Yeşil alabildiğine uzanırken Karadeniz'in derinliğine, kıvrım kıvrım kıvrılıyor yollar, yeşilin koynuna doğru. Kayıklar, tekneler, göz alabildiğine deniz, evlerin hemen bahçesinde. Kıyıköy; hakikaten tam Karadeniz kıyısında, hatta biraz içeride, ayaklarınız suya değecek eşikten adımınızı dışarıya attığınızda.
Şirin bir Karadeniz kasabasına göreve gidiyoruz. İstanbul'dan üç saat kuzeybatıya. Ormanların arasında memleketimi anımsıyorum; Doğu Karadeniz'in yeşilini. Buradaki meşeliklerin yerini, çamlar, kızıl ağaçlar, gürgenler, kumarlar ve daha birçok çeşit orman ağaçları alıyor. Ormanın birçok rengi var Doğu Karadeniz'de. Tabi sahil boyunca fındık yeşili de. Arazi çok daha engebeli.
Kıvrılan yollardan ormanın derinliklerinde Kazandere kenarına kurulmuş Hamidiye'ye varıyoruz. Dere ne kadar berrak akıyor, Pabuçdere barajına doğru. Su ne kadar temiz. Dibinden elleriyle balık tutuyor çocuklar.
Görevimiz İstanbul'a içme suyu olan bu derenin kirlenmesini önlemek için derenin 100 m sağ ve solundaki arazileri satın alıp korumaya almak. Buralarda bulunan yapı, ev, ağaç ne varsa tek tek tespit edilip parası sahibine ödenecek. Evlerini başlarına yıkacağımız insanlar kılavuzluk ediyorlar bize arazi sınırlarının tespitinde.
Dere boyunca kavaklıklar sıralanıyor. Boyları 30-40 metreye varan kavaklar nasıl da salınıyor bir nazlı gelin edasıyla. Bana başımda esen kavak yellerini anımsatarak ilk yeni yetmelik çağlarımın.
Öğlene doğru artık susayıp acıkıyoruz. Muhtarlık odasında serin yayık ayranı, bahçe domatesi, peynir ekmek yiyoruz.
Korkarak uzanıyorum yiyeceklere, devletin memuru mu, köyün misafiri miyiz kaygısıyla. 'Allah ne verdiyse' diyor köylüler, bizlere bunca nimetler veren Allah'a hamdetme gereğini hatırlatırcasına.
Yemek sonrasında bir de namaz kılalım istiyorum. Muhtarın küçük kızı bizi ninesine götürüyor. Nine bizi dışarıda karşılıyor.
İki göz oda, kapıları bile birbirinden bağımsız düz bahçeye açılıyor. Çamurdan harç yapılmış duvarlardan belli ki en az nineyle yaşıt bu iki göz ev. Nine sedirin altından bembeyaz bir seccade ve teşbih uzatırken, bu genç yaşımda örtülü oluşuma da şaşkınlığını gizleyemiyor ve ekliyor; "ben de yeni aldım abdestimi, bugün Cuma, erkekler camiden çıksınlar öyle kılarım".
Namazım bittiğinde soruyor nine, neden geldiğimizi, nereye gittiğimizi. Ben de görevimizi anlatıyorum.
Nine; köyünün tarihini, kültürünü, geçim kaynaklarını, oğullarını, gelinlerini, torunlarını ve daha birçok şeyi sıralıyor ardı ardına. Çoğu zaman bağlantı kurmakta zorlanıyorum anlattıkları arasında.
Bu köy Abdulhamit döneminde kışla olarak kurulmuş. Komşu köyler Rum ve Yunan köyleriymiş. Kültürler kaynaşmış, kızlar alınıp verilmiş. 'Civarın tek Türk köylüsü biziz' derken biraz gurur sezinliyorum ifadesinde. Cumhuriyet döneminde köylerine sürgün edilen bir paşanın harabe evini de gösteriyor bize.
Söz tepelerden, tarihlerden dolaşıp dereye geliyor. 'Can damarımız bizim' diyor. 'Pınarından balıklar fışkırır, kim erken kalkarsa alıyor nafakasını. Ben Vize'den gelin geldim 15 yaşında. Nasipte bir köy gelini olmak, köylü olarak ölmek varmış' diyor, 78 yaşında olduğunu anımsatarak.
