Devrik depdevrik yazılar yazmalıyım...
Harflerim yas tutar gibi sağa sola eğrilmeli, tümleçlerim can hıraş öteye beriye savrulmalı, sözcüklerim bir cenin saflığında tutunmalı satıra; ünlemlerim özgürlüğü ünlemeli, yüklemlerim en kutsalı yüklenmeli, zamirlerim mıh gibi hatırda kalmalı, çivi gibi çakılmalı yazıya...
Devrik depdevrik! Öyle ki okuyan teyakkuza geçmeli, sapır sapır meydanlara dökülmeli, gürül gürül akmalı, küheylan tadında yol almalı... Yazmalı, yazmalı, sonra yüksek sesle okumalıyım; sonra yaza yaza bunları mı yazdın diye söylenmeli ve hepsini bir tuşta silmeliyim. Yazı makinesiyle uzun uzun bakışmalıyız ardından. Bir bardak çaya, bir fincan kahveye sarılmalıyım medet umar gibi... Hislerimi galeyana getirecek bir ayet, bir ezgi, bir vecize, ya da( inandırıcı olmasa da) bir menkıbe, akıtmalıyım yüreğime ki, harfler ekranda birer yıldız gibi ışıldasın...
Derin sancılar sarmalı benliğimi... Sarıp sarmalamalı, alıp götürmeli, vurup örselemeli; ta ki ben acı çekmenin bir nevi erdem, kurtuluşa yönelmenin ilk adımı olduğunu anlamalıyım. Acılarını sevmeyen, acısından korkup kaçan ve acısını eğip büküp cebine sıkıştıran adam gibi olmamalıyım. Defosuz düşünceler ışığında, şifreli öykülere göz kırpmalıyım sonra...
Bu öykülerden birinde kuleler, diğerinde mezarlıklar olmalı... Kuleler ve mezarlıklar... Mezarlıklar ve kuleler... Bu iki kelime valsı andıran ritimlerle gezinip durmalı satırlar arasında. Kuleler ve mezarlıklar, mezarlıklar ve kuleler... Kul ve... mez... mez... ve... kul... Durmadan tekrarlamalı, bu iki kelimeye kilitlenmeli, dalıp dalıp gitmeliyim. Hüzün ve tebessüm çıkmazında, içimin yangınlarını aktarmalıyım sonra... Ağıt ve hüsranla yoğrulmuş aymazlıklara itibar etmemeliyim... İnadına ışığa yürümeliyim. İkindi telaşında olmalı adımlarım.
Kulelerin nasıl varolduğunu düşününce ince ince sızlamalıyım yeniden.
Bir masal içselliğinde varolmalı gerçekler... Tıpkı dedemin anlattığı gibi...
Bir zamanlar toprak hakiki topraktı. Yeryüzü saf ve masum. Hiçbir şey, kirlenmemişti. Güneş ışınlarını hiçbir toz zerresine çarpmadan gönderiyordu yeryüzüne. Yağmur, yağarken şarkılar söylüyordu. Bulutlar yerle kavuşmak için sabırsız... Gece ve gündüz, yaz ve kış, ak ve kara birbiriyle barışık... Kuzu kurda, buzul güneşe, yıldızlar karanlığa alışık... Fakat evren bir tek yüreğe, tek bir nefese hasret...
Ve insanla başladı iyiliğin ve kötülüğün serüveni... Hep bir koşuşturmaca, köşe kapmaca yaşandı arzın üzerinde. Kâh gül yağmuruna tutuldu dünya; kâh sise, dumana boyandı. Kuleler... işte bu sis perdesinin ardında varoldular... Her çağda, her asırda acı ve gözyaşıyla ıslanmış yüreklerin üzerine temellendiler. Kule sözcüğünü Kur'an'la birlikte kaydetmeliyim hafızama... Hani Musa (a), Firavun'a Rabbini anlattıkça o, hiç oralı olmamış ve Musa'nın Rabbini görmek için yüksekçe bir kule yaptırmaktan söz etmişti. İşte o kuleler o gün bugündür saplılar, arzın göğsüne. Temellerinde milyonlarca masum insanın teri, kanı, iliği, yüreği, ağıtı, sitemi, paralanmış ciğeriyle birlikte...
