Türkiye Şubat ayında yaşanan ekonomik kriz sonrası yine yeni senaryolarla çalkalanıyor. Bu senaryoların odağında da bilindiği üzere "kurtarıcı" olarak sunulan Kemal Derviş ve onun hazırlayacağı "mucize" program gelmekte. Halk, bir gecede %40 fakirleştirilirken, dar gelirli geniş halk kitleleri açlık sınırına terk edilirken kurtarıcılardan önce "kriz" olgusunu gündeme getirip tartışmak zorunluluğu ortaya çıkıyor. Bir gecede oluşan palyatif bir olaymış gibi sunulan kriz, halkın zihninde ABD'nin vereceği para ile çözülebilecek arızi bir durum izlenimi oluşturmakta. Zaten ilk ciddi saptırma da bu noktada yaşanıyor.
Biz, gerek geçtiğimiz yıl Kasım ayında gerekse bu Şubat ayında bir kriz yaşamadık aslında. Türkiye ekonomisi aslında son dört ayda iki kez çökmedi. Olanlar neydi peki? Olan buzdağının görünen ucuydu, su üstüne çıkan kısmı. Türkiye, uygulanan kapitalist/neo-liberal politikalar sonucu yıllardır ekonomik ve siyasal çöküntü yolunda seyretmektedir. İşte bu gidişat artık kendi çöküntüsünü gizleyemez duruma gelmiştir. İzmir İktisat Kongresi'nden beri sürdürülen Batıcı, liberal ekonomi politikaları; 1950'lerde liberal politikaların etkinleşmesi, 1960'larda planlı dönem ve 1980'lerde finansal liberalizasyon, neo-liberalizmin tam hakimiyeti süreçlerini geçerek ülkeyi çöküntüye mahkum etmiştir. Bugünkü krizler ise 80 yıllık cumhuriyetin halkını, açlık ve sefalete mahkum edişinin ABD'nin uydusu olmayı kaçınılmaz çıkış yolu olarak sunan onursuz siyasetçiler eliyle ilanıdır.
Türkiye'nin sürekli gidişatı; küreselleşen dünyada gelişmiş merkez kapitalizm çevresinde uydu/müttefik olarak konuşlanmış ikinci sınıf ve çevresel bir ekonomi olması ve bu konumundan kurtulma çabalarının olumlu sonuç vermemesinde görülmektedir. Üçüncü dünya ülkesi konumundan, kapitalist ekonomilere öykünen ancak kişi başına 2500 doların altındaki milli geliriyle sadece imrenebilen Türkiye, sürekli kriz ortamına sürüklenmekte ve bazı arızi şoklarla buzdağının su üstüne çıkan kısmı görülebilmektedir. Bu haliyle "kriz ekonomisi" sürekli dış borç alan, dışarıdan yardım almadan yürüyemeyen sakat bir görünüm içerisinde bocalamaktadır. Ancak ekonomi dış destekle kalkındırılmamakta, ancak dış borç ödemelerini aksatmayacak kadar güçlü (!) geri bir ekonomi konumunda sürüklenmeye mahkum edilmektedir.
Kriz ekonomisinde ekonomik istikrarsızlık ve kriz olgusu aslen palyatif, arızi bir durum değildir. Bizzat köşe dönmeci, "her köşe başında bir milyoner yaratma"cı cumhuriyet ekonomi politikaları halkı krize mahkum etmektedir. Halk krizlerle bir gecede %40 fakirleştirilirken bir avuç azınlık bir gecede trilyonlar kazanmaktalar. Gecelik faizlerin %7500'e çıktığı kriz gecesi sayıları on binden fazla olmayan gecelik repo mudilerine tüm ülke halkının yani 60 milyonun servetinin %40'ı pompalanıyordu. Kim bu kişiler peki? İşte cevabı: Sakıp Sabancı'nın sahibi olduğu Akbank'ın sadece krizin olduğu gece 1 milyar doları bankalar arası para piyasası vasıtasıyla Ziraat Bankası'ndan yani devletten, yani halkın cebinden söğüşlediğini gazetelerden okuyoruz. Oysa Sakıp Ağa krizin kendisini de nasıl %40 fakirleştirdiğini anlatacaktı ağlamaklı bir sesle, ertesi gün televizyonda.