'Eskiden şeker pancarı ekerdik. Pancara karne alamaz olduk. Sizin gibi vazifeliler gelirdi. 15-20 ton alırdık dekardan, Büyük oğlanın düğününü pancardan yaptık. Eskiden tarlamızda çalışır karşılığını alırdık. Şimdi tarım yapmıyoruz. Zahmeti de kalmadı alım gücümüz de.'
'Köyü boşaltacak mısınız?' diye soruyor bir ara. 'Devletin kestiği parmak kanamaz' diye ekleyerek. Cevap bulmakta zorlandığım bir sürü soru dizeleniyor karşıma.
Biz, köy boşaltmak, devlet, kesilip kanamayan parmaklar, kaldırılmayan kotalar, verilmeyen karneler, boş kalan tarlalar, satılamayan soğanlar, ithal edilene dolar, yerli çiftçininkine 102 bin lira verilen buğdaylar, üretim yapması anlamsızlaştırılarak sömürülen çiftçiler, iş yapamaz hale getirilen atölyeler, içi boşaltılıp batırılan, batmaktayken el konulan bankalar, IMF heyetleri, zam verilmeyen emekçiler, ekonomik istikrarlı hükümetler, katlanan faiziyle hayata dolar bazında dış borçlu doğan yavrular, insanların kanını, emeğini sömüren bir avuç azınlık, çöplerde besin arayan sefiller, kirletilen namuslar, kriz yaratan genelgeler, hiçbir iz bırakmadan kaybolan muhalifler, verilen kutsal görevler. Dalıp gitmişim. Nine sorduğu sorunun cevabını beklemeden başka bir konu bulmuş bile. Bir an cevap vermek istiyorum. Oysa çoktan alışmışlar devletin her gün yeni bir şeylerini ellerinden almasına.
Mırıldanıyorum boğazı kuruyan çaresiz bir vazifeli olarak. Su, insanların var oluş sebebi, hayatlarının devamı için vazgeçilmez ihtiyaç. İbrahim'e esenlik, Musa'ya beşik ve yol, Firavun'a mezar, Nuh'a" kurtuluş, azgın kavmine ceza, en sert kayaları delip geçen merhamet sembolü, Hacer'in kabul olunan duası.
Yenilenen bir sorunun cevabını da bulmakta gecikmiyorum. Adil bir devlet yapısında da elbet bu projeler uygulanmak zorunda. Ancak yerlerinden edilen, evlerini ve işlerini kaybeden köylülere hayatlarını idame ettirebilecekleri yeni barınaklar, istihdam alanları üreterek, hiç kimseye zulmedilmeden.
Nine bir başka torununun hayat hikayesindeyken müsaade istiyoruz. Belli ki anlatacak çok şeyi var. Bizim ise yolumuz uzun. Şehre döneceğiz. Hergün binlerce sofranın, emeğin, namusun iğfal edildiği o koca metropolde (Allah'a şükrederek) temiz kalabilmeyi başaran sıcacık yuvamızda mutlu gülücükler, çocuk nidaları uçuracağız gökyüzüne.
Oysa; bu köy, bu yeşil, bu nine, bana benliğimizi ne çok hatırlatıyor. Şehre dönmek acı veriyor. O sıcak yuvayı bir an buraya taşımak arzusu düşüyor bağrıma. Bütün imkansızlıklara rağmen.
Ninenin elini öperken her çizgisi bir tarih kadar uzun ve meşakkatli görünüyor bana. Bu köyde daha çok işimiz, var yine geleceğiz diye söz veriyorum.
İçimde kesilen parmakların kanı, aklımda haklarını vermeyi vaadettiğimiz insanların hakları... Hak hukuk kavramı var mı ki, okuduğumuz ekonomik kalıplarda. Arazi değerlendirmelerinde kullanılan veriler, resmi fiyatlar, resmi üretim masrafları, elde edilecek net gelir... Hepsi çiftçinin zararına tespit edilmiş istikrarlı rakamlar. Ekonomik kalıplar, bir gün despotun biri bütün ürünleri tekeline alıp çok düşük fiyattan almaya kalkarsa arazi satış değeri nasıl hesaplanır? Bunu öğretmiyorlar.
