“Kralın Dini” Bağlamında Kavramlar ve Yusuf Suresi

Ahmet Şat

Yusuf Suresinde Hz. Yusuf’un kardeşini alıkoymak için yaptığı plan anlatılırken akabinde “Kralın/melikin dinine göre kardeşini alıkoyamazdı.” (12/76) ayetinde yer alan “kralın dini” ifadesi Müslümanların bilinçlenme sürecinde olduğu gibi bugün de selefi düşüncenin kullandığı önemli kavramlardan biridir. Bu kavram üzerinden her türlü beşerî kanun din olarak tanımlanmış ve onlara uymak şirk kapsamına alınmıştır. Bununla da yetinilmeyip klasik Harici refleksle “Hüküm Allah’ındır.” (12/40) ayeti bu bağlamda ele alınarak Allah’ın hükmü ile hükmetmeyenlerin kâfir olduğu dile getirilmiştir. Peki, “kralın dini” ne demektir? Her türlü sosyal hukuk kuralı din midir? Diğer yandan Yusuf, kardeşlerine bu oyunları niye oynamaktadır?

Usuli Bir Tartışma

“Kralın dini” tanımını anlamak için konuya eski bir usuli tartışmayı gündeme getirerek başlamak gerekiyor. Yoksa konunun anlaşılması mümkün olmayacaktır. Hadis usulünde metinde geçen kelime/kavramların sözlük/lügat anlamıyla mı yoksa dinî (şer’i) terminolojideki (ıstılah) anlamının mı geçerli olduğu tartışması bu konuda bize yardımcı olacaktır. Özellikle bu husus Şafiilerle Hanefiler arasındaki önemli ayrım konularından biridir. İmam Şafii hadislerde tereddütlü bir durum hâsıl olduğunda şer’i kullanımı esas alırken İmam Ebu Hanife ise her koşulda lügat/sözlük anlamını yani halk kullanımını esas almanın gerekliliğini savunmuştur. Örneğin  “Ateşte pişen yemekten sonra abdest (vudû) alın.” hadisindeki vudû emrine binaen bazı fakihler abdest almayı şart koşarken bazıları yine bu kavram üzerinden ellerin yıkanması gerektiğini savunmuştur. Konuya toplumsal bağlamda baktığımızda Arapların özelikle etli yemeklerden sonra ellerini elbise ve saçlarına sürdüğü ile ilgili rivayetlere rastlarız. Peygamberin bu emrini, bu alışkanlığın sonucu olarak ortaya çıkan koku ve görüntüden ötürü toplumu su ile buluşturma çabası olarak okumak lazım gelir. Yani hadisteki vudû talebi yemekten sonra ellerin yıkanarak temizliğin yapılması yönünde olup kelime anlamıyla kullanılmıştır.

Bu usuli tartışmanın belli oranda Kur’an için de geçerli olduğu söylenebilir. Çünkü Kur’an ümmi olan (vahiy almamış/bağı kesilmiş) Arap toplumuna inmiş bir kitaptır. O ümmi toplum vahyî gelenekten uzak olduğundan tevhid geleneğine ait bir kavram dünyasına sahip değildir. Aksine tüm kavramlar müşrik inanç sistemine aitti. Kur’an Arap dili üzerinden Müslümanlara yeni bir “din dili” oluşturmuştur. Kavramlar üzerinden yürütülen bu dil yeni bir inanç ve kültür oluşumuna yol açmıştır. Fakat bu süreç vahyin inzal süreci ile başlamış ve uzun bir tarihî süreçte kemale ulaşmıştır. İnzal sürecinde kullanılan kelimeler zamanla Müslümanlara yeni bir Allah, insan ve toplum tasavvuru oluşturacak şekilde kavramlara dönüşmüştür. Bu kavramlaşma süreci yeni bir dilin, düşüncenin ve yaşam kültürünün oluşmasıyla paralel hareket etmiştir. Yani bir anda oluşmuş bir olaydan bahsedemeyiz. Nihayetinde kavramlar bir tasavvur aracıdır. Her inanç/düşünce kavramlar üzerinden Tanrı, insan ve toplum tasavvurlarını dillendirirler.