Halkın krizi arızi bir durum gibi algılaması için medyanın tüm büyüsü ile seferber edildiği görülüyor. Madem ki kriz MGK'daki siyasal krizden kaynaklanıyordu ve bankaların döviz ihtiyacından başka bir anlama gelmiyordu, öyleyse bir kurtarıcı ile halkın aldatılması da mümkün olabilirdi. İşte Kemal Derviş tam burada sahneye çıkıyor. IMF politikalarının ülkeyi sürüklediği batak görülmesin diye Kemal Derviş halka bir "kurtarıcı mehdi" edasıyla sunuldu. Buna göre Derviş, ABD'li efendiler ve IMF, Dünya Bankası nezdindeki itibarıyla Türkiye'ye ihtiyacı olan borcu bulacak, böylece ülke güllük gülistanlık olacaktı.
Derviş'in Celisinin Siyasal Boyutu
Kemal Derviş'in sahneye çıkışını isteyen ve gerçekleştiren çevreleri açıkça ortaya koymak gerekiyor. Kamuoyuna sunulduğunun tersine Kemal Derviş ismini ilk telafuz eden Bülent Ecevit değil IMF Başkan yardımcısı Stanley Fischer olmuştur. Uluslararası küresel iktidar Türkiye'de ekonomik politikaları organize etmek üzere Kemal Derviş'i görevlendirmiş. Ecevit'e ve TC Hükümetine ise "atanan" görevliyi "davet etmek" düşmüştür. Bu gerçeği Kemal Derviş'in yakın dostu da olan Cengiz Çandar bakınız nasıl ifade etmektedir:
"Kemal Derviş'i, salt Kemal Derviş olarak görmek bir hata olur. Kemal Derviş şu anda Amerikan Hazinesi, Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu (IMF)'nun "ortak iradesi" uyarınca, bulunduğu koltuğa oturmuş durumda(dır). (...) Kemal Derviş, şeklen Bülent Ecevit'e bağlı gözüküyor. Ecevit'in, Kemal Derviş'in ekonomik kararlarına "Başbakan mührü" vurmaktan öteye, yanı bir tür "siyasi noterlik"ten başka ne anlamı kalmıştır?" (4.3.2001 Y.Şafak)
Görülüyor ki ABD liderliğinde uluslararası hegemonya açık bir şekilde Türkiye'nin başına atama yapmaktaydı. Aynı günlerde Ecevit ve H. Özkan ile görüşen ABD Büyükelçisi Robert Pearson ABD'nin taleplerini aktarıyordu. Öte yandan yine aynı günlerde ise ABD'nin Dışişleri Bakanlığının Ortadoğu'dan sorumlu yetkilileri Türk Dışişleri'ne Türkiye'nin Irak ve Kıbrıs konusundaki dış politikalarını dikte ettirmekteydiler. ABD'nin Yakın Doğu'dan sorumlu Dışişleri Bakan Yardımcısı Edward Walker da Türkiye'de bulunuyordu. George W. Bush bizzat Ecevit'i arayarak ABD açısından Türkiye'nin önemini vurguluyor. Türkiye'nin Kemal Derviş'in ekonomi politikalarına destek alacağını ifade ediyordu. ABD'nin Türkiye'nin çöküşünü bir milli güvenlik konusu olarak ele aldığı görülüyordu.
