Joel Beinin, Stanford Üniversitesi'nde Orta Doğu Tarihi profesörüdür. Middle East Report'un editörlerinden olan J. Beinin'in Orta Doğu üzerinde bir çok kitabı bulunmakladır.
İlk Petro-politikalar
Meselenin esası uzun zaman öncesine dayanmaktadır. 1945'te II. Dünya Savaşı sonunda ülkedeki dış politika yapımcıları savaş sonrası dönemin taslağını ve ABD'nin hakimiyetini nasıl sürdüreceğini düşünürlerken, Devlet Bakanlığı Orta Doğu petrolü hakkında bir rapor hazırladı. Raporda, "Orta Doğu petrolü, stratejik kuvvet için etkili bir kaynaktır ve dünya tarihindeki en kıymetli maddelerden biridir" denmekteydi. Özet olarak, bu rapor bugün ABD'nin Körfez politikasının kökeninin ne olduğunu açıklamaktadır.
Suudi Arabistan'da petrol üretimi 1938'te başlamıştır. Petrol imtiyazı tamamen Chevron ve Texaco tarafından teşkil edilen Arab-Amerikan Petrol Şirketi ARAMCO'nun kontrolü altındaydı. Daha sonra da Mobil ve Exxon şirketleri buna katılmışlardır. Kuveyt'te petrol üretimi ise 1946'da başladı ve üretim imtiyazı %50, %50 olmak üzere Gulf ve Anglo-İran Petrol Şirketi (bugün BP) tarafından paylaşıldı. Görüldüğü gibi altı petrol şirketinden beşi tamamen Amerikalılar'ın sahibi olduğu şirketlerdi; Chevron, Texaco, Mobil, Exxon ve Gulf. Bu beşli, tarihsel olarak, 20. yüzyıl petrol ticaretini ve özellikle de Orta Doğu'daki petrol ticaretini büyük çoğunlukla kontrollerinde bulunduran ve "yedi kızkardeşler" diye bilinen şirketlerden beşiydi.
Bütün dünyadaki petrol rezervlerinin üçte ikisini oluşturan Orta Doğu'daki muazzam petrol rezervleri ve özellikle de Suudi Arabistan'daki petrol rezervi nedeniyle Franklin D. Roosevelt'den beri bütün Amerikan başkanları, Suudi Arabistan'ın korunmasının ABD'nin çıkarları için gerekli olduğu görüşünü desteklemektedirler. Gerçekten ABD'nin Suudi Arabistan'a ilk askeri müdahalesi 1944'te petrol Üretim bölgesinin başkenti Dahran'a hava üssü tesis edildiğinde başlamıştı. ABD planını soğuk savaş doğrultusunda kuruyordu ve Sovyetler Birliği ile ABD arasında olası bir çarpışmada Sovyetler Birliği'ni çevreleyen diğer bir çok hava üssü gibi burasını da Sovyetler Birliği'ne nükleer silahlan taşıyacak B-52 uçakları için bir mekan olarak kullanmayı umuyordu. Bu plan hiç bir zaman gerçekleştirilemedi. Çünkü yakın zamana kadar, Suudiler devamlı olarak Amerikan Silahlı Kuvvetleri'nin topraklarında yerleşmesi ve üs kurmalarına izin vermeyi reddettiler.
ABD bütün petrol üreticisi Arap ülkelerinin tamamen gerici sosyal uygulamalara sahip monarşiler olduğu gerçeğiyle hiç bir zaman alakadar olmadı. Politikası, statükonun muhafaza edilmesiydi. II. Dünya Savaşı'ndan sonra ABD, Özellikle 20. yüzyılın başlarından bu yana Körfez'de ve petrol üreticisi ülkelerde statükonun tatbikçisi olan Büyük Britanya'nın yerini aldı. Önce İngiliz, ardından Amerikan politikaları basitçe incelenirse aynı doğrultuda oldukları görülür: Petrolün kontrolünü büyük miktardaki küçük bir ailenin hakim olduğu mini-devletler arasında bölmek. Böylece zayıf ve içsel olarak sağlam olmayan varlığını sürdürmesi için dış bir gücün yardımına muhtaç küçük devletler oluşturmak.
Genel olarak ifade edersek, ABD, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Kuveyt ve diğer petrol üreticisi ülkeler arasında aşırı derecede işbirliği münasebetleri gerçekleşmiştir. Bilhassa, petrol fiyatlarının tesbitinde Suudi Arabistan, tarihsel olarak uysaldır. Uzun bir zaman dilimi içinde nispeten çok az bir fiyat yükseltme politikası sürdürmüştür. Ek olarak Suudiler ve Kuveytliler'in her ikisi de petro-dolarlarını, Batı Avrupa ve Kuzey Amerika ekonomilerine geri döndürme politikasını takip etmektedirler. Bu demektir ki, petrol satışından elde edilen kazancın büyük bir kısmı borsa senedi, gayri menkul ve ABD hazine bonosu satın alınarak yeniden geri yatırılmaktadır. Böylece Suudi Arabistan yaklaşık 400 milyar dolar, Kuveyt ise 100-150 milyar dolarlık yatırım yaparak, Kuzey Amerika ve Batı Avrupa ekonomilerine hayat vermişlerdir. Gerçekten 1980'lerin ortasından beri Kuveyt'in petrol yatırımı portföyünden gelen geliri petrol satışından elde ettiğinden daha büyük olmuştur. Yatırımı son zamanlarda ayda 1,5 milyar dolara kadar erişmişti. Öyleyse burada daha önce hiç görülmemiş bir durum bulunmaktadır. Eğer Saddam Hüseyin Kuveyt'i ilhak etmeyi başarabilse ve Kuveyt bir ülke olmaktan çıksa bile Kuveyt yine de yatırım portföyü sayesinde uzun ve parlak bir geleceğe sahip olacaktı. Suudiler 1973-1974 ve 1980-1981 yıllarındaki petrol fiyatı krizlerinde dahi fiyat konusunda mutedil idi. Bu dönemlerde petrol fiyatlarının hızlı artışından asıl istifade edenler ise petrol üreten ülkeler değil, petrol şirketleri idi.