Kur’an’ın doğru anlaşılması noktasında çok anlamlılık ve eş anlamlılık gibi konular üzerinden yürütülen tartışmalar, yine bu konu ile yakından ilgilidir. Özelikle bu tartışma Kur’an’da kullanılan kelimelerin hep aynı manada olup olmadığı yönünde yoğunlaşmıştır. Kelimelerin hep aynı anlamda kullanıldığı iddiasının Kur’an’ı anlamada Müslümanları içinden çıkılmaz bir kaosa sürükleyeceği açıktır. Ki bundan ötürü fakihlerin çoğunluğu çok anlamlılığı kabul etmiştir. Zaten her bir kelimenin lügati, örfi ve ıstılahi/kavramsal anlamı vardır. Ve Kur’an vahyî bildirimleri sunmada tüm bu anlamları kullanmıştır. Lügat/sözlük anlamı, kelimenin asli anlamını verirken; örfi anlamı, deyim ve metaforlarla yoğrulmuş anlamını; kavramsal anlamı ise daha ziyade dinin insan/toplum için ortaya koyduğu tasavvuru tanımlayacak bir anlam dünyasına sahiptir. Kavramsallaşma süreci risaletin başlangıcından bitimine kadar şekillenmeye devam etmiştir. Hatta bazı kavramların oluşum süreci Peygamber’in rıhletinden sonrasına dahi sarkmıştır. Bazı kavramlar ilk günkü orijinal kullanımını korumasına karşın genelde tüm İslami kavramlarda anlam düzeyinde genişleme-daralma sorunu yaşanmaktadır.

İnzal sürecinde kullanılan kelimeler ilk muhatap toplumun algı dünyasına hitap edecek bir tonlama ve anlam çerçevesine sahipti. Bu sebeple bu süreçte kavramlardan öte kelimelerden bahsedilebilir. Bu kelimeler Arap toplumunun günlük hayatında gayet normal bir şekilde kullanılırken zamanla kavramlaşarak dinî terminolojiye dönüşmüştür. Örneğin rab kavramı efendi anlamında günlük hayatta kullanılıyor iken zamanla sadece Allah’a mahsus kullanılmaya başlanmıştır. Ya da kâfir kavramının Kur’an’daki kullanımı (hakikati) örtmek/gizlemek, günahların örtülüp gizlenmesi (3/193), ahreti inkâr (7/45), vahyi inkâr (7/75) gibi anlamlarda iken zamanla çok keskin bir şekilde Müslüman olmanın tam zıddı anlamında (din dışılık)  kullanılması gibi…

Bu konuda yine İslam kavramını örnek verebiliriz. Bugün bir din adı olarak kavramlaşmış bu kelime Kur’an’da birçok yerde lügat anlamı olan teslim olma anlamında kullanılmıştır. Kur’an’da bedevilere yönelik kullanım bu yöndedir.

Bedeviler dedi ki: ‘İman ettik.’ De ki: Siz iman etmediniz; ancak ‘İslam olduk’ deyin. İman henüz kalplerinize girmiş değildir. Eğer Allah'a ve Resulü’ne itaat ederseniz, O, sizin amellerinizden hiçbir şeyi eksiltmez. Şüphesiz Allah, çok bağışlayandır, çok esirgeyendir.” (49/14)

Birçok insan bu ayetteki tanımlamadan yola çıkarak İslam/Müslüman kavramının dinî ahlaki boyutunu ötelemiş, mevcut iktidara teslim olma anlamını vermiştir. Bunun doğal sonucu olarak bu kavramın sahip olduğu anlam dünyasını daraltarak siyasallaştırmıştır. Böylelikle Müslüman olmak ile mümin olmak arasına kalın bir hat çizilmiştir. Oysa Müslüman Allah’a iman etmiş ve teslimiyet göstermiş insandır. Ve birçok peygamber “Müslüman olanların ilkiyim.” tabirini kullanarak bu teslimiyetin Allah’a ait olduğunu vurgulamışlardır. Bu ayet tarihsel, toplumsal ve metinsel bağlamı içinde ele alındığında İslam’ın sadece kelime anlamında kullanıldığı görülecektir. Bedevilerin sahip olduğu imani ve ahlaki zaafa işaret ederek onların sadece iktidara olan tabiiyeti vurgulanmak istenmiştir. Yoksa kavramsal boyutu ile İslam/Müslüman kullanıldığı diğer ayetlere baktığımızda bedevilerin tavırlarıyla hiç de örtüşmeyecek şekilde imanın ve salih amelin birlikte kullanıldığını görmekteyiz. (43/69, 42/33)