Bu noktada, Amerika'nın Türkiye'nin ekonomik çöküntü içerisine girmesi ile ilgili tavrını irdelemekte yarar var. ABD'nin Clinton liderliğindeki eski yönetimi, uluslararası alana sirayet ederek küresel ekonomiyi bozması ihtimaline karşılık ekonomik krizler konusunda gayet duyarlıydı. Asya krizi, Meksika'da yaşananlar ve Rusya krizi Clinton liderliğindeki Amerika'nın ilgilendiği ve Maliye Bakanlığı dolayımın da müdahale ettiği alanlar olmuştu. George W. Bush yönetimindeki yeni Amerikan hükümeti ise dünyanın çeşitli noktalarında ortaya çıkan ekonomik krizler konusunda yeni bir tutum İzliyor. Uluslararası krizlere parasal yardım yapmak konusunda çekinceler ve burnunu krizlere fazlaca sokmamaya gayret etmek şeklinde özetlenebilir yeni politika. Bu çerçevede krizlere müdahale amacıyla şimdiye kadar bu tür olaylara bakan Maliye Bakanlığı yerine ABD Milli Güvenlik Konseyi'nde yeni bir masa oluşturulmasına çalışılıyor. (Bkz. 4.3.2001 Zaman) İşte Türkiye'nin krizi tam da ABD'de bu yeni oluşumun henüz tamamlanmadığı, siyasal belirsizliklerle malul bir sürece denk geldi. ABD Türkiye'den önce krize giren Arjantin'e parasal destekte bulunmayı yeni politikası dolayısıyla kabullenmemişti. Türkiye'nin istemekte olduğu parayı vermek konusunda da hala tereddütler sürüyor. Bu paranın verilip verilmeyeceği konusunda 15 Nisan son tarih olarak ortaya çıkıyor. Görülen o ki ABD'nin ayak diretmesine rağmen "ulusal güvenlik"i gereği TC'yi himaye etme mecburiyeti var. Fiilen 57. eyaleti konumundayız ne de olsa. Hele de ülkenin başına Derviş gibi bir "vali" atanmışken.
Bu hususu Robert Kaplan 27 Şubat'ta New York Times'ta yayınlanan yazısında şöyle ifade etmekteydi: "Bush yönetimi, ekonomik bunalımındaki ülkelere destek çıkmayacağını açıkladı. Ama söz konusu Türkiye olduğunda, son mali krizin jeopolitik kriz boyutuna ulaşmaması için, Türk siyasi sisteminin modernleşmesini himaye altına almaktan başka çaresi olmadığını anlamak zorunda kalabilir." (2.3.2001 Y.Şafak)
ABD'nin para verme konusunda çok temkinli davranmasının bir nedenini de Türkiyeli siyasilere güvenmemesi oluşturuyor. Öyle ya şimdiye kadar Amerika bu değerli müttefiğine; batmaması, en azından borç ödemelerini aksatmaması için IMF vasıtasıyla tam 17 kez para vermiş bulunuyor. Oysa her seferinde gelen para çarçur edilmekte, bankacılık/borsa-siyaset-işadamı üçgeninde "memleketin faydasına" kullanılmakta(!). Bunu Amerikan-Türk Konseyi (ATS) Başkanı, baba George Bush'un eski danışmanı da olan Brent Scowcraft açıkça ifade ediyor, yolsuzluklarla gönderdiğimiz parayı yemeyi bırakmadan size para yok diyebiliyordu. (27.3.2001. Milliyet) Böylece ABD'nin ülkenin başına bir adam yollaması da daha anlamlı hale geliyor. Bu durumun, ülkedeki yolsuzluk batağı siyaseti o derece içerisine almış ki uluslararası iktidar Türkiye'ye gönderdiği paraları çarçur etmeyecek, "namuslu" birini ithal etmek zorunda kalıyor, şeklinde yorumladığını görüyoruz.
Kim Bu Kemal Derviş?
