Küfür ve Saldırıya Özgürlük, Müslümanlara Esaret!

Haksöz

İsveç ve Danimarka’da Rasmus Paludan isimli ırkçı-faşist politikacının gerçekleştirdiği Kur’an yakma eylemleri Batı’da İslam düşmanlığının sınır tanımazlığını ortaya koyarken İslam ümmetine de nasıl bir sistematik saldırganlık ve tahkir tutumu ile yüz yüze olduğunu yeniden hatırlattı. Daha önce Danimarka’da karikatür krizinde, bilahare Fransa’da Charlie Hebdo hadisesinde gündemleşen tartışmaların tazelenmesine yol açan bu eylemler bir kez daha dine saygı ve ifade özgürlüğünün sınırları konusunda alabildiğine bir muğlâklık ve çifte standardın mevcudiyetine ışık tuttu.

Sıkı Yön isimli göçmen karşıtı, ırkçı faşist partinin başkanı olan Danimarka ve İsveç vatandaşı Rasmus Paludan’ın önce İsveç’teki Türkiye Büyükelçiliğinin, sonra da Danimarka’da bir caminin önünde gerçekleştirdiği edepsizliğin kişisel şov olmanın çok ötesine taştığı tartışma götürmez. İfa edilme tarzı bu alçakça fiilleri, dünyanın pek çok ülkesinde bol miktarda bulunabilecek sıradan bir İslam düşmanının basit bir provokasyonu olmaktan çok ilerilere taşıdı. Gerek İsveç gerek Danimarka devletinin tutumları, bu yapılanları hasta ruhlu bir psikopatın basit şarlatanlığı olarak geçiştirmenin mümkün olamayacağını net biçimde ortaya koyarken, tüm aksi iddialara rağmen İslamofobi olgusunun yaygınlığını ve derinliğini gün yüzüne çıkardı.

Bireysel Azgınlık ve Aşırılık Değil, Sistematik Düşmanlık

Şüphesiz dünyanın muhtelif bölgelerinde hasta ruhlu psikopat tipler her zaman çıkacaktır. Yani meşhur olmak için zemzem kuyusuna bevleden şarlatanlara her yerde rastlamak mümkündür. Yeryüzündeki her çılgın, sapkın, hasta tipin her eylemini gündemleştirmek, buna karşı tavır almak, bununla uğraşmak elbette makul olmadığı gibi fayda getirmeyecek bir tutum olur. Ne var ki ortada sapkın kişilik yapısına sahip birinin edepsizliğinden, aşırılığından öte bir durum var. Müslümanları doğrudan hedef alan bir saldırganlık devlet himayesinde tahrik dozu en üst seviyede bir tarzda sahneleniyor. Şüphesiz bu açık bir saldırganlık ve düşmanlık demektir.

Batılı yöneticiler her ne kadar kendileri de tasvip ve teşvik etmediklerini söyleseler de İslam’a ve Müslümanlara yönelik bu tür hakaret ve saldırganlık içeren eylemleri mevzuatları gereği engelleyemeyeceklerini belirtiyor ve bu tutumlarını da ‘ifade özgürlüğü’ ilkesinin ardına sığınarak savunuyorlar. Şüphesiz Batı’da ifade özgürlüğü konusu dünyanın pek çok yerinden farklı algılanıyor. Nitekim Batılı çevreler despotik yönetim anlayışının yaygın olduğu üçüncü dünya ülkelerinde yaşayan topluluk ve bireylerin devletlerin yasaklama hakkının sınırsız olduğu kanaatine sahip olduklarından Batı’da bireylerin, ifade özgürlüklerini kullanırken sahip oldukları geniş hakları anlamakta zorlandıkları, bu yüzden yönetimlerin serbestiden yana tutumlarını anlamlandıramadıkları eleştirisinde bulunuyorlar.