Bugün kullanıldığında zihinlerde bir algı/düşünce oluşmasına vesile olan kavramlar vahyin inzal süreciyle başlayıp zaman içinde yeni bir İslami dilin/aklın oluşmasıyla hayat bulmuştur. Rab, ilah, din, ibadet, kâfir, İslam, hududullah gibi birçok kavramı bu konuda örnek vermemiz mümkündür.

Kavramları Doğru Anlamak

Bugün Kur’an’ı okurken doğru anlamı yakalama çabası içerisinde bulunmaktayız. Doğru anlamın ilk neslin anladığıyla örtüşmesi gerekmektedir. İlk neslin kelimelere yüklediği anlam için ifadenin metinsel, toplumsal ve tarihsel bağlamının iyi sağlanması gerekmektedir. Yoruma gelince bunun bugün “Bu ayetten ne anlamamız gerekir?” sorusunun cevabı olmalıdır. Bu da “anlamın zamansal yolculuğu” olarak önümüze gelir. Bir ayeti/hükmü doğru anlamak ve yorumlamak için zaman ve mekân boyutu ile ele alma sorumluluğumuz vardır. Fakat bu bile kelimeleri kendi bağlamından koparma hakkını bize vermez. Aksi takdirde Allah’ın kitap ehline yönelttiği şu eleştirinin muhatabı oluruz:

Sözlerini bozmaları sebebiyle onları lânetledik ve kalplerini katılaştırdık. Onlar kelimelerin yerlerini değiştirirler/bağlamından koparırlar.” (5/13, 41. Ayrıca bkz. 2/104, 4/46)

12/76’daki ayet bugün öze dönüşü (selefe) savunan bazı hareketlere beşerî tüm kanunların küfür olarak gösterilip bu sistemlerdeki tüm faaliyetlerin din dışı kabul edilmesine ve bu faaliyetlerde bulunanların kâfir olarak adlandırılmasına dayanak gösterilen delillerden birine dönüşmüştür. Bu insanlar eğitimden ticarete kadar bu kanunlara uymanın mevcut sistemi din edinmekle eşdeğer olduğunu savunmaktadır. Gerçekten de her kanun din midir?

Din Nedir?

Din sözlükte itaat, ceza, kanun, âdet ve alışkanlık, zillet ve bağlılık, üstünlük sağlamak, galip gelmek, egemenlik, mülk, hüküm (yönetim, yargı), gidiş, idare, yol, hukuk, hesap günü, yaşam biçimi gibi anlamlara gelir.

Kur’an’daki kullanımı ise mutlak olarak din, itaat, boyun eğme, ibadet, kıyamet ve ceza (karşılık) günü, Allah’ın dini, İslâm, tevhid, kanun, hüküm ve şeriat gibi anlamlarda kullanılmaktadır.

İslami gelenekte ıstılahi olarak din, genelde "hak din" ve "son din" olan İslâm olarak tanımlanmıştır. İbn Teymiyye de bu bağlamda dini; İslam, iman, ihsan diye tanımlama yoluna gitmiştir.