Adil olmalıyım, tamamen duygusal tümceler, köpük hükmündedir bilmeliyim. Bir nebzecik de olsa sevemez miyim şu kuleleri? Denemeliyim öyleyse; vakur duruşları, insanın içini titreten endamlarıyla hangi yürek göğü paramparça eden o sluetlere duyarsız kalabilir... Güçse güç, iktidarsa iktidar, zaferse zafer... İşte hepsi bir arada! Yiğidin hakkını vermeliyim. Aklıma takılan 'sömürü' sözcüğünü alelacele savuşturmalıyım hatırımdan. Olur olmaz her şeye kafa yormamalayım. Zamansız ve zeminsiz misafirlere güle güle demesini bilmeliyim, file de sevmeliyim kuleleri... (Yahu, neden hiçbir sıcaklık yayılmıyor sol göğsümün üzerine)... Bir serkeşlik, pespayelik, çapaçulluk sarıyor her yanımı... Yo, yo hemen pes etmemeliyim...
Gözümü kapatıp sandalyeme yaslanmalı ve devasa yükseklikler tahayyül etmeliyim. Mesela, masmavi göğe uzanan sevgi yoluna benzetemez miyim onları? Ne kadar güzel kelime varsa sözlükten bakamaz mıyım? Edilgen, atılgan, çatılgan fiilleri derleyip toparlayıp, sözcük öbekleri devirip devşirip, kulelere atıfta bulunanlara verip veriştirip bulamaz mıyım yolumu? Kendimi entellektüel söylemlerin kucağında avutamaz mıyım ha! Tam adaptasyonun eşiğindeyken kulelerin üzerinde birileri peydahlansa da; heykel gibi duran sluetlerle dolsa da etrafım... Korkmamalıyım...
İlk gözüme takılan Muhammed mi? Filistinli kardeşim... Tel örgülerden yırtılmış, her hücresinden kan ve gözyaşı fışkıran cılız bedeniyle bana bakmakta, avucundaki taşı sımsıkı tutan parmaklarının arasından kan damlamakta, yarım kalmış birşeylerin girdabında boğulur gibi nefes alıp verişleri... Bakışlarındaki mertlik, duruşundaki diklik muhteşem.. Kanadıkça büyümekte Muhammed, büyüdükçe zemherinin kardelenlerine benzemekte; bense bahara küskün papatyalar gibiyim... Utanmalıyım... Hemen yanındaki Hiroşimalı kız mı? Gözlerim dehşet içinde kızın gözlerini aramakta. Kızın gözleri yok oysa; retinası irisleriyle karışıp yanaklarının üzerine akmış, saçları yanmış, dili ağzında kavrulmuş parmaklan kopmuş, teni delik deşik... Başka yolu yok; yürek yüreğe anlaşmalıyız. Kızın parçalanmış dudaklarından kahır dolu bir tebessüm, tebessümden gözyaşı dökülmekte, benim gözyaşlarını okyanustaki damla bile değilmiş meğer... Kahrolmalıyım... Kıza hesap veremeden Bağdatlı yaşlı kadın mı karşıma dikilen? Kadının duruşu usta ressamların fırçasından çıkan tablolar gibi kıpırtısız ve donuk. Bir delinin pervasızlığını yansıtan çehresi ve yüreğinin en derin ızdırabıyla bana bakmakta. Hüzün sanki onun için varolmuş. Her an üstüme yürüyecekmiş edasıyla kucağındaki ölü çocuğu, bir bayrak gibi yüzüme savurmakta. Çocuğun cansız bedeni yüzüme, yüreğime, ellenme çarpmakta... Benim çocuklarım, ömürlerinin en güzel çağında oysa; gökyüzüne salınmış uçurtmalar gibi özgür, yarına ekilmiş tohum gibi gürbüz... Ah, benim çocuklarım aç, açık, hastalıklı, ya da ilaçsız değil... Düşünmeliyim!
Bir çıkış yolu olmalı bu dehlizin... Işığa doğru koşmalıyım. Hızımı kesen engeller mi var? Vietnam'dan esen çılgın rüzgâr iliklerime işlemekte. Sazlıklar arasındaki kanlı cesetler ayağıma dolanmakta, tutkal gibi bakışlarıma yapışmakta... Derken kirli bir savaşın perdesi açılmakta ardına dek... Cesetten dağlar, dağdan cesetler, her yanda sirenler, havai fişekler, kan ve barut kokusu, trampet sesleri... Evren tek bir ağıta dönüşmüş... Benim gecelerim göğün gezegenleri kadar sakin oysa, günlerim kum taneleri kadar bereketli. Ne yapmalıyım?