Gerçekten de kilise despotizmi ve otoriter yönetim anlayışlarıyla uzun bir mücadele geleneğinin getirdiği bir hassasiyetle ifade özgürlüğü konusunun Batı’da çok önemsendiği, adeta kutsandığı bilinen bir husustur. Öyle ki Batı’da gerek kurumsal dine ve din adamlarına gerekse siyasilere yönelik tartışma ve eleştiri geleneğinin çoğu zaman çok sert boyutlar kazanıp sıklıkla hakaret sınırlarını da rahatlıkla aştığı görülebiliyor.

Bu boyutuyla ifade özgürlüğü gerekçesiyle dillendirilen savununun haklı yönlerinin olabileceği ilk başta makul bulunabilir. Ne var ki bu savunuda çok bariz iki çelişki mevcuttur. Öncelikle ifade özgürlüğü ilkesinin çok seçmeci bir biçimde uygulandığını biliyoruz. İkinci olarak inanca doğrudan saldırı içeren bir eylemin ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilmesinin absürtlüğünü net biçimde görebiliyoruz.

İfade Özgürlüğünün Esneyip Daralan Sınırları

Batılı düşünme biçimi ve hayat felsefesi dinin alanını giderek marjinalleştirirken sekülerizmi adeta dinselleştirmiş, yeni kutsallıklar icat etmiştir. Cami önünde Müslüman toplumu derinden yaralamaya matuf bir eylemi ifade özgürlüğü kapsamında değerlendiren ve koruma altına alan bu zihniyet örneğin bırakın Holokost’u inkâr etmeyi, tartışmayı bile yasaklamaktadır.

İsrail’in varlığı yine bir başka tabudur. Bir işgal, tehcir ve katliam şebekesi olarak her gün yeni insanlık suçlarına imza atan bu çetenin aleyhine propaganda anti-semitizm yaftasıyla rahatlıkla yasaklanırken mazlum Filistin halkıyla dayanışma çabaları terörizmi teşvik kapsamında suç olarak değerlendirilmektedir. Holokost’u inkâr ya da tartışmayı Yahudi toplumunun duygularını kanatmak olarak ele alanların tüm İslam âleminin aşağılanmasına ve derin bir acı hissetmesine yol açan eylemleri ifade özgürlüğü sınırları içinde yorumlamaları nasıl bir ikiyüzlülükle malul olduklarını göstermez mi?

Yine ikiyüzlülüğün en bariz görüntülerinden birini cinsel sapkınlığın teşvik ve himayesinde görmek mümkündür. Sekülerizmin yeni kutsallarından biri olmaya doğru giden cinsî sapıklık konusu Batı’da çürümenin, yozlaşmanın bayrağı haline gelmiştir. Aileyi, toplumu temellerinden sarsan, gelecek nesilleri adeta eriten bu virüs devletler eliyle korunup yaygınlaştırılmakta ve bu çılgınlığa karşı her türlü çıkış en sert biçimde cezalandırılmaya çalışılmaktadır. Sadece sapıklığı eleştirdiği, insanları bu lanetli hastalığa karşı uyardığı için çeşitli Avrupa ülkelerinde son yıllarda çok sayıda imam suçlanmış ve sınır dışı edilmiştir. Bu suçlamayla mescitler kapatılmıştır.

Kur’an-ı Kerim’i yakmayı ifade özgürlüğü kapsamında görenlerin cinsel sapkınlığın eleştirisine bu kadar tahammülsüz tutum almaları ilginç değil midir? Bakın ortada sapkınlara yönelik doğrudan bir eylem, hatta bir eylem çağrısı dahi yokken, sadece bu konuya dair alınan tavır dahi en şiddetli şekilde kovuşturma konusu olabiliyor. Bir mescitte sarf edilen sözler üzerinden insanlar yargılanabiliyor, ülkeden kovulabiliyor. Bu sözler asla ifade özgürlüğü kapsamında ele alınmıyor.