Din sosyolojik olarak inanç, ibadet, ahlak ve sosyal yaşamı düzenleyen tüm hukuksal düzenlemeleri içine alan geniş bir tanım aralığına sahiptir. Yani kaynağı ne olursa olsun bir toplumun sahip olduğu yaşam kuralları, ritüeller ve inançların tümü, o toplumun dini olarak tanımlanır. Bu geniş tanım yanında, Kur’an’ın ed-din olarak ortaya koyduğu ve Allah katındaki din olarak tanımladığı el-İslam (teslimiyet)’ın daha özel bir anlamı var. İslam; bütün dinlerin özünü teşkil eden normatif değerleri, ilahi dinlerin ortak kimliğini ve Allah’a mutlak teslimiyeti ifade eder. Buna da daha ziyade dinin teolojik yorumu denebilir. Ve ilahi olan tüm dinler ed-din (İslamiyet) üzerine inşa edilmişlerdir. Yani öz itibari ile ortak bir kaynağa sahipken, biçim/şeriat olarak sosyolojik/kültürel müdahalelere açık ve yerel bir tonlamaya sahiptirler. Bu açıdan İslamiyet, Hıristiyanlık veya Musevilik kavramları sosyolojik bir tanıma sahiptir. Kutsal kitapları ve peygamberlerinin öğretileri yanında bunlardan ilhamla yeni bir yaşam biçimi (şeriat) ortaya koymuşlardır. Buna karşın Hz. İbrahim’den Hz. Muhammed’e kadar bütün peygamberlerin İslam/Müslüman olduğuna yönelik Kur’an tanımlaması ise teolojik bir çerçeveye sahiptir. Bu tanım, bu dinlerin aynı ilahi kaynaktan beslendiğini ve Allah-insan arasındaki ilişkilerin tevhid-adalet üzerine inşa edildiğini simgelemektedir. Bu üç ilahi din teolojik olarak aynı kaynağa sahipken sosyolojik olarak farklı kanun ve ibadet tarzlarına sahip olduklarından ötürü birbirinden ayrışırlar. Ama bu fark aynı geleneğin mensubu oldukları gerçeğine halel getirmez. 

Bu tanımlamalar ışığında sözlük anlamıyla her kanuna din denilebileceği gibi yargı, ceza, adet, hüküm ve alışkanlığa da din denebilir. Bu kavram bu anlamlarıyla sosyal hayatta kullanılan bir kelime olup teolojik bir anlam çerçevesine sahip değildir. Nihayetinde teoloji Tanrı-insan / Allah-kul arasındaki ilişkileri düzenler. Bir kanun ancak Allah-insan arasındaki ilişkileri düzenlerse kavramsal boyutu ile din olarak tanımlanabilir. Ve teolojik bir hüviyet kazanır. O takdirde bu kanunlar insanı Müslüman ya da kâfir yapar. Örneğin her üç ilahi dinde bu yöndeki kanunlar/ritüeller o dine olan mensubiyeti tanımlar. Bunun için her din mensubu ancak kendi dinindeki bu kurallara uymak/uygulamak zorundadır. Aksi halde dinî mensubiyetini yitirir. Ya da Kâfirun Suresindeki “Sizin dininiz size, benim dinim bana!” meydan okuması bu baptandır. Çünkü surede görüldüğü üzere Allah ile insan arasındaki ilişkilerin nasıl düzenleneceğine dair müşriklerle bir ayrışmadan ve meydan okumadan bahsedilmektedir. Bu ayrışmanın temel konusu da ibadettir. Çünkü ibadet Allah-insan ilişkilerini düzenleyen en önemli konudur.

Kur’an’da lügat anlamıyla kullanılan bir kelimeyi her zaman kavram düzeyinde ele almak, ayeti kendi bağlamından koparmak anlamına gelecektir.

Bu ayete (12/73) gelince, her toplumda görülebilecek beşerî ilişkileri düzenleyen doğal bir kanuni düzenlemeden bahsedilmektedir. Bunun teolojik boyutu ile din olarak tanımlanması doğru bir yaklaşım olamaz.

Eğer Kur’ani kavramları her daim ıstılahi olarak ele alırsak o zaman yine bu surede Yusuf’un kurtulacağını umduğu zindan arkadaşına yönelik söylediği “Beni rabbinin yanında an.” (2/42) sözünü tevil etmede zorlanırız. Çünkü İslami gelenekte ancak Allah’a rab denebilir. Oysa Kur’an burada kölenin efendisine rab demektedir. Bu durumda çok doğal olarak Kur’an anlayışımız bize bu ifadenin ıstılahi olarak değil kelime olarak efendi manasında kullanıldığı yorumunu yaptırır. Ki doğru olan da budur.