Gerçekten Vietnam Savaşı, Orta Doğu'da ve Körfez'de ABD'nin tahakkümünü sağlamak için oluşturulacak Amerikan stratejisi için bir dönüm noktasıydı.-Vietnam Savaşı Amerikan politika yapımcılarına Üçüncü Dünya'ya çok sayıda Amerikan askerini öldürmek ve ölmek için uzun süre göndermenin mümkün olamayacağım düşündürdü. Çünkü, her şeyden önce Amerikan insanı böyle bir politikayı desteklemeyecekti ve ikinci olarak da her halükarda savaşı kaybedebilirdiniz. Bunun sonucunda, ABD'nin Vietnam'daki savaşı kaybedeceğine dair ilk açık işaret olan 1968 Şubat'ındaki Tet saldırısını takiben Başkan Nixon ve Dışişleri Bakanı Kissinger, Nixon Doktrini diye bilinen yeni bir politika tasarladılar. Politika özellikle Körfez bölgesini dikkate almaktaydı. Çünkü İngilizler 1968'de Körfez'deki askeri güçlerini geri çekeceklerini bildirmişlerdi. Bu noktaya kadar İngilizler, bir çok küçük petrol üreticisi Arap ülkesi ve buraları yöneten ailelerin iktidarlarını devam ettirmeleri için askeri bir güvenlik sağlamıştı.
Nixon Doktrini, Üçüncü Dünya'yı kapsayan, silahlandırılacak, dış ve askeri yardım verilecek ve bulundukları bölgelerde Amerikan çıkarlarını devam ettirmek için çarpışacak bölgesel vekiller oluşturulması temeline dayanmaktaydı. Orta Doğu'da üç tane vekil kuvvet vardı, ilk ve en başta geleni eski Şah yönetimindeki İran, ikinci olarak İsrail ve çekingen bir üçüncü Suudi Arabistan. Son aylarda Washington'dan Tel Aviv'e İsrail'in sessiz kalması ve ABD ile arasında uzun süreli stratejik ve askeri bir ittifak olduğunu Araplar'a hatırlatmaması için talimatlar gitmesi de göstermiştir ki, İsrail'in Körfez'deki oyunlarda bir rolü yoktu. Bu sebepten Körfez'deki esas güç İran'dı ve İran Körfez'deki gerici rejimlere karşı oluşan bölgesel özgürlük hareketlerini bastırmada özellikle başarılı olmuştu. Örneğin 1972'de Umman'da Sultan'ı devirmek için gelişen Popüler Gerilla Hareketi'ne karşı müdahalede bulundu. En genelde, ABD petrolün getirdiği büyük faydalar sonucu bazı müstehzi politikalar üretti. İran'ı silahlandırıp bölgede etkin bir vekil yapma amacı taşıdı. Örneğin, eski Suudi Arabistan büyükelçisine göre, 1973 Arap-İsrail savaşından sonra, İranlılar, gerçekten hızlı fiyat artışlarının ve bunu müteakip Batı'ya karşı uygulanan kısa ve etkisiz bir boykotun elebaşısıdır. Eski Büyükelçi Aikens, Henry Kissinger'in İran Şahı'nı petrol fiyatlarını yükseltmesi için teşvik ettiğini iddia etmektedir. Böylece hazinesine daha fazla para girecek ve ABD için Körfez'de jandarma görevini gerçekleştirebilmesi için Nixon yönetiminin kendisine satmak istediği Amerikan silahlarım bu paralarla alabilecekti. Kissinger, Vietnam savaşı karşıtı hareket nedeniyle ABD'de savaş karşıtı düşüncenin yaygın olduğu bir ortamda, Kongre'nin İran Şahı'na bu silahların verilmesi için dış yardım paketini geçirmeyeceğini ve destek vermeyeceğini bildiğinden böyle bir eylemde bulundu. Bunun üzerine Aikens bu politikayı protesto etmek için büyükelçilikten istifa etti.
1970'ler boyunca Şah, İran'ı bölgesel bir güç yapma amacını gerçekleştirmek için, petrolden elde ettiği gelirle on milyarlarca dolar değerinde silah satın aldı. Sonra 1979'da İran Devrimi geldi ve Şah damdan düşer gibi iktidardan uzaklaştı. Ayetullah Humeyni'nin yeni rejimi Körfez'de bu rolü oynamak için isteksizdi. Suudiler'de İran'ın yerini alabilecek bir durumda değildi. Bugün dahi Suudiler sadece 90-100 bin kişilik silahlı bir kuvvet oluşturabilmişlerdir. Bu askerler de, iki rakip teşekkülden oluşmuştur. Bunun sebebi kraliyet ailesinin ordunun kendisine karşı askeri bir darbe gerçekleştirmesi ihtimalinden korkmasıdır.
1980'ler
İran Devrimi'ni müteakip, İran artık Körfez'de jandarma rolünü oynayamazdı ve Suudiler de İran'ın yerini alamazdı. İsrail de Araplar arasında bu çeşit bir rol oynamaya elverişli değildi. Başkan Carter Körfez'deki Amerikan hakimiyetini muhafaza etmek için yeni bir doktrin, yeni bir yönelim ve yeni bir strateji geliştirmek zorunda kaldı. 1980'deki Geleneksel Birliğin durumu mesajında, Kongre özel oturumunda, kendisinden önceki bir çok başkanın söylediğini de teyit ederek Suudi Arabistan'ın ABD için önemli bir çıkar odağı olduğunu söyledi ve şöyle devam etti: "Bir dış güç tarafından Körfez bölgesindeki kontrolü ele geçirmek için yapılacak bir teşebbüs Amerikan çıkarlarına bir saldırı olarak algılanacaktır ve böyle bir saldırı askeri güç de dahil, gerektiği şekilde def edilecektir." Diğer bir deyişle, Vietnam deneyimine rağmen, ABD, petrol üzerindeki Amerikan kontrolünü devam ettirmek için şimdi tekrar kendi askeri güçlerini Körfez'e göndermek için hazırlanmaktaydı. Carter yönetimi bu görevi yerine getirmek için Çevik Kuvvet'in oluşturulduğunu bildirdi.