Geçtiğimiz aya kadar birçoğumuzun ismini bile bilmediği bir kişiydi Kemal Derviş. Şu an ise siyasal anlamda ülkenin iktidarı olarak görülüyor. Peki kim bu Derviş? Rivayetler muhtelif. Kendisi 30 yılı aşkın bir zamandır ABD'de yaşıyor. Dünya Bankası (WB) gibi küresel kapitalizmin beyni olan bir yerde başkan yardımcılığına kadar yükselmiş ve kendisini atayanlara güven verebilecek kadar kapitalist/liberal biri. Öte yandan Ecevit'e danışmanlık yaptığı, hatta Özal'ın kendisine "Türkiye'ye gel, solun başına geç, senin karşında seçim kaybetmeye razıyım" dediği rivayet ediliyor. Yani anlayacağınız "sosyal demokrat" yönü de var WB eski başkan yardımcısının nasılsa! Ancak liberal anlayışının ağır bastığı yapmaya çalıştığı ekonomik programda geniş dar gelirli halkın durumundan çok "bankacılık sektörü" ile ilgilenmesinden de anlaşılıyor.
Derviş, Cem Boyner'in YDH'sında kurucu olmuş biri. YDH'dan arkadaşı olan Asaf Savaş Akat'a kendisini şöyle tanımlıyor: "Kelimenin Amerika'daki anlamıyla liberal, Avrupa'daki anlamıyla sosyal demokrat diyebiliriz. Clinton ve Blair çizgisine benzetebiliriz." (2.3.2001 Milliyet)
Niye Kemal Derviş'ten bu kadar bahsediyoruz, izah edelim. Derviş düne kadar hiç tanınmayan biri iken maşallah bugün cumhurbaşkanı Sezer'in popülaritesini bile sollayacak bir noktaya geldi neredeyse. Üstelik neredeyse siyaset üstü bir konum arzederek. Bırakınız başbakan olmayı, tek başına ülkenin hükümeti gibi işliyor. Derviş'in uçakla Türkiye'ye indiği gün bakanlar kurulu, tarihinde ilk kez 5 dakika sürüyor, bakanlar Derviş'in atanmasına dair boş kağıda -dikkat ediniz henüz vazifesi belli olmadan- imza attırılarak dağıtılıyordu. Derviş adeta Türkiye'nin başına "padişah" gibi atanıyor, bakanlar kurulu yani ülkenin yöneten organı neredeyse tasfiye ediliyor, yasama organı TBMM İse emirlere amade bekletiliyordu.
Hatırlayacak olursanız benzer bir durumu şimdiki Cumhurbaşkanı Sezer'in iktidara gelişi sırasında yaşamıştık. Fazla tanınmayan bir devlet görevlisi, emekliliğine yakın "birileri" tarafından Cumhurbaşkanlığına aday gösterilmiş ve halk bazındaki güven oranı en yüksek olan kişi haline getirilmiştir. Sezer'den de aynen Derviş gibi her şeyi değiştirecek mucize kişi gibi bahsediliyordu. Ve tesadüfe bakın ki Sezer'de aynen Derviş gibi arkasında var olan gerçek güçler tarafından değil, Ecevit eliyle politikaya sokuluyordu. Ne kadar çok benzerlik var değil mi, hayret!