Ne var ki ülke ülke gezip provokatif bir tarzda insanların inancına saldıran bir alçağın eylemi ifade özgürlüğü gerekçesiyle himaye görüyor! Herkesten de bu saçmalığa tahammül göstermesi bekleniyor. Tepki verdiklerinde de Müslümanlar hoşgörüsüz olmakla, terörizme meyletmekle suçlanıyor. Gerçekten de bu ne kadar büyük bir hukuksuzluk!

Saldırganlık Eleştiri Değildir!

Batılılar ve onlarla aynı frekanstan yayın yapan İslam dünyasındaki uzantıları dine ait değerlerin, kutsalların ancak inananlar açısından bağlayıcı olduğunu, inanmayanlar içinse bunun bir hükmünün olmadığını, her şekilde tartışma ve eleştiriye açık olması gerektiğini savunuyor; ifade özgürlüğü ilkesinin kişilere bu hakkı tanıdığını ileri sürüyorlar. Doğrudur, inanmayanlardan iman edenlerin tutumu beklenemez. Karşı çıktıkları inançları, anlayışları, görüşleri tartışmaları, eleştirmeleri de elbette engellenemez.

Nitekim bu hep böyle olmuş; tarih boyunca diğer inançlar hakkında olduğu gibi İslam’a ilişkin olarak da sayısız tartışma, eleştiri yapılmıştır. Oryantalizm adlı disiplin bu tutumun kapsamlı bir külliyata dönüştüğünü göstermektedir. Bu kapsamda çalışmalar yapan, eser üreten pek çok isim İslam’ın temel ilkelerini kıyasıya tartışmaya açmış; vahyin doğasından başlayarak siyere, İslami ilimlere kadar pek çok konuda eleştiriler getirip tutarsızlık ithamlarında bulunmuştur. Müslümanlar da güçleri yettiğince bu iddialara cevaplar vermiş, iddia sahiplerinin tutumlarını, yaklaşımlarını, daha öncesinde de niyetlerini tartışmaya açmışlardır.

Mamafih bugün gündemde olan şey asla bu tür bir tartışma değildir. Selman Rüşdü’nün romanında yapıldığı şekliyle müminlerin anneleri sayılan Resulullah’ın (s) pak zevcelerinin iffetsizlikle itham edilmesi, Charlie Hebdo örneğinde görüldüğü üzere müminlerin canlarından aziz bildikleri Resulullah’ın en çirkin vasıflarla karikatürize edilmesi ya da İslam ümmetinin varlık sebebi, hayat rehberi Kur’an-ı Kerim’in yakılması türünden eylemlerin ifade özgürlüğü ile alakası yoktur. Nasıl ki şiddete teşvik, suçu övme, ırkçılık, bir topluluğu tahkir, kışkırtma vb. fiiller ifade özgürlüğü içinde değerlendirilip himaye görmüyorsa bir topluluğun inancına doğrudan saldırı içeren bir eylem de bu kapsamda meşru ve mazur görülemez.

Düşünün ki Paludan isimli ırkçı, camiden çıkan bir Müslümana uzun sakalından ötürü kızıp tükürse ya da kıyafetinden dolayı hakaret etse bu eylem asla legal sayılmaz ve mutlaka cezalandırılır. Peki, tek bir kişinin hedef alındığı basit bir tahkir olayında eyleme maruz kalan kişinin kişilik haklarının korunmasını elzem addedip yüz milyonlarca Müslümanın en galiz biçimde aşağılanmasına, bir hakaret, küfür ya da tokat ile kıyaslanamayacak şekilde en ağır biçimde duygularının incinmesine, yaralanmasına yol açan bir eylemi ifade özgürlüğü kapsamında ve legal bir davranış olarak görmek olacak şey midir?

Sömürgeci Medenileştirme Misyonuna Devam!