Çevik Kuvvet, Kutsal Roma imparatorluğu gibi ne hızlı, ne yayılabilir ve ne de bir kuvvetti, sadece bürokratik bir hayaldi. Kendi hizmetinde olan askerleri ve araçları yoktu. Acil bir askeri olayda yapılması düşünülen fikir, hali hazırda mevcut teşekküllere yayılmış birliklerin toplanması ve mevcut askeri teşekküllerden bir araya getirilecek çeşitli birimlerin, araç gereçlerin gönderilmesiydi. 1980'de Tahran'da Amerikan Büyükelçiliğinde tutsak edilen rehinelerin kurtarılmasındaki Amerikan gayretlerinin başarısızlığı ABD'nin Körfez'de fiili bir müdahale için ne kadar yetersiz olduğunu gösterdi. Hikayeyi hatırlayacak olursanız, helikopterler parçalanmış ve birbirleriyle çarpışmışlardı. Kısacası, yapılması gereken bu çeşit işleri başarmak için yeterli teknik bilgi ve deneyim yoktu. Bu, 1980'de sekiz yıllık bir İran-Irak Savaşı'nın başlaması için Carter yönetimi ve özellikle Milli Güvenlik Danışmanı Zbigniew Brzezinski'nin Irak'ı İran'a saldırması için teşvik etme sebeplerinden biridir. Görünen odur ki, laik bir devlet olarak Irak, bölgedeki küçük petrol-üreticisi ülkelerin istikrarını tehdit eden İran'dan yayılan radikal İslam'a karşı bir engel teşkil edecekti.
Başkan Reagan iktidara geldiğinde, sizin de tahmin edeceğiniz gibi problem için daha basit ve dolaysız bir bakışa sahipti. Suudi Arabistan'ın bir İran olmasına müsaade etmeyeceklerini söyledi. Bunun sonucunda 1980'ler boyunca Reagan yönetimi Körfez bölgesi hava güvenlik sistemi oluşturmaları için Suudi Arabistan'a yaklaşık 50 milyar dolar değerinde malzeme sattı. Bu sistemin anahtar elemanları siyonist lobisinin aşırı muhalefetine rağmen 1981 yılında satılan beş AWACs uçağıydı. Bu, Reagan yönetiminin iktidarda kaldığı sekiz yıl boyunca siyonist lobisiyle olan ilk ve tek çatışmasıydı. Vakıa içinde bulunduğumuz şu günlerde bu AWACs uçakları 1981'de Suudiler'e satılma amacını yerine getirmektedirler. Yani bu uçaklar keşif görevini yerine getirmektedirler ve eğer askeri çatışmalar patlak verirse, savaş alanı koordinatlarının oluşmasında önderlik edeceklerdir.
Ek olarak, ABD Suudi Arabistan'da çok sayıda hava üssü kurdu. Yani, hangarlar mevcut Suudi uçaklarının ihtiyacından daha büyük ve hava alanları yalnız Suudi uçakları için gerekenden daha uzun yapıldı. Burada düşünülen, Körfez'de Amerika'nın müdahale edeceği ve Amerikan uçaklarının harekete geçeceği bir olayda bu tesislerin Amerikan uçaklarının kullanması için hazır bulunmasıydı. Gerçekten de son aylarda bu tesisler bu şekilde kullanıldılar. Reagan yönetimi Körfez'de gerçekleşecek askeri bir müdahalede çarpışmaların büyük bir kısmını Amerikan askerlerinin gerçekleştireceğini tahmin ediyordu. Biz, bunu yüksek derecede stratejik emirlerin ve bu yıllar boyunca Amerikan askeri hareket ve kararlarına rehberlik eden doktrinin bulunduğu 1984-1988 güvenlik kılavuzunun basma sızdırılmasıyla öğrendik. Dokümanda şöyle denmektedir: "Her ne koşulda olursa olsun, Körfez'e ulaşım güvenliği tehdit edildiğinde, Amerikan kuvvetleri doğrudan bölgeye gidecek şekilde hazırlanmalıdır." Ve Amerikan kuvvetlerinin bu amacı gerçekleştirmelerine imkan vermek için Reagan yönetimi 1983'te Çevik Kuvvet'i Merkezi Komutanlık'a dahil etti. Çevik Kuvvet'in aksine, Merkezi Komutanlık kendi emrinde olan 300-350 bin kişilik askeri bir güce sahipti. Ayrıca hızlı hava ve deniz harekat becerisi de bulunmaktaydı. Bu, II. Dünya Savaşı'nın sonundan beri ülkede oluşturulan ilk yeni birleşik askeri komutanlıktı. Altıncı filonun sahasında olan İsrail, Lübnan ve Suriye dışındaki tüm Orta Doğu bu komutanlığın kontrolünde idi. Ayrıca Afrika'nın kuzeyinden de sorumluydu. Körfezde son bir kaç aydır görülen askeri yayılma son on yılda yapılan plan doğrultusunda gerçekleştirilen bir operasyondur.
Reagan yönetimi, İrangate ve rehinelerin kurtarılması için İran'a silah satışı gibi illegal istisnalar dışında İran-Irak Savaşı boyunca Irak'ın yanında yer alarak Carter yönetiminin politikasını sürdürdü.