Yine bu surenin 23. ayetinde Yusuf kendisine ahlaksız teklifte bulunan kadına yönelik “… Allah'a sığınırım. Çünkü O, benim rabbimdir, yerimi güzel tutmuştur. Gerçek şu ki zalimler kurtuluşa ermez.” demektedir. Bazı fakihler burada kullanılan rab kelimesini duydukları endişe gereği kavramsal boyutu ile ele alıp Allah’a atfen kullansalar da metinsel bağlamda Yusuf’un burada efendisini kastettiği açıktır. Yusuf Allah’a sığınarak efendisinin kendisine yaptığı iyiliklere ve verdiği güvene karşı ihanet etmeyeceğini vurgular. Burada dikkat çeken husus Yusuf’un Arapça konuşmadığı halde kendi dilinde kullandığı kelimenin Kur’an tarafından muadili olarak rab kelimesiyle karşılanmasıdır. Çünkü Mekke toplumunun köle-efendi ilişkisi üzerinden kullandığı bu kelime tam da Yusuf ile efendisi arasındaki ilişkiyi tanımlar niteliktedir.

Din teolojik boyutu ile Allah-insan arasındaki hukuku ve ilişkileri düzenler. Peygamberimiz risaletinin ilk gününden itibaren bu ilişkileri titizlikle korumuş ve Mekke cahiliye toplumu/yönetimi ile arasına kalın bir çizgi çizmiştir. Öyle ki bu konuda yapılan tüm teklif ve telkinleri reddetmiştir. Buna karşın dinin lügati anlamda kullanımı olan ve daha ziyade sosyolojik tanımda kullanılan toplumun örf, adet ve kanunlarına riayet konusunda bir sakınca görmemiştir. Peygamberlikten önce olduğu gibi sonrasında da tevhid ve adalet ilkelerine aykırı olmayan kurallara/örfe bağlı kalmıştır. Hatta Mekke’nin fethinde yaşananlar bunun güzel bir örneğidir. Muvatta’da geçen hadiseye göre kendisine; “Evine mi gideceksin?” diye sorulunca, biraz da tebessüm ederek; “Akil, bize ev mi bıraktı ki?!” der. Çünkü Peygamber (s) hicret ettikten sonra yakın akrabaları örf gereği Peygamberimizin evine el koyarlar. Peygamber bu uygulamayı kabul etmekle kalmaz, halka şöyle de seslenir: “Hangi ev veya toprak cahiliye devrinde taksim edilmişse, bu taksim aynen kalır. Hangisi de bölüşülmediği halde İslam yetişirse, bu İslam’a göre taksim edilir.” (Muvatta, 1430) Tanım itibariyle din kelimesinin tanımı içinde olan kanun ve kuralların geçerliliğinin ancak fetihle biteceği ifadesi, Müslümanların yaşadığı toplumlarda sosyal hukuk kurallarına uymasının bir sakınca oluşturmayacağını göstermesi açısından önemli bir vurgudur.

Bu sebeple Kur’an’daki kelimelerin siyasal bir içerikle kavramsallaştırılarak kullanımı doğru anlamın yakalanmasına mani olduğu gibi ahlaki anlamda da olumsuz sonuçlar doğurabilmektedir. Klasik refleksle her şeyin küfür olarak tanımlandığı ideolojik yaklaşımlar, Kur’an’ın öngördüğü ahlak temelindeki toplum inşasının önünde önemli engellerden biri olarak görülebilir. 

Yusuf (as) Kardeşini Kralın Kanununa Göre Neden Alıkoyamazdı?

Yusuf’un, kralın kanunlarına göre kardeşini alıkoyamaması, onun kanunlarını benimsemiyor oluşundan değil onun kanunlarının Yusuf’a böyle bir tasarruf vermemesinden kaynaklanmaktadır. Çünkü mevcut yasalara göre Yusuf suçsuz bir insanı neden bildirmeden yanında alıkoyamazdı. Hırsızlık suçlamasında bulunması takdirde de Mısır’da suçlulara verilecek ceza; hırsızın dövülmesi ve çalınan eşyanın birkaç misli değeri ile ona ödetilmesi yönündeydi. Yoksa Yusuf, kralın emrinde çalışan bir vezir olması hasebiyle zaten kralın kanunlarına uymak zorundaydı. Oysa Yusuf büyük kardeşlerine ders vermek için kardeşini yanında tutmak istiyordu.