Burada dine karşı laik/seküler tutumun meydana getirdiği bir aşırılık ve ölçüsüzlükle beraber hassaten Müslümanlara karşı takınılan bir tekebbür ve umursamazlık halinin izlerini de tespit etmek fazlaca bir kuşkuculuk sayılabilir mi? Hayır! Bilakis, Müslümanlar söz konusu olduğunda bu yukarıdan bakan, küçük gören, aşağılayan tutum gayet belirgindir. Modern sömürgecilik her vesileyle ve sürekli biçimde ‘terbiye’ etmeye, yola getirmeye çalıştığı Müslümanları bu tür gelişmeler, hadiseler vasıtasıyla yeniden ve yeniden imtihana tâbi tutmakta ve adeta “Sıyrılın artık şu köhnemiş takıntılarınızdan, bir an önce bize benzemeye çalışın!” diye tedip etmeye yönelmektedir. Bu zihniyete göre direnen, kendisi olmayı sürdüren Müslümanlar aşırıdır, uyumsuzdur, terörizme meyyaldir!

Bu önyargıyı, küçük görmeyi, adaletsizlik ve ikiyüzlülüğü her şekilde görmek mümkündür. Öyle ki Afganistan’da kadınıyla erkeğiyle tüm bir halka yirmi yıl boyunca işgalin acısını yaşatanlar kadın hakları savunucusu olarak karşımıza çıkmakta bir beis görmezler. Ukrayna’da işgale karşı direnenleri her şekilde destekleyenler, Suriye’de vahşi katliamlar karşısında direnenleri de onları destekleyenleri de terörist olarak tanımlamaktan çekinmezler.

Filistin’de bir gün arayla gerçekleşen iki hadise bu ikiyüzlülüğü, adaletsizliği net biçimde ortaya koymaktadır. 26 Ocak günü Cenin’de 9 Filistinlinin katledilmesini ‘terörle mücadele’ diye pazarlayan İsrail’in saldırganlığını görmezden gelenler bir gün sonra bu katliama tepki olarak Kudüs’te Filistinli bir gencin işgalci unsurları hedef alan saldırısı üzerine Siyonistlerin acısını paylaşma ve eylemi kınama, lanetleme yarışına girişmeye utanmazlar.

Hadi işgali görmediniz, işgale karşı direnme hakkını yok saydınız! Peki, İsrail’in çoluk çocuk demeden katlettiği insanları neden görmüyorsunuz? Cenin BM kararıyla da işgal edilmiş bir bölge olarak tanımlanmıyor mu? İsrail’in derhal buradan çekilmesi gerektiği sözde uluslararası hukukun koruyucusu olarak tanımlanan BMGK kararlarıyla teyit edilmiş bir hüküm değil mi? Neden Siyonistlerin işlediği suçlara karşı laf ile bile olsa tepki vermiyorsunuz? Neden işgale ve katliama maruz kalan Filistin halkının direniş iradesini ısrarla ve inatla kırmaya çalışıyorsunuz? Bu insanların suçu ne? İşgale karşı direnmek, işgalciye boyun eğmemek suç mu?

Mesele Paludan adlı sapığın eyleminden ibaret değil. Meselenin temelinde çağdaş sömürgeciliğin dayatılması; bu düzene, dayatmaya boyun eğmeyen, itiraz eden Müslümanları ‘terbiye etme’ mantığı yatmaktadır. Bu noktada Müslümanların tavırları önem kazanmaktadır. Bahsi geçen hadiseyle ilgili olarak da ortaya çıktığı üzere Müslümanlar arasında iki uç yanlışa düşme tehlikesi mevcuttur.

Zilleti İçselleştirmeyi Olgunluk Diye Pazarlamak

Birincisi umursamazlık halidir. İslam ümmetinin maruz kaldığı saldırıyı, aşağılanmayı önemsememektir. Bilhassa statükoya eklemlenmiş siyasiler, aydınlar arasında bu tutum yaygındır. İzzetli olmak gibi bir dertleri, tasaları olmadığından İslam’ı ve Müslümanları hedef alan düşmanlık onları ilgilendirmemekte; hatta tepki vermeyi aşırılık olarak yaftalamaktadırlar. “Provokasyona gelme” kaygısıyla adeta bünyenin dirilik alameti göstermesini yanlış görme, ümmetin hayat damarlarının kurumasını talep etme gibi bir olumsuzluğa düşmektedirler.