Annemin su kenarındaki düz tarlayı almak için nasıl çalıştıklarının hikayesini anımsıyorum. Eskiden toprak gücü ifade ederdi, ne kadar çok arazin varsa o kadar itibar görürdün köyde. Şimdi herkes şehre göçtü, boşaldı topraklar, şehirlinin yiyeceğini üretecek köylü de kalmadı. Yabancı sermayeli seralar kazanıyor artık. 'Bir gün gelecek kıtlık gelecek bu memlekete' derdi annem.
Okuduğumuz ekonomi kitapları beni mahcup ediyor. Ve bir soru tırmalıyor beynimi.
- Köyü boşaltacak mısınız?
Verdiğimiz parayla nereye yerleştirilir bu köy? Yeni araziler alır mı verdiğimiz para? Bilmeden, ninenin alnındaki çizgilerle değerlendirmek istiyorum bu arazileri.
Kitaplar, ekonomik kalıplar, enflasyon yüzdeleri birer balon olup uçuyorlar ormanların üstünden. Bugün bildiğim bütün formülleri unutmak istiyorum. Ve yepyeni bir formül yazmak istiyorum. Kıymet eşittir ödenen bedel, artı çekilen çile.
Anlamsızlaşan teorileri bırakarak ayrılıyorum Sultan Abdulhamit'in köyünden. Ve ninenin senin beben yok mu sorusuyla yeniden hatırlattığı 1.5 yaşındaki şirin kızım düşüyor aklıma. Gülüşünü özleyerek yolun tükenmesi için sabırsızlanıyorum.
Kızıma anlatacak ne çok şeyim var bugün. Daha çok geç kalmadan. Nineye anlatamadıklarımı unutmadan.
Ninenin yanında sustuklarımı anlatacak ne çok çocuk var. Meryem gibi, İsa gibi İsmail gibi, hepsi Rablerinin buyruğunu kavramaya ehil.
Ve kuruyorum masalımın cümlelerini: Bir varmış bir yokmuş. Ülkelerin birinde insanlar kendilerini yaratıp, nimetler veren Rablerini unutmuşlar, önce ekmekleri çalınmış sofralarından, susup beklemişler. Oysa Allah Kitabında onlara şöyle emrediyormuş: "Bir zulümle karşılaştığınızda birlik olup karşı koyun."
Babalar işlerinden kovulmuş dürüst ve imanlı oldukları için, yine susmuşlar... Sonra Allah'ın emrettiği ne varsa kaldırılmış hayatlarından bir bir. Başörtülü anneler, ablalar kovulmuşlar okullarından, işlerinden, Babalar evlerinden alınıp zindanlara atılmış, işkenceler edilmiş. Kimsecikler bütün bu olanlara ses çıkarmamışlar, İşte bundan dolayı Allah da onları unutmuş. Masalımın gidişatını beğenmeyen İbrahimler haykırıyor, "bu kadarı da fazla, ben anneme zulmedenleri sevmeyeceğim", Meryemler "ben onlarla kavga edeceğim, ben onlara galip geleceğim. Ben bizleri yoktan var eden Rabbimizi çok sevip onun sevmediği şeyleri terk edeceğim." Ve çocuk cıvıldayışları karışıyor birbirine. Bitirmek için sabırsızlanıyor minikler bunca zulmü.
Mutlu bitecekti bu masal. Allah mustazafları önderler yapacak yeryüzüne, adaleti bakim kılacaktı. Zulüm bir gün mutlaka son bulacak, alçaklar zelil ve rezil olacaktı.
İşte şimdi direnişin vakti, tam bugün açacak mazlumlar ellerini Rablerine. "Rabbimizi biz kendimize zulmettik. Bize senin yolunda direnecek güç ver." Ve bugün sıkılacak kahredici yumruklar havaya.
Sıkmazsa büyükler yumruklarını, sıkamayacak minikler de. Babalar açmazsa, açmayacak bebeler ellerini, annelerin öğrettiği kısa, anlam yüklü dualara; "Allahım bize güzel müslüman olmayı öğret, bizi sev, bizi koru, bizi cennette Peygamberimizin yanına koy." 'Amin' diyen nidalarda minicik eller, (u)mutlu gülümseyişlerle sürülecek küçücük yanaklara, bir oyun edasında.