Buradaki saik Carter yönetiminin saikiyle aynıydı. Irak bölgede İran'a karşı durabilecek tek güç olarak görünüyordu. Bunun sonucunda Reagan yönetimi Irak'ı uluslararası terörizmi destekleyen ülkeler listesinden çıkardı. Irak'la 1967 Arap-İsrail Savaşı'ndan sonra kesilen diplomatik ilişkiler düzeltildi. ABD, ayrıca Fransa'nın Irak'a yaptığı muazzam silah satışına ses çıkarmadı. İran-Irak Savaşı'nın sıcak zamanlarında Irak askeri ihtiyacının %40'ını Fransa'dan karşılıyordu. ABD Irak'a askeri teçhizat satışı yapmamakla beraber, sivil uçak ve helikopter satışını gerçekleştiriyordu. 1983'ten başlayarak ABD, Irak'a bir yılda yüzmilyonlarca dolarlık tarım kredisi verdi. Böylece Irak kıt olan parasını Fransa gibi ülkelere yöneltebiliyor ve sınırlı mali kaynakları ile Fransa'dan askeri araç gereç alabiliyordu.
Ek olarak, 1980'ler boyunca ABD, 1968 yılında başlayan Saddam rejiminin karakteristiği olan muazzam insan hakları ihlallerine çok az eleştirilerde bulundu. Bu ihlallere İran-Irak Savaşı zamanında İran'a karşı ve hatta 1988'de savaşın son zamanlarında kendi Kürt vatandaşlarına karşı kullandığı kimyasal silahlar da dahildi.
Reagan yönetiminin savaş boyunca Irak'a olan bu meyili Körfez üzerindeki politikalarının bir ayağını oluşturuyordu. İkinci ayak ise Körfez'de sürekli olarak Amerikan askerlerinin mevcudiyetini sağlamak için Reagan yönetimi tarafından yapılan sabit hamleydi. Bununla beraber, İran-Irak Savaşı boyunca petrol üreticisi Arap ülkelerinin kendi rejimlerinin geleceği hakkında endişeli ve İran'dan ürkmüş olduğu bir gerçekti. Yine de, Amerikan askerlerinin ülkelerinde üslenmesine izin vermeyi reddettiler. Çünkü böyle bir hareketin kendilerini Amerika ile özdeşleştirmesinden ve özellikle radikal Arap milliyetçilerinin ve radikal İslami güçlerin eleştirilerine hedef olmaktan çekiniyorlardı. Gerçekten bu yıllar boyunca Bahreyn'de küçük gizli bir havaalanı yapılması ve ufak tefek düzenlemeler dışında etkili bir durum gözükmemektedir.
Bu cephedeki ilk esas hamle Mart 1987'de Kuveyt petrol tankeri filosuna Amerika'nın kendi bayraklarını çekmeye karar vermesiydi. Bu olaya, U.S.S. Stark isimli Amerikan destroyerine olan saldırı da dahil, Körfez'de seyreden gemilere karşı Irak saldırılarına bir tepki olarak girişildi. Bununla beraber, Birleşik Devletler bu hareket için Irak'ı eleştirmedi ve Körfez'e elli gemilik bir deniz filosu yerleştirdi. Bütün bunlar savaşı İran'ın kazanmasına ABD'nin izin vermeyeceğine dair bir işaretti. Üstelik 1988'de İran-Irak Savaşı'nın sonuçlanmasından sonra da bu filo Körfez bölgesinde kaldı ve Körfez'de kalıcı bir Amerikan varlığı için potansiyel olduğunu akla getirmesi nedeniyle de Saddam Hüseyin'i bir hayli endişelendirdi.
Irak-Kuveyt Sınırının Tarihi
Burada başka bir konuya geçelim ve bugünkü krizde, Irak ve Kuveyt arasındaki anlaşmazlığın nedenlerini tartışalım. İran-Irak savaşının sona ermesi, Irak'a; Kuveyt ile olan tarihi sınır anlaşmazlığını yeniden ortaya koyması için hem bir fırsat, hem de motivasyon sağladı. Bu motif, savaşın Irak'a getirdiği muazzam yük ve petrol fiyatının uluslararası piyasalarda çok düşük olmasıydı: Nitekim Irak'ın ihracatının %95'i petroldür. Sonuç olarak Irak'ın savaş sonrası ekonomisini yeniden inşa etme planı, çok düşük seyretmekte olan petrol fiyatları yüzünden çok ciddi zarar görmekteydi. Irak, Kuveyt ve Suudi Arabistan arasındaki sınırlar, 1922'de bir gün, Irak'ta İngiliz Yüksek Komiseri olan Sir Percy Cox tarafından suni bir şekilde çizilmişti. Irak Körfez'e çıkabilmek için çok az bir toprak parçası almıştı, çünkü Percy Cox sınırları kasten böyle çizmişti. Irak'ın Körfez'e çıkan en önemli limanı Basra, hakikatte Körfez üzerinde kurulu değildi. Nehir çıkışı ise İran-Irak arasındaki sınırı teşkil ediyordu. Bu yapılandan amaç, İngilizlerin Irak'ta hakim oldukları bu dönem boyunca Irak'ın İngilizler'e karşı bağımlılığını sürdürmekti.