Yusuf bunun için büyük ihtimalle örflerin geçerli olduğu şehir dışında/sınırda kervanı durdurmuş olmalıdır. Böylece İbrahim’i şeriata tabi olan Yakupoğullarına kendi kanunlarını tatbik ettirme imkânına sahip olmuştur. Bu geleneğe göre hırsız ceza olarak eşyası çalınan kişiye bir yıl boyunca kölelik yapmak zorundaydı. Nitekim eski kaynaklara göre Yusuf’un halası ona duyduğu sevgiden ötürü bu ithamla onu yanında bir süre tutmuştu. Krala ait ölçü kabının Yusuf’un kardeşine ait yükte bulunması üzerine kardeşlerinin; “Şayet çalmış bulunuyorsa, bundan önce onun kardeşi de çalmıştı.” demeleri bu yüzdendi. Oysa işin iç yüzünü bilmelerine rağmen onların bu iftirayı dillendirmeleri, içlerinde hâlâ Yusuf’a karşı duydukları kıskançlığın devam ettiğini göstermekteydi. Çünkü Yusuf’u ortadan kaldırarak babalarının tüm sevgisini kendilerine yönelteceğini sanıyorlardı. Ama Yakup Peygamber’in hasreti Yusuf’a olan özlem ve sevgisinin daha da artmasına neden olmaktaydı.

Yusuf Ne Yapmak İstiyordu?

Normalde yıllar sonra kardeşleriyle buluşan bir insandan kendini ya onlara tanıtması ya da yaptıkları kötü işi yüzlerine vurarak misillemede bulunması beklenir. Oysa Yusuf kardeşleriyle bir oyuna girişir. Önce buğday için ödedikleri parayı onların yüklerinin içine koymak suretiyle geri dönmeleri için bir fırsat verir. Sonra kardeşlerini getirmeleri için ikna edip onu alıkoyar. Bu oyunu, canından öte bildiği babasını hüzne boğacağını bildiği halde oynar. Çünkü böyle yapmasında “…bu planı Yusuf biz öğretmiştik…” (12/76) ayetinden anladığımız kadarıyla ilahi irade bulunmaktadır.

Yusuf çocukken rüyada kardeşlerini bir yıldız olarak görür. Ve bu yıldızlar Yusuf’a secde/itaat ederler. Oysa kardeşleri Yusuf’a olan kıskançlıkları yüzünden büyük bir günah işlerler. Ve bir yıldız olmaktan çok uzak ahlaki sorunlar yaşamaktadırlar.

Surenin genelinden anlaşıldığı kadarıyla Allah’ın takdiri Yakup ve oğullarını göçebe bir hayattan kurtarıp Mısır’da yerleşik hayata geçirme yönündeydi. Onları göçebelikten şehirliliğe sevk ederek medeni bir toplum oluşturmalarını istemekteydi. Bu insanlar Mısır’a gelip yerleştikten sonra medeni bir toplumun sahip olabileceği her türlü kültürel ve sanatsal birikime sahip olmuşlardır. Ama bunun için bu yeni toplumu oluşturacak ve öncülüğünü yapacak insanların ıslah edilerek iyi bir ruhi eğitimden geçirilmelerine ihtiyaç vardı. Rüyada olduğu gibi bir yıldıza dönüşmeleri gerekmekteydi. Yusuf’un kardeşlerine oynadığı oyunun altında bu sebep var gibi görünmektedir.

Kardeşlerin İmtihanı…

Yusuf, küçük kardeşini alıkoyarak kardeşlerinin babalarına verdikleri ikinci büyük sözü de ihlal etmelerini sağlamıştır. İlk sözleri Yusuf’u koruyacaklarına ve kendisini sağ-salim eve getireceklerine dairdi. Oysa çirkin planları gereği onu kuyuya atmışlardı. İkinci olarak küçük kardeşlerini de koruyamadıkları için babaları nezdinde itibarlarının yerle bir olmasına sebebiyet vermiş oldular. Oysa kardeşlerin Yusuf’u kuyuya atma nedenleri babalarının Yusuf’a gösterdiği sevgiyi/ilgiyi kendilerine göstermemesiydi. (12/8) Babalarının sevgisini kazanmak için yaptıkları bu plan ters tepmişti. Şimdi küçük kardeşlerini koruyamadıkları için de babalarının sevgisinden tamamen mahrum olmaları söz konusuydu.