Yüreğimi zorlayamam. Ismarlama olmuyor sevgi denen şey. Seveceksem adam gibi, adam olanı sevmeliyim. Merhamet ve acı Ömervarî bir adaletle hükmetmeli duygulanma. Özgürlük tüm dünya halklarına aynı teraziden dağıtılana kadar sürdürmeliyim kavgamı...
Metruk mezarlıklara sapmalıyım sonra. Ayrık otları, deliceler, çekirgeler, ısırganlar ve vahşi dikenler arasında yol almalıyım. Vakit ikindi, aylardan Eylül olmalı. Dopdolu bir gönülle selamlamalıyım, tümsek toprak yığınlarını. Son çivisi de çıkan bir dünyalı mecnunluğunda yol almalıyım kabirler arasında... Garip bir özentiyle, o meçhul randevunun hüznüyle süzmeliyim etrafı... UZAKLARDA; savaş naraları, mazlum kanı içmeye hazırlanan ve masumiyetin sınırlarını çizmekten bile aciz bir insanlık, münbit ve umut-var olması yasaklanan halklar, bir tek merkeze adanan kul-köle olmaya zorlanan ülkeler, bireyler, gönüllü köleler itidal isteyenlere, şeref ve haysiyet önerenlere veryansın nutuklar, cam kırıktan gibi göze batan tapınış ayinleri, intikam çığlıkları, ukalalığın ayyuka çıkan pervasızlığı, perperişen bir evren mi VAR... Yazık! Yılmamalıyım...
Zaferi değil, azmi ve direngenliği istemeliyim önce... Kıyametim kopmadan duaya ve vahdete açabilmeliyim yüreğimin bütün kapakçıklarını. Kendim için istemediğimi, kardeşim için de istememeliyim. Atılmış ve satılmış kalemlere, dilini üç kuruşluk menfaatine endekslemiş muhbirlere, büyük kelimesini hali hazırda diline pelesenk etmiş siyasilere itibar etmemeliyim. Ekrandan odama taşan gariban kadın ve çocukları ağı Hamalıyım kalbimin en müstesna köşesinde... Sınır boylarındaki perişanlıkları ve derme çatma çadırlarıyla hiç unutmamacasına hatırıma kazımalıyım onları..
Ve kabirlerin sessizliğinde erimeli dünyanın curcunası. Hepimiz öleceğiz-diriltileceğiz-hesap vereceğiz üçgeninde duyumsama I iyim hayatı... Yepyeni bir çağ başlasa da arzın üzerinde, biteviye engellense de boy atması ekinin ve iğrenç izdüşümler özlense de hâlâ göğün üstünde; Allah'ın da bir hesabı olduğunu unutmamalıyım... Beni bana yabancılaştıran tüm imgelere kapatmalıyım kapımı. Gözlerimi açmalı ve baktığımı görmeliyim. Dünyevî buhranlar, deli kızın türküsünü çağrıştıran hafakanlar çekmeli elini yüreğimden; acz ve zillet, yerini güç ve izzete bırakıncaya kadar, tafrasız ve sevecen bir gönülle yüklenmeliyim davamı...
Ve ışık dansları(!) masum ve mazlum olanın ahında sönmeliler artık... Vitrinlik değerlerin ipliği pazara çıkmalı, hümanizmin gerçek yüzü sefer çığlıkları ve tam tam seslerinde aranmalı, hukuksuzluğun hukuku bertaraf edilmeli son maddesine dek...
Ve ben oynaşan kalleş ışıklardan nefret eden göğe mıhlamalıyım bakışlarımı. Yangını her daim büyüyen yüreğimle; her seher vakti dualar uçurmalıyım kardeşlerim için; her günbatımı umuda durmalıyım. Kandan ve etten kule inşa etmek isteyenlere direnmeli, özveriyi kuşanmalı ve pekişmiş bir imanla elinden tutmalıyım şu uçuk kaçık çağın. Sonra sessizce ay ışığında yol almalıyım... Aklıma hep; yakın olan sabah düşmeli bir de devrik yazılarım!..