Bu noktada bazılarının Derviş'in "yeni bir Özal" misyonu ile Türkiye'ye atandığı iddialarını iyi değerlendirmek gerekiyor. "Mehdi" sözcüğündeki gibi alayvari bir tavırdan öte söz konusu iddia, kanaatimizce, ciddiye alınması gereken bir boyut arzediyor. Uzun zamandan beri sistem içerisinde yaşanan farklı kanatların çatışmasında liberal anlayışın siyaset kurumu dışında etkinliği yoğunlaştırdığı, ancak siyaset boyutuyla beklenen tasviyenin henüz gerçekleşmediği görülüyordu. Şimdi ise Avrupalılaşmayı ve küreselleşmeyi gerçek Atatürkçülüğün gereği sayan biri yürütme organının adeta başına tepeden inme şeklinde konduruluyordu. Haluk Şahin'in mutlaka okunması gereken 2 Mart tarihli yazısı Derviş'in siyasal boyutunu anlamak açısından önemli veriler sunuyor:
"Derviş Kemalizm'i küreselleşmeye karşıt bir görüş olarak değil, tam tersine, Türkiye'nin 'çağdaş uygarlık düzeyi'ne yükselmesini önerdiği için küreselleşmeyi içeren bir görüş olarak değerlendiriyor. Oysa, Türkiye'de son dönemlerde Kemalizm daha çok ulus-devletçi ve anti-küreselleşmeci bir ideoloji olarak savunuluyor. Bu paradoks, eğer Türkiye'de çalışmayı kabul ederse, Derviş'i zorlayacaktır. Çünkü Ankara'da birçok çevrenin, bu arada Bülent Ecevit ve Devlet Bahçeli'nin kafaları bu konuda netliğe ulaşmış değildir." (2.3.2001 Radikal)
Özal'ın 80'ler öncesi konumunu hatırlatıyor Cengiz Çandar:
"Bu hükümet, zaten miadını çoktan doldurmuştu. "Defin töreni" yapılmadı. Kemal Derviş öyle bir konuma yerleştirildi ve atacağı adımlarla Türkiye'yi öyle gelişmelere tabi kılabilecek ki, hükümet gittiği vakit; Kemal Derviş kalabilir. Bu yönüyle, 1980'deki Süleyman Demirel hükümeti 12 Eylül darbesiyle devrildiğinde, Demirel'in Başbakanlık ve hem de DPT Müsteşarı olan Turgut Özal'ın yeni kurulan Bülent Ulusu hükümetinde korunduğunu, hatta daha da yükseltilerek Ekonomiden sorumlu Başbakan Yardımcısı yapıldığını hatırlatmakta yarar var. (4.3.2001 Y.Şafak)
80 sonrası ise Özal'ın yıldızının nasıl parladığını ya da küresel odaklarca 80'lerin "altın çocuğu" olarak parlatıldığının, 80'lerden sonra da Türkiye'nin bölgesinde küresel emperyalizmin en sadık müttefiki olması ve kapitalistleştirilmesi noktasında nasıl kilit bir rol oynadığını hatırlıyoruz. Bu boyutuyla Kemal Derviş'in "yeni bir Özal" vizyonu ile ülkeye gönderildiği iddiasını önümüzdeki günlerde daha ciddi takip etmek gerek. Özellikle "dinazor" olarak tabir edilen yaşlı siyasetçilerin ve politik arenanın tasfiyesi boyutunda Demirel örneğinin diğer liderlerin başına da gelip gelmeyeceği sorusu merak uyandırıyor. Yaklaşan DSP Kongresini bir de bu gözle izlemek gerekebilir.
Derviş'in Kurtarıcı Programı Neler İçeriyor?
Bugünlerde düzenli gazete okuyucusu iseniz Kemal Derviş liderliğinde ekonomik alanda yenilikler yapılacağı ve birçok şeyin düzeltileceğine inanıyorsunuzdur muhtemelen. Bankacılığın stabilizasyonundan, 15 yasanın çıkarılacağına, yapısal değişikliklerden "güven" faktörünün nasıl sağlandığına kadar birçok laf uçuşuyor etrafta. Halka özellikle medya vasıtası ile 2 yıldır uygulanan IMF programından apayrı, "ulusal" ve kurtarıcı yeni bir reçete hazırlandığı iddiası pompalanıyor. Oysa IMF ile anlaşma imzalayanlar, çöken programı daha düne kadar yere göğe sığdıramayanlar, son bilmem kaç yılın en düşük enflasyonuna (!) eriştiğimizi söyleyen profesyonel yalancılar hala koltuklarında oturuyorlar. Ekonomik politikalarda ise bırakınız "ulusal"laşmayı, dönüşümü en ufak bir farklılık bile yok. Türkiye'de krize kadar uygulanan ekonomi politikası "enflasyonu düşürmeye hedefli" istikrar programıydı. Bu programın en önemli hedefleri;