Küçük kardeşlerini koruyamadıkları için babalarına olan mahcubiyetleri bir yana baş gösteren kıtlık nedeniyle kardeşler büyük bir imtihan vermekteydiler. Ailelerini açlıktan korumak için son bir ümitle Mısır vezirinin huzuruna çıkıp ailelerine tasaddukta bulunmasını talep ederler. Vezirin bir zamanlar kuyuya attıkları Yusuf olduğunu öğrenince artık Yusuf’un gerçekten Allah tarafından seçilmiş bir insan olduğunu, kendilerine üstün tutulduğunu ve daha da önemlisi nefislerine zulmettiklerini iyice anlamış olurlar.

Allah’ın İradesi Tecelli Eder

Bu sürecin sonunda kardeşleri hatalarının farkına varmış, ilahi iradeye teslim olarak tövbe etmiş ve Allah da onları bağışlamıştır. Ve Yusuf’a karşı duydukları kıskançlık yerini derin bir saygıya bırakmıştır. Yusuf’un rüyasında gördüğü gibi ona itaatlerini sunmuşlardır. Böylece Yakupoğulları Yusuf’un rehberliğinde Mısır’da tevhid bilincine sahip medeni bir toplum oluşturmuşlardır.  Oysa Yusuf ilk karşılaşmada kendisini tanıtmış olsaydı ona duydukları bu kıskançlığın ve öfkenin bitmesi bir yana bu duyguların alevlenmesi bile söz konusu olabilirdi. Bu da Mısır’da yerleşme durumları olsa bile bir toplum olmak için gerekli olan birlik ve beraberliği sağlamalarına engel olabilirdi. Ama Yusuf’un planı ile yaşadıkları ağır imtihan nefislerini ıslah etmiş ve rüyasında gördüğü gibi kardeşleri ona itaat ederek tıpkı bir yıldız gibi yeni toplumun öncüleri olmuşlardır.

Tüm bu olup bitenler bize Yusuf’un kardeşlerine karşı oynadığı oyunda ilahi iradeyi göstermektedir. Zaten daha surenin başında Allah, Yusuf’a “hadislerin tevilini” yani “olayların nasıl bir akıbet ile sonlanacağı” (12/6) ilmini öğrettiğini anlatmaktadır. Öyle ki Yusuf daha kuyuda iken bile Allah ona; “…kendileri, farkında değilken bu yaptıklarını haber vereceksin.” diye müjde vermişti. (12/15) Sonuçta ilahi irade tecelli etmiş ve Yusuf kardeşleriyle birlikte Mısır’a yerleşmiştir.

Son Olarak

Herhangi bir kelimenin/kavramın anlam çerçevesini daraltmakla genişletmek arasında bir fark yoktur. İkisi de anlamak ve yaşamak zorunda olduğumuz vahyî öğretiden bizi uzaklaştıracak ve uçlara kaydıracaktır. Kur’an’ın, ilk neslin zihinsel dünyası ile anlaşılması zaruridir. Bunun gerçekleşmesinin akabinde ancak yorum ile bugün yeni bir zihin ve yeni bir din dili inşa edebilmek mümkün olabilecektir. Bu zihin ya da din dili ne tarihe hapsolmuş ne de tarihle tüm bağını koparmış olmalıdır. Bugün Müslümanların zihin dünyası ve kullandığı din dili maalesef vasat bir ümmet olmanın gerektirdiği bu dengeden kopuk ve savrulmuş bir haldedir. Kur’an bir vahyî öğreti olarak aramızda bulunuyorken bunun olması ise başka bir talihsizliktir. Öze dönmek için bilgi kaynaklarımızın doğru anlaşılması, yorumlanması ve yaşanması gerekmektedir.