Bu nedenle Irak'ın iddia ettiği, Kuveyt'in suni bir sömürge devleti olduğu ve varlığının İngiltere tarafından garanti edildiği, sınırlarının İngiltere tarafından çizildiği ve İngiltere tarafından kurulduğu savları gerçekten tarihsel bir haklılık kazanmaktadır. Öte yandan Irak da Kuveyt gibi suni bir devlettir, çünkü Irak da 1920'de İngilizler tarafından kurulmuş ve sınırları aynı Kuveyt'inki gibi belirlenmişti. Irak hiç bir zaman İngilizlerin çizdiği Kuveyt sınırını kabullenmemiştir. 1920'lerde sınırların belirlenmesi üzerine ilk protestolar yapılmıştır. 1961'de İngiltere, Kuveyt üzerindeki hamiliğine son verdiğinde ve İngiliz kuvvetleri Körfezden çekildiğinde, Irak birliklerini Kuveyt sınırına yığmıştı. Olaya Arap Birliği'nin karışması sonucunda Irak birliklerini sınırdan geri çekti. 1960'ların ortalarında görülen manzara, sınır anlaşmazlığının az ya da çok unutulduğu ve Irak'ın, Kuveyt'in bağımsızlığını ve iki ülke arasındaki sınırı kabul ettiği şeklindeydi. Bununla birlikte 1960'ların sonlarında, Rumeyla bölgesinde muazzam petrol kaynakları bulundu. Bu bölge, iki ülkenin ortak sının altında uzanıyordu. Nihayetinde 1970'li yıllarda sınır sorunu yeniden ortaya çıktı. Bugünkü mevcut haritaya göre Rumeyla petrol sahasının sekizde yedisi Irak'ta, sekizde biri de Kuveyt'te kalmaktadır. Iraklılar, Kuveytliler'in bu sahadan çektikleri petrolün haklarından fazlası olduğunu yani kendi haklarının çalındığını iddia etmektedir. Iraklılar ayrıca Kuveytlilerin çapraz kuyular kazarak, yeraltından kendi sahalarına girdiklerini iddia etmektedirler.
İran-Irak Savaşı sonunda Irak'ın Kuveyt ve Suudi Arabistan'a olan borcu 70-80 milyar Dolar civarındaydı. Bu nedenle Irak Kuveyt'ten sınırın düzeltilmesi, Rumeyla'dan kotaların üstünde çekilen petrolün iadesi taleplerinde bulundu. Çünkü savaştan çıkan ülkesini yeniden inşa etmek istiyordu. Bu yılın yazında ilan edilen petrol fiyatı varil başına 18 Dolar civarındaydı. Irak ise varil başına 25 Dolarlık fiyat talep ediyordu. Bu arada Kuveyt ve Birleşik Arap Emirlikleri üretim kotalarını çok fazla aşıyor, fiyatı 15 Dolar olarak ilan edilen bir varil petrolü bu fiyatın altında hatta varili 11-12 Dolar'a bile satıyorlardı. OPEC toplantısında herkes bir varil petrolün 21 Dolar'dan işlem görmesinde hemfikirdi. Kimse Irak'ın yararına olacak 25 Doları kabul etmiyordu, ancak Kuveyt ve Birleşik Arap Emirlikleri aslında, yaptıkları pazarlığı da uygulamıyorlardı.
1990'lar
Irak ve Kuveyt anlaşmazlığının ortaya çıktığı 1990 yılının ilk yarısı içinde Bush yönetiminin iyice olgunlaştırdığı siyaset, aşırı derecede ahlak kurallarını aşan, müstehzi ve anlaşılması biraz güç bir siyasettir. Irak, Kuveyt'i işgal etmeden bir hafta önce 25 Temmuz'da, Amerika'nın Irak büyükelçisi April Glaspie, Saddam Hüseyin ile alışılmışın dışında, uzun bir görüşme yaptı. Görüşmenin metni, Iraklılar tarafından basına verilmiş, New York Times bu metni yayınlamıştı. Dışişleri Bakanlığı bu metni yalanlamadı, bu nedenle metnin doğru olduğunu kabul ediyoruz. Görüşmede April Glaspie, Hüseyin'e üstlerinden aldığı emirler doğrultusunda, tabii ki bu üstler Dışişleri Bakanı Baker ve Başkan Bush'tur, Birleşik Devletler'in Irak ile daha iyi ilişkiler kurmak istediğini söyledi. Büyükelçi Glaspie, bir çok Amerikalıya göre 25 Dolar'ın varil başına çok yüksek bir fiyat olmadığını söyledi. Ayrıca Araplar arasında -Irak ve Kuveyt arasındaki sınır anlaşmazlığı gibi- bir uyuşmazlıkta Birleşik Devletler'in tarafsız kalacağını söyledi. Daha da öteye, Irak birliklerini Kuveyt sınırına yığmaya başlamış olmasına rağmen Büyükelçi Glaspie sadece yumuşak bir ifade ile bu askeri hareketliliğe değindi. Bir kaç gün sonra, Kuveyt'in işgalinden iki gün önce, CIA Irak'ın, Kuveyt'i çok yakında işgal edeceğini tahmin etmişti. Dışişleri Bakanlığı'nda Orta Doğu'dan sorumlu olan Dışişleri Bakanı yardımcısı Kelly, Meclis Dışişleri Komisyonu'nundan önce bu gerçeği açığa vuruyordu. Temsilci Lee Hamilton'un Irak ve Kuveyt arasındaki krizde Amerika'nın nasıl bir tavır alacağına ilişkin sorusuna üç ay içinde ikinci defa -daha önce de aynı şeyi aynı komisyonda ona söylemişti- Birleşik Devletler'in Kuveyt ile herhangi bir askeri ittifakının bulunmadığını söyledi.
