde kafa da yormuş olsalar- bir takım görüş farklılıkları olacaktır. İslamî çerçeve dahilinde bu görüşler tartışılır. Tartışma sonucu anlaşmazlık konusu olan bazı meşaleler çözüme bağlanır, bazıları da öylece kalır. Art niyet sezilmediği müddetçe bu farklı görüşlere tahammül edilir.
Kur'an üzerindeki araştırmaların hedefi elbette Kur'an'ın inanç ve hayata hakim kılınmasıdır. Ancak bunun metodu, takip edilecek üslup ne olmalıdır? Benim kanaatim o ki, bu konuda da rehberlik ve kaynaklık edecek olan yine Kur'an'ın kendisidir. Kur'an'ı hayatında uygulayan Rasulullah (s)'ın siretidir. Bu nedenle bu gibi konular, ciddi bir şekilde araştırılmalı, ortaya konulan neticeler üzerinde tartışılmalıdır.
Selçuklu ve Osmanlı kültür sistemi hatırlanacak olursa, yaşadığımız coğrafyada, Kur'an diyen insanların geçmişlerinin sağlıklı köklere dayanmayışı, bir takım aksaklıklar ve tecrübesizlikleri de beraberinde getirmektedir. Bu İnsanlara yapacağımız eleştiriler ve tavsiyeler nelerdir?
Cumhuriyet döneminden sonra hakim kadrolar düşüncelerini yerleştirmek ve kendilerine meşruiyet kazandırmak için geçmişi bütünüyle karalamaya çalıştılar. Buna karşılık dindar kesim de geçmişi bütünüyle kucaklamaya ve ona sahiplenmeye koyuldu.
Herhalde tarih ilminden maksat bu olmasa gerek. Geçmiş, iyi yönlerin tesbit edilerek devam ettirilmesi ve aksak tarafların da tesbit edilerek o yanlışlara düşülmemesi için araştırılır. Bu anlamda tarihçilere büyük görevler düşmektedir.
Osmanlı'nın büyük bir imparatorluk olduğu ve dört asır boyunca Türk'üyle, Arab'ıyla, Kürd'üyle müslümanlara şemsiyelik görevini yürütmüştür. Ama bir takım aksak yönleri de olmasaydı bugün müslümanlar bu duruma düşmezdi.
Demek ki, bu imparatorluğun iyi yönleri de vardı, kötü yönleri de.
Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana hakim kadrolar bir yandan geçmişi karalarken bir yandan da topluma ırkçılık tohumlarını ektiler ve maalesef ekilen bu tohumlar dindar kesimi de bir ölçüde etkiledi. Belki de bu, geçmişe sahiplenme istekleriyle uyum sağlıyordu. Bir ırkçılığa tepki olarak başka ırkçılıklar türedi.
Irkçılığın mantığı yoktur. Sökülüp atılması da çok zordur. Bu nedenle Rasulullah (s) onu cahiliyyet damarı olarak tavsif etmiştir. Sökülüp atılması zaman ister, sabır ister.
Kur'an'ı temel alma çabasında olanlar, dindar ama geçmişe daha bağlı olanlar tarafından eleştiriliyorlar. Geçmişe saygısızlık ya da toplumun değerlerini hiçe saymakla ilham ediliyorlar. Aslında bu noktada Kur'an'ı temel alıyorum diyenlerin suçu da yok değil. Çünkü bu kesim içerisinde de, geçmişin birtakım hatalarından dolayı, onları tümden yok sayma ve karalama eğilimi içerisinde olanlar var. Bu konuda şunları söylemek isterim: İslam hangi topluma götürülüyorsa götürülsün o toplumun bütün yönlerini reddetmemiştir. Olumsuz yönler düzeltilmeye çalışılmış ve olumlu yönlere sahip çıkılmıştır. Sil ve baştan kur şeklindeki bir felsefesi yoktur. Belki de kimi müslümanların böyle bir tavır sergilemeleri, devrimci hareketlerin etkisiyle olmuştur. İslam ittihatçıdır, ıslah eder; yanlışları düzeltir.
Ayrıca hangi düşünce olursa olsun onu bir topluma Kabul ettirmek istediğinizde o toplumu iyi tanıyacaksınız. Temel değerlerini, değer yargılarını gözönünde bulunduracaksınız. Gelenekselleşmiş ve kökleşmiş değerlerin değerlerini değiştirmek istiyorsanız tedrice riayet edeceksiniz. Nereden başlayacağını iyi tesbit edeceksiniz.
Kur'an'ı anlama konusundaki usuli çabalar yanında sosyal, ekonomik, siyasi vb. konulara Kur'an çerçevesinden bakış ve Kur'anî tavır alış mevzuunda görülen eksiklikler hakkında neler düşünüyorsunuz? Biz biliyoruz ki İslam tüm hayatı kuşatır ve hayatın bütününe müdahale eder. Bu noktada Kur'an'ın rolü nedir?
Söz konusu ettiğiniz konularda yeterli çalışmaların yapılmadığı doğrudur. Bu gibi konular yeterli bir birikimi gerektirir. Hem Kur'an'ın ve hem de çağın iyi bilinmesi lazım. Temenni ederiz ki bu alanlarda da araştırmacılarımız yetişir ve ihmal edilmiş ya da değişik nedenlerle yapılamamış bu tür araştırmalar başlasın. Dinî ilimler -ki hayatın sosyal alanlarının tamamı dinî ilimler sahasına girer- alanında çalışan, araştırma yapan her kişi, mutlaka Önce Kur'an'ın konusuyla ilgili ayetleri üzerinde durmalıdır. O ayetlerin siyak ve sibakını iyice okumalıdır. Bu gibi konularda klasik tefsir veya kitaplarla yetinmemeli, çağdaş eserleri de etüt etmeli bir de kendisi ayetlerin anlattıklarından yeni şeyler yakalamaya çalışmalı ve çağımız insanının anladığı bir üslupla bunları aktarmaya çalışmalıdır.