Klasik muhafazakâr tutumun bir tezahürü olan ‘itidal’ çağrılarını hatırlatacak şekilde İslami camia içinde son dönemlerde bir kısmı ilahiyat camiasından muhalif karakterli kimi isimlerin de “Küçük şeylerle uğraşmayalım, asıl tehlike içimizde!” türünden söylemler geliştirdikleri görülmektedir. Bu zevat sosyo-ekonomik adaletsizliklerle uğraşmak yerine bu tür tartışmalarla hedef saptırıldığı ve geniş kitlelerin oyalandığı iddiasındadır. Onlara göre asıl uğraşılması gereken şey Kur’an’ın sayfalarının yakılmasına tepki vermek değil, içerdiği sosyal adalet ilkesinin göz ardı edilmesidir.

Her vesileyle faturayı içeriye kesme, sürekli olarak “Biz böyle olmasaydık başımıza bunlar gelmezdi!” söylemiyle neredeyse maruz kalınan bütün zulümleri hak ettiğimizi anımsatıp zalimlere yönelik öfkeyi sanki boşa çıkarma çabasındadırlar. Bu söylemin İslam ümmetinin maruz kaldığı aşağılamayı da buna karşı direnme imkânını da idrak etmekten uzak olduğu açıktır. Sol jargon ve siyaseti taklit eder görünen bu söylemin sahipleri neticede aşırı tepkisellikle İslami hareketi kuru bir politik zemine hapsetme ve ümmetin duyarlılığını, İslami değerlere bağlılığını zayıflatma eğilimini yaygınlaştırmaktadırlar.   

Duygusallığa Hapsolmak 

İkinci uç yanlış ise aşırı duygusallıkla davranıp konuyu sembollere indirgeme şeklinde karşımıza çıkmaktadır. Mushafın yakılması karşısında İslami değerleri savunma gayretiyle harekete geçen ama Kur’an’ın hükümlerinin tasfiyesi, çiğnenmesi karşısında hareketsiz kalan bir tutum söz konusudur. Elbette sembollere yapılan saldırının kitleler nezdinde esaslara yönelen saldırılara nazaran daha kolay algılanması ve tepkiye sebebiyet vermesi anlaşılabilir bir durumdur. Ama bu halin İslam ümmeti olarak içine düştüğümüz şu cendereden çıkmamıza yetmeyeceği de görülmek zorundadır.

Evet, Kur’an-ı Kerim’e yönelik saygısızlığın, edepsizliğin tepkiyle karşılanması zaruridir ve saygın bir tutumdur ama bununla yetinmek ve meseleyi sadece mushafa saygıya indirgemek doğru değildir, Rabbu’l-Âlemin’in rızasına da muvafık değildir. Kur’an-ı Kerim’e hürmet öncelikle onu hidayet ve rahmet kaynağı olarak hayatımızın tümüne rehber kılmayı gerektirir. Her alanda Kitabullah’ın hükümlerine tâbi olmayı, emir ve nehiylerine bihakkın uymayı ilzam eder.