Dışişleri Bakan Yardımcısı Kelly ve Büyükelçi April Glaspie'nin ifadeleri, Saddam Hüseyin tarafından açıkça Kuveyt'i işgal için Amerika'nın yaptığı bir davet olarak yorumlandı. Niçin? Bu pek de anlamlı gelmemektedir. Düşünebildiğim iki alternatif açıklama mevcut, tiki Büyükelçi Glaspie tarafından ABD'ye geri döndüğünde ve Saddam Hüseyin ile yaptığı görüşme basında yayınlandıktan sonra ileri sürülmüştür. Glaspie'nin New York Times'in iktibas edilen sözünde şöyle bir ifade vardı: Dışişleri Bakanlığında hiç kimse Irak'ın Kuveyt'i tamamen işgal edebileceğine inanmamaktadır. Bunun anlamı, eğer Irak Kuveyt'in kuzeyini, petrol sahası Rumeyla'yı işgal eder, Kuveyt'i tamamen yutmaz ve Sabah ailesini yönetimde bırakırsa, Bush yönetimi ile belki de anlaşabilir. Ancak Saddam Hüseyin'in ABD'nin ona tanıdığı hareket sahasını aşmasından itibaren, Irak kontrolü elinden kaçırdı ve durdurulması zorunlu bir hal aldı. İkinci bir daha spekülatif bir açıklama, eski bir CIA ajanı olan James Agee tarafından bir söyleşide yapıldı. James Agee'nin Birleşik Devletler'e girmesi yasak. Bu söyleşi süreli yayınlardan Z Magazin vasıtasıyla basıldı. Agee, Bush yönetiminin Saddam Hüseyin'i kasten cesaretlendirdiğini, saldırgan tavır almasını sağladığını ve sonunda da şamarı yiyebileceğini iddia etmektedir. Agee'ye göre, böyle bir hareketin nedeni İran-Irak Savaşı'ndan sonra Irak'ın kıçının topraklarına sığmamasıydı. Irak müthiş bir güce ve Amerika'nın Körfez'deki çıkarlarını tehdit edecek yeteneğe sahip olmuştu. Bu nedenle, İran'ı sınırlarına hapsetmekte görevini yerine getiren Irak rejimi artık bozulmalıydı.
Bu açıklamaların hangisini tercih ederseniz edin, benim tercihim ikincisinden ziyade ilkini seçmekten yana; çünkü komplo teorilerine pek olumlu bakmıyorum. Hangi teoriyi seçerseniz seçin, Irak'ın 2 Ağustos'ta Kuveyt'i işgalinden itibaren açıkça ortaya çıkan, Birleşik Devletler'in mütemadiyen Kuveyt'in işgalinin gayri meşru olduğu, kanunsuz ve önüne geçilmesi gereken bir eylem olduğu hususundaki uluslararası konsensusta başı çektiğidir. Fakat ABD konsensüsü, siyasi birlikten askeri çatışma ve askeri eylem politikasına itmeye teşebbüs etti. ABD olayın başından itibaren, gemilerin durdurulması için güç kullanılmasına destek vermesi, gıda ve ilaç ambargosunun konması ve Güvenlik Konseyi'nin yetkili olduğu Kuveyt'teki, Irak işgaline son vermek amacıyla güç kullanmak için Birleşmiş Milletleri öne sürdü.
ABD'nin Birleşmiş Milletler'in kararlarına böylesine derinden ve anında uyması çok ender rastlanan bir olaydır, çünkü bilindiği gibi İsrail-Filistin anlaşmazlığında ABD, BM'in kararları ile bir nebze bile alakadar olmadı. Bu nedenle Arap dünyasının derin hissiyatında, Bush yönetimi tamamen bencil, kendini beğenmiş ve riyakar olmakla suçlanıyordu. Niçin bu krizi kızıştırma ve askerileştirme siyaseti güdülüyordu.
ABD'nin Kuveyt'in egemenliği, bağımsızlığı ve şelf determinasyonu ile yakından ilgilendiği gibi gülünç bir kavramı bir kenara bırakabiliriz. Panama ve Grenada'daki son maceralar, on yıldır süregelen Nikaragua hükümetini devirme teşebbüsü, Filistin halkının self-determinasyonu ve bağımsızlığını sürekli reddetmeleri, bağımsızlık ve self-determinasyon kavramlarının, Üçüncü Dünya'da ABD'nin dış politikasının temel direği olmadığını açıkça ortaya koymuştur. Amerikan dış politikası, II. Dünya Savaşı'ndan beri Üçüncü Dünya'da bağımsızlık ve self-determinasyon hareketlerine daima karşı gelerek tutarlı bir görünüm arz eder. Bu tutarlı görünüm iyi bir tartışma konusudur.
Amerikan birliklerinin Körfez'e gönderilmeye başlandığında Amerikan kamuoyunda tartışılan konu, birliklerin Suudi Arabistan'ı muhtemel bir Irak saldırısına karşı korumak için mi yoksa başka amaçlarla mı Körfeze gönderildiğiydi. Çok iyi yerleşmiş ve çok iyi bilgi alan kaynakların ileri sürdüğüne göre böyle bir saldın ihtimali yoktu. İsrail askeri gizli servisi Saddam Hüseyin'in Suudi Arabistan'ı işgal edeceğine ihtimal vermedi, Amerika'nın Suudi Arabistan eski büyükelçisi James Aikens de aynı fikirdeydi. Fakat Bush yönetiminin bu çatışmada haklılık payı olsa ve ABD birlikleri Suudi Arabistan'ı savunmak için Körfez'e gönderilse bile, Kasım'daki seçimlerin ardından açıklanan bildiride tesadüf eseri olmayan bir şekilde 150.000-200.000 arası ek askeri birliğin Körfez'e gönderilmesi Bush yönetiminin siyasetinin amacının bu olmadığını açıkça ortaya koydu. Irak ile oluşan kızgınlık ilk planda, petrol fiyatı üzerinde kontrolü ele geçirme yarışıydı. Paylaşımcı fakat demokratik olmayan ve baskıcı bir rejime sahip Suudi Arabistan, dünya petrollerinin %21'ini kontrol ediyordu, Saddam'ın rejimi de demokratik değildi, ancak paylaşımcılıktan yana da değildi ve Kuveyt petrolünü kontrol ederse dünya petrol rezervinin %20'sini kontrol altına alıyordu. Bu iki rejimden hangisinin dediği olacaktı. Burada bir noktayı vurgulamak gerekiyor; sorun petrol arzı olmayıp, petrol fiyatının belirlenmesinde söz sahibi olmaktır. Bütün bunlardan öte, Saddam Hüseyin'in Kuveyt'i işgal etmesinin altında yatan sebep petrolü ele geçirmek ve satarak daha çok gelir elde etmekti. Böylece Irak savaş sonrasında yeniden inşa edilecekti. Saddam Hüseyin'in savunduğu varil başına 25 Dolarlık fiyat ile Suudiler'in savunduğu 21 Dolarlık fiyat arasında ortaya bir galonda 5 Centlik bir fark çıkıyordu artık. Bu fiyat ise Amerikan ve müttefik kuvvetleri birliklerinin Körfez'e gönderilmesinden beri yükselen petrol fiyatından biraz daha aşağıdaydı. Fakat Suudi rejimi demokratik olmamakla, baskıcı bir rejim olmakla beraber, nazik siyasal yapısından ötürü, ABD'ye göbek bağı olması nedeniyle, petrol fiyatını kendi başına belirlemekte serbest bırakılabilinirdi. Çünkü Suudiler, Bush yönetiminin söylediği ve Iraklılar'ın yapmayacağı pek çok emri yerine getirecekti.