-Döviz kurunu enstrümanını kullanarak enflasyonu dizginlemek,
-Sıkı bir para politikası,
-Halkın sırtına ağır vergiler bindiren ağır bir maliye politikası,
-Dış borç yolu ile kredilenme
Olarak ortaya çıkıyordu Kemal Derviş yönetiminin ekonomik programa dair verdiği sinyaller bu gidişatta hiçbir değişiklik düşünülmediğini ispatlıyor. Talep daraltılmasına yönelik yani durgunluk oluşturarak enflasyonu düşürmeye endeksli politikalar yani IMF reçeteleri halen yürürlükte. Geniş halk kitlelerinin durumu, işçiler, emekçiler, memurlar, KOBİ'ler, esnaf vd. nin hali ise unutulmakta. Kemal Derviş yönetimin Ecevit yönetiminden bir farkı var: Ecevit yönetimi TOBB, Emek Platformu gibi halkın ve reel sektörün temsilcilerini muhatap bile almazken, Derviş siyasal anlamda akıllıca davranarak söz konusu kurumların fikirlerini alıyor, dertlerini dinliyor ve yine IMF'in dediklerini uygulamaya devam ediyor. Kemal Derviş'i de bankacılık sektörünün sorunları veya borsadaki brokerların endişesi esnafın kepenk kapatmasından çok daha fazla ilgilendiriyor. Yapılacağı söylenen yapısal değişikliklerin çoğu finansal kesime yönelik. Dikkat ediniz "piyasaların güveni tazelenmeli" diye vurgulanırken ifade edilen "güven"de kastedilen de halkın değil; bankaların, brokerlerin güveni. Bu yüzden borsanın düşmesi iyiye ya da kötüye, güvenin oluştuğu ya da oluşturulamadığına yoruluyor. Derviş'de aynen selefleri gibi IMF'ten gelecek paranın büyülü etkisiyle uyutmakta herkesi. Sanki ABD bize para verince her şey güllük gülistanlık olacak ve olumsuz gidişat düzelecek. Peki niye bu hale gelindi diyerek yaraya neşter vurmak ise yasak!
Oysa Türkiye'de olumsuz gidişatın iç ve dış dinamikleri vardır. Bir kez ülkede tasarruf oranı düşükken yani "tüketim çılgınlığı" alıp başını yürümüşken gidişatın düzenlenmesi mümkün değildir. Kriz ortamında bile 50-100 milyara satılan Pegouet, Cherooke, BMV, Mercedes gibi otomobiller satış patlaması yapıyorsa, o ülke kaçınılmaz olarak köleleşmekte, milli gelirini yurtdışına akıtmakta demektir. Öte yandan teknoloji yoğun alanlara girilmemiş olması yaratılan değeri fazla büyük yapmamaktadır. Dış dinamik olarak ise, merkez kapitalizmin Türkiye'ye uyguladığı politikalarla Türkiye'yi daima bir noktada, yani ikinci sınıf ekonomik düzeyinde tutmaya gayret ettiği gün gibi ortadır.
Bizim bunlara karşın, Türkiye'ye dayatılan ve uygulanan IMF programlarının ne tasarruf, ne üretim, ne istihdam, ne de teknoloji gibi ayakları vardır. Borç almakla, alınan borçları da bankacılık kesimini sübvanse etmekle memleketin kurtulacağı iddiasında bulunulmaktadır. Oysa, Türkiye bir istikrar programından öte, istikrarı da içine alan kalkınma programına ihtiyaç duyan bir ekonomiye sahiptir. Derviş'in ekonomi programında da emekçilerin esamesi bile okunmayacağı görülüyor. Yani ortaya şu çıkıyor; herşey eski tas, eski hamam. Bu programı IMF yaptı ama uygulayan bizim hükümetimiz, bizim "mehdi"miz! Bu programdaki daralma stratejisinin siyasi alanı da daraltıp daraltmayacağı konusunda zihinlerde iyimser bir tablo canlanmıyor.