Dindar sosyologlarımıza, hukukçularımıza, ekonomistlerimize bu konuda büyük görevler düşüyor. Bunlar arasından yeteneği ve imkanı olanlar mutlaka Arapça'yı öğrenmeli ve konuları açısından Kur'an'ı incelemeliler. Belki bir müfessirin bu gibi konularda yakalayamadığı bir inceliği onlar yakalarlar.
Bir kaç ay önce "Kur'an'ın Anlaşılmasında iki Mesele" isimli bir telif eseriniz yayınlandı. Önsözünde "Elinizdeki bu araştırmamızda Kur'an'dan iki meseleyi İnceledik, Bunlardan biri genelde akaidi, diğeri ise pratik hayatı yani ameli ilgilendirir." diyorsunuz, Müteşabîh meselesinin itikadı' boyutunu, Nesh meselesinin de pratik boyutunu açar mısınız?
Müteşabih denilince akla ilk gelen hususlar, Allah'ın sıfatları, ahiret gibi itikadi konulardır. Müteşabihi daha geniş bir sahada mütalaa edenler de olmuştur. Ama her iki kesim de Allah'ın sıfatları meselesini müteşabihattan saymıştır. Tabi aksini söyleyenler de var. Ama bunların sayısı çok az.
Bir ayette şöyle buyuruluyor: "Allah'ı hakkıyla takdir etmediler," Bizden nasıl bir Allah'a inanmamız isteniyor? Elbetteki isim ve sıfatları Kur'an'da anlatılan Allah'a. Kelamcılar, Mutezile'nin etkisinde kalarak Allah'ın kimi sıfatlarını tevil ettiler ve artık bu tevilcilik Ehl-i Sünnet'in gerçek itikadı olarak biliniyor. Te'vil etmeyenler de müşebbihe ve rnücessime olarak itham edilir oldu. Onlara bid'atçı, reformcu denilmeye başlandı.
Bu sebeple kitabımın müteşabihatla ilgili bölümünde bunu anlatmaya çalıştım. Ehl-i Sünnet kelamcılarında bir sapmanın olduğunu, Ehl-i Sünnet'in geçmişinin onlar gibi düşünmediğini anlatmaya çalışalım.
Bu vesileyle şunu da belirtmek isterim: Müteahhirun diye bilinen kelamcıların bu yönlerini eleştirirken, onların İslam'a hizmet etmediklerini, yıkıcı olduklarını asla düşünmüyorum. Hatta Mutezilî alimlere de saygım vardır ve onların bu dine büyük hizmetlerde bulunduklarına içtenlikle inanıyorum. Çok iyi alimler yetiştirmişler, İslam'ı iyi savunmuşlar. Ama metafizik konularda felsefenin etkisinde kalmışlar. Ehl-i Sünnet kelamcıları da bu konuda onlardan etkilenmişlerdir. Kitabımda bu meseleleri incelemeye çalıştım.
Nesh konusuna gelince, bilindiği gibi neshin alanı ahkamla ilgili meselelerdir yani amelî meselelerdir. Helal-haram ve davet ile tebliğde takip edilmesi gereken metodla ilgili hususlardır.
Kur'an'da herhangi bir husus emredildikten sonra bilahare bunun aksi bir emir varid midir? Çünkü nesh ile kastedilen budur. En azından günümüzde, hatta asırlardır neshten bu anlaşılmaktadır.
Aralarında nesh bulunan ayetleri inceledim. Böyle bir duruma rastlamadım. Ayetler farklı şart ve ortamları kastediyor. Aralarında nesh var, bir ayet, diğerinin hükmünü kaldırmış demişler. Kur'an, kendisinde bir çelişkinin bulunmadığını buyuruyor. Bir ayet bir şeye beyaz, diğeri de siyah diyorsa bu bir çelişki değil de nedir?
Konuyu biraz daha açayım. Bakıyorsunuz, bir ayete Peygamber (s)'e müşriklerin eziyetlerine katlanması emrediliyor. Başka bir ayette müşriklerin saldırılarına karşılık ver, onlarla savaş, buyuruluyor. ilk bakışta çelişki gibi gözüküyor. Ama bakıyorsunuz ki, müşriklerin eziyetlerine katlanmayı emreden ayet farklı ortam ve şartlarda inmiş, diğer ise başka bir ortam ve şartlarda inmiş. O halde her iki emir de geçerlidir. Ortam ve şartlar hani emri gerektiriyorsa, geçerli olan ayet odur. Bir ayet, diğer ayetin hükmünü kaldırmamıştır. Ortam değişmiş, o ortama uygun ayet inmiştir. Tarih, tekerrürden ibarettir, denilmiştir. Doğrudur, müslümanlar, hangi ayetin ortamını yaşıyorlarsa o ayetle amel edecekler.
Kur'an'da neshin olduğunu ileri süren alimler arasında hangi ayetlerin mensuh olduğu hususunda hiç bir ittifak yoktur. Biri, Kur'an'ın tamamında üç ayetin mensuh olduğunu söylerken biri yedi, başka biri yirmibir vardır diyor. Kimileri de sadece bir ayetin ikiyüz küsur ayeti nesnelliğini söylüyor. Bazıları, tekbir ayet için: Bu ayetin baş tarafı mensuh, ortaları muhkem, son tarafı da nasihtir, diyor. Allah kelamı hakkında bu kadar mugalata yapılmaz, işte bu gibi nedenlerle nesh konusunu incelemeye çalıştım.
Röportaj: Cavit ERKILINÇ