Türkiye'de PKK ile devlet güçleri arasında süren çatışmaların meydana getirdiği ağır tahribat ve yıkımın bilançosunu hesaplamak mümkün değil. Kesintisiz biçimde yaklaşık 15 yıl süren bu kirli savaş süresince yaşanan ve telafisi imkansız acılar yanında, ülkeye hakim kılınan vahşet ortamının etkilerini silmek başlı başına bir uğraş, ciddi ve kararlı bir siyasi irade gerektiriyor. Tüm bu süre boyunca yaşanan işkenceler, cinayetler, kaybetme vakıaları ve daha benzeri bir dizi hukuksuzluğun izlerini silmek ise öncelikle oligarşik iktidar zihniyetiyle hesaplaşmayı gerekli kılmakta. Ne var ki, tüm demokrasi, insan hakları, şeffaflık söylemlerine; idari-yasal düzenlemelere rağmen devlet mantığının değiştiğine dair ciddi bir emare görülmüyor. Bilhassa bürokratik mekanizmanın ve hassaten de askeri bürokrasinin yetki, sorumluluk, hatta ilgi alanına girdiği düşünülen konularda katı bir değişmezlik yasası uygulanmakta sanki. Yaşanan onca acının, hukukdışılığın üzerine kalın bir sis perdesi çekilmek isteniyor adeta. Oysa bu sisli, puslu havanın dağıtılmaması, dağıtılamaması yarınlarda benzeri süreçlerin sil baştan yaşanabilmesi ihtimalini, riskini artırıyor.
Bu çerçevede mızrağın çuvala sığdırılmaya çalışıldığı sayısız olaylardan biri de "Kulp vakıası". 1993 yılında Diyarbakır'ın Kulp ilçesi Alacaköyü'nde 11 köylünün kayboluşuyla ilgili gerçekler artık inkar edilemez bir şekilde ortaya çıkmış bulunuyor. Üzerinden 10 yıldan fazla bir zaman geçtikten sonra 2004 yılında bulunan kemiklerin en azından ikisinin kaybolan köylülere ait olduğu geçtiğimiz ay yayınlanan adli tıp raporuyla kesin olarak belgelenmiş oldu.
Bilindiği üzere 1993 yılında Bolu Dağ Komando Tugayı'nın bölgede gerçekleştirdiği bir operasyon sonrasında gözaltına alınan köylülerden bir daha haber alınamamıştı. Yakınları ısrarla kaybolan köylülerin akıbetinden askerleri sorumlu tutmalarına rağmen Genelkurmay ve hükümet bugüne dek sessizliklerini sürdürmüş ve 11 köylünün akıbetinden haberdar olmadıklarını söylemişlerdi. Buna karşın konuyu AİHM'e götüren kayıp yakınlarının açtıkları davada Türkiye haksız bulunmuş ve tazminat ödemeye mahkum edilmişti. 2004 yılında tesadüf eseri bulunan kemiklerin kaybolan köylülere ait olduğu iddia edilmiş fakat konu adli tıbba sevkedildiğinden resmi makamlar sessizliklerini korumayı tercih etmişlerdi.
Konu artık kesinliğe kavuştuğuna göre yetkililer bundan sonra kafalarını kuma gömme tavrından vazgeçmeli ve bu vahşi cinayetlerin sorumluları hakkında vakit geçirmeksizin soruşturma başlatmalıdırlar. Devletin ırkçı ve inkarcı yaklaşımının yaktığı ateş sonucunda Doğu ve Güneydoğu'da başlayıp tüm ülkeye yayılan ve tüm ülkeyi tahrip eden "kirli savaş" ortamında yaşanan acıların, hukuksuzlukların bir daha yaşanmaması isteniyorsa hukuk dışına çıkılan tüm eylemlerin failleri mutlaka yargı önüne çıkarılmalıdır. Asıl failler, sorumlular artık daha fazla garnizon duvarlarının, apoletlerin, dokunulmazlık zırhının ardına gizlenemezler.
Unutulmamalıdır ki, "ülkenin bekası" adına hareket ettiklerine inanıp kendilerini her türlü hukukun üstünde gören ve işkenceler, köy yakmalar, faili meçhuller ve katliamlar işleyenlerden hesap sorulmaması, devlet içinde sistematik ve kurumsal bir mahiyet kazanmış çetevari yapılanmanın "gerek" gördüğünde yeniden benzeri faaliyetlere girişmesinin yolunu açacak, çeteci zihniyeti cesaretlendirecektir. Katliam açığa çıkmıştır; failleri de mutlaka açığa çıkartılmalı ve katillerden hesap sorulmalıdır.