Bu krizde ikinci bir faktör, kriz sayesinde petrol üreten Arap ülkelerinin, ABD'ye bölgede daha güçlü ve kalıcı bir askeri güç bulundurmasına müsaade ederek tanıdıkları fırsattı. Bu boş bir spekülasyon değildir, çünkü ihtiyatsız bir zamanda, şimdiye kadar ortaya çıkan tek fırsatı Bush yönetimi Kongre'den önce politikasının bir parçası yaptı. Dışişleri Bakanı Baker, Meclis Dışişleri Komisyonu'na mevcut krizin çözümü ne olursa olsun, Bush yönetiminin Körfez'de NATO gibi sürekli bir askeri varlık planladığını açıkladı. Böylece kriz ile birlikte derhal iki sorun ortaya sürüldü: Irak'ın Kuveyt'i işgali ile birlikte petrol fiyatını belirleyen hakim sesin kimin olacağı, ikinci olarak da Körfez'de büyük, kalıcı bir Amerikan askeri varlığının kurulmasını meşrulaştıracak fırsatı yaratma.
Sonuç
Bush yönetiminin geleceğe dair imalarına biraz daha geniş değinerek bir sonuca varmak istiyorum. Krizi kızıştırma ve askeri çözümü zorlama kararı ve krizi Amerikan askeri gücünün hala dünya çapında -Bush yönetiminin düşündüğü şekliyle- "denge"yi sağlayabilecek anahtar olarak ortaya koyan bir gösteri temeli üzerindeki çözüm arayışı Bush yönetiminin gelecekteki politikasının temel taşlarını gözler önüne sermektedir.
Amerikan ekonomik gücünün ve uluslararası etkisinin azaldığı bir dönemde, ABD'nin hala bir süper güç olduğunu vurgulayabileceği tek saha askeri güçtür. Bu gerçek, Bush yönetiminin niçin bu krizi savaşla olmasa bile, en azından Amerikan askeri gücünü yığarak çözmeyi tercih ettiğini ortaya koyuyor. Bu harekette, Amerikan liderliğinin iddiacılığının etkisi vardır. Özellikle müttefiklerimiz arasında varsayılan Japonya ve Almanya gibi gelişmiş ancak gayri safi milli hasılasının büyük bir kısmını askeri yatırımlara harcamamış, yerine ekonomisini güçlendirmiş, bugün olmasa bile elbet bir gün ABD'den daha güçlü olabilecek kapitalist ülkeler üzerinde bu iddiacılık daha belirgindir. Bu nedenle Bush yönetiminin krizde yürüttüğü politika iki önemli öğe arasında bağ kurmaktadır: II. Dünya Savaşından beri ABD'nin gücü, petrolün kontrolüne ve özellikle de Japonya ve Almanya'ya giden petrolün kontrolüne dayanıyordu. Petrolün kontrolünün ABD'nin elinde olması sonucu özellikle Almanya ve Japonya ABD'nin ekonomik ve askeri liderliğini takip etmeye yöneldi. Krizin askeri boyut kazanması askeri-endüstriyel komplekse yeni bir görev verdi. Askeri-endüstriyel kompleksi, II. Dünya Savaşı'ndan beri Amerikan ekonomisi ve toplumunun merkezi faktörü olmuştu. Gerçekten buhranın sonundan beri askeri endüstri ekonomin merkezindeydi, Çünkü ABD'yi 1930'ların ekonomik buhranından kurtaran, yapılan muazzam devlet harcamaları ve askeri yatırımlardı. Bu yatırımlar sonucunda ABD, II. Dünya Savaşı'na girdi ve 1930'ların buhranından kurtuldu.