İsveç’teki çirkin hadise üzerine Türkiye’de kamuoyunun tamamına yakınının tepki vermesi ve neredeyse tüm siyasi partilerin Kur’an’a saygı gösterilmesi gerektiğine dair açıklama yapma ihtiyacı hissetmesi kuşkusuz Türkiye’nin toplumsal yapısı ve siyaset zemini açısından olumlu bir gelişmedir. Ezan, Kur’an yasağıyla temelleri atılmış; daha kısa sayılabilecek bir geçmişte başörtüsü ve imam hatip okulları üzerinden en şedit düşmanlık gösterilerine sahne olmuş bir ülkede her ne gerekçeyle olursa olsun farklı kesimlerin Kur’an’ı sahiplenme mesajları verme durumunda kalmalarını boğucu, dışlayıcı resmî ideoloji bağlılığının aynen sürdürülemediğinin bir göstergesi olarak değerlendirmek yanlış olmaz. Ne var ki bu manzara ancak yüzeysel bir gelişmeyi yansıtmakta, öze dair bir tutum değişikliğine ise işaret etmemektedir.

Kur’an’a Hürmet Neyi Gerektirir?

En az Rasmus Paludan kadar ırkçı bir zihniyetin temsilcilerinin Kur’an’a saygı gösterilmesi gerektiğine dair yayınladıkları beyanların ne kadar gerçekliği ve geçerliliği olabilir? Bu ülkede, en az Rasmus Paludan’ın ötekileştirdiği, nefret ettiği göçmen Müslümanlar kadar, muhacir kardeşlerimizden nefret eden siyasiler var. Ülkelerindeki vahşetten, katliamdan, yaşanamazlıktan kaçarak bu ülkeye sığınmış muhacir kardeşlerimizi her fırsatta hedef gösterenlerin, ırkçılık ve göçmen düşmanlığını siyasi kaldıraç gibi kullanmaya çalışanların hangi sözleri ciddiye alınabilir ki?

Hiç şüphesiz onların tahayyüllerindeki Kur’an, Rabbu’l-Âlemin’in hayatı tanzim etmek üzere inzal buyurduğu Kitabullah değil ancak zor zamanlarda moral ve motivasyon ihtiyaçlarını karşılamak üzere kendisine başvurulan bir ‘kutsal kitap’tır. Onlar böyle bir kitaba saygı duyulmasını isterler ama hakkı bâtıldan ayıran furkan vasfına sahip Kitabullah’a ise sırt çevirirler.

İsveç’te gerçekleştirilen alçak eylem için failin mekân olarak Türkiye Büyükelçiliğinin önünü seçmesi üzerinde çokça vurgu yapıldı. Bu hususun önemli bir ayrıntı olduğunun biz de altını çizelim. Elbette İsveç’in NATO’ya girişine Türkiye’nin onay verip vermeyeceği tartışması burada belirleyici olmuştur. Ama bunun da ötesinde Türkiye’nin dünyanın pek çok bölgesinde son yıllarda gerek İslam ümmeti için gerekse İslam ümmetinin düşmanları nezdinde önem kazandığı, Müslüman halkların ve İslami taleplerin temsilcisi konumunda algılandığı görmezden gelinemez.

Kur’an’la Yücelmek

Laik-Kemalist çevreleri bir hayli üzen, sıkan bu hal elbette bizler açısından sevindirici bir gelişmedir. Ne var ki bu durumu bilhassa iktidara yakın kimi çevrelerin yaptıkları üzere kof bir propagandaya dönüştürme ve en nihayetinde üzerine İslami bir sos katılmış milliyetçi hamasete malzeme yapma tehlikesi de kapıda beklemektedir. Bu tür ölçüsüzlüklere ve politik hesaplara karşı ilkesel bir tavır alışın öne çıkartılması ve asli hedefin ne olduğu sorusu Müslümanlarca sürekli biçimde gündemde tutulmalıdır.

Kur’an-ı Kerim politik kaygılarla istismar edilen değil, tâbi olunan ve hakem konumundadır. Dünyevi hesaplar ve menfaat saikiyle kendisine başvurulan değil, hükümlerine teslim olunandır. Hiç şüphesiz içtenlikten uzak, hesapçı bir tutumla saygı gösterilerine başvuranları Kur’an yalancı çıkartır ama samimiyet ve bağlılıkla kendisini yüceltenleri ise yüceltir, izzete ulaştırır.