Başkan Bush, Birleşik Devletler'in yaşam şeklini muhafaza etmek için savaşa hazır olduğunu bildirdi. Petrol ve silahın iç içe geçtiği bu yaşam şeklinin muhafazasında yerel maliyet çok yüksek olacaktı. Yeni enerji kaynakları bulmak için çaba göstermeyeceğiz, araştırmalar geliştirmeyeceğiz, çünkü petrol şirketlerinin hepsi Amerikan ortaklığıdır, barışın kar dağıtımı olmayacaktır, şehirlerin yeniden inşası için, endüstrileşme için, eğitim ve sağlık için yatırım olmayacaktır. Çünkü barışın kar paylan askeri alanda harcanacaktır. Bush yönetiminin krizde takındığı tavır soğuk savaş sonrası dünyada, lider Amerika rolünü muhafaza etmeye yöneliktir. Bush bunu "yeni dünya düzeni" olarak tarif etmektedir. Fakat bunun eski teraneden bir farkı yoktur, yani Üçüncü Dünya'daki kaynak ve pazarları korumak ve mevcut statükoyu muhafaza etmek için Amerika, askeri müdahale yapabilecektir. Saddam Hüseyin'in saldırısına karşı verilen bu hızlı ve geniş çaplı askeri tepki bir anlamda Üçüncü Dünya ülkelerinde hüküm süren ve ABD'nin çıkarlarına ters düşen istekleri bulunan, askeri kaynakları geniş ülkelere karşı yapılan bir uyarıydı. Birleşik Devletler hakim statükoyu korumaya muktedir ve gerekeni yapmaya niyetli olduğunu ortaya koydu. Parantez içinde şunu da not edebiliriz ki Sovyetler Birliği'nin soğuk savaş boyunca sık sık yaptığının aksine, ABD'nin Üçüncü Dünya ülkelerine müdahalesini sınırlamakta isteksiz veya yetersiz kalması, aslında Amerika'nın askeri müdahalesini azaltmayıp daha da arttıracak, muhtemelen bir çok kez tekrarlanmasını getirecektir. Özellikle Körfez'de bunun anlamı, demokratik olmayan ve sosyal baskılar yapan, içindeki muhalif hareketlerle ve siyasal değişikliklerle mücadele eden, yönetimi devirdiğinde muhtemelen Kuveyt ve Suudi Arabistan'dan daha az ABD ile işbirliği yapacak muhaliflere karşı bu aile devletlerini korumak için müdahale etmektir. Bu politikanın uzun dönemde başarısızlığa uğraması kaçınılmazdır. Çünkü sosyal ve siyasal değişiklik kaçınılmazdır. İflasa giden bu politika bu ülkede çok yüksek bir ekonomik maliyete neden olacak. Bu maliyet taşıyamayacağımız bir maliyet olacak çünkü askeri amaçlar için harcanan bu kaynaklar, memleketimizdeki kendi insanımızın yararına kullanılabilirdi.
DİNLEYİCİLERİN SORULARI
• Amerikan askerinin uzun dönem Körfez'de kalmasının bölge siyasetinde ve özelde Filistin sorununda ne gibi sonuçları olur?
- Zannederim ki Amerikan askerinin uzun dönem Körfez'de kalması dengeleyici olmaktan öte dengeyi bozucu bir faktördür. Amerikan üsleri, Arap milliyetçileri veya radikal müslümanlar için bariz birer hedef olacaklar. Topraklarında Amerikan askeri barındıran ülkeler Birleşik Devletler ile işbirliği yapmakla suçlanacaklar. Böyle bir varlık kısa dönem için bazı monarşik devletlerde gerçekleşse bile, uzun dönemde Şah'ın İran'ında gördüğümüz olayları, bu monarşilerde de görebileceğimizi düşünüyorum. Körfez'deki Amerikan varlığı ve Arap rejimleri ile oluşturduğu sürdürmesi gerekli olan ittifak mantık dışı olmakla birlikte, Filistin-İsrail çatışmasında olumlu bir sonuç vermektedir. Bunun sebebi Araplarla belli bir düzen kuran ABD'nin bu ittifakı sürdürebilmesi için İsrail ile arasında bir fark koyması gerektiğidir. Bu operasyon boyunca, 8 Ekim'de Kudüs'te Harem-i Şerif'te 8 Filistinli'nin katledilmesinden dolayı İsrail'in kınanması için ABD iki kez olumlu oy kullandı. Bu kınama oyu İsrail'in Lübnan'ı işgalinden beri verilen ilk olumlu oydu. Reagan yönetimi bu gibi kararların pek çoğunu sürekli veto etmişti. Zannederim ki bu olay Amerikan-İsrail ilişkilerinin artık soğuduğunun ilk işaretiydi, çünkü Amerika ve İsrail arasındaki stratejik ittifak, soğuk savaş dönemi sonrasında, soğuk savaş dönemi boyunca sahip olduğu değerden giderek düşmektedir.
"Bizim" ibaresinin kullanılması hakkındaki yorum Körfez'deki Amerikan çıkarları ve amaçları ile bağlantılıdır. Zannederim ki çok iyi seçilmiş bir kelime. Siyaset dili tamamen çok etkili bir araç. Birisinin artık bir kere söylendiğinden daha sık iktibas edilmeye alıştığı gibi, kimin dostumuz, kimin düşmanımız olduğunu açıkça ortaya kovmak çok önemlidir. Bush yönetimi ve dostları, bizim dostlarımız değildir. Bush yönetiminin çıkarları, siyasetleri ve amaçlan da bizim çıkarlarımız, siyasetimiz ve amaçlarımız değildir. Bugünkü krizden en çok yararlananlar, Bush yönetiminin icraatı sayesinde askeri-endüstri kompleksi ve petrol şirketleri ile petrol endüstrisi ile ilişkili bütün kişilerdir.
• Birleşik Devletler'in kendi ülkesinin şu an Kuveyt'e özgü bir durum olan kaynaklarının yarısının dışarıda kullanıldığı bir ülke gibi olmasına müsaade edebileceğini tahayyül edebilir misiniz?
- Hayır, bunun sebebi ABD'nin kapitalist dünyanın merkezi olmasıdır. Bu merkez, Üçüncü Dünya kaynaklarının toplanması ve bu kaynaklan merkeze emip, burada yatırım olarak kullanan temel bir fonksiyona sahiptir. Londra veya Paris'te eskiden sömürgeci devletler olan İngiltere ve Fransa için aynı görevi yerine getiren ikincil merkezlerdir. Bu nedenle, Kuveyt'in kendi ekonomik kaynaklarını kullanması ile ABD'nin kendi ekonomik kaynaklarını kullanması arasında bulunan aşikar eşitsizlik, uluslararası kapitalist sistemin fonksiyonu açısından hiç de acayip bir durum değildir.
Irak'a karşı birleşen askeri kuvvetlerin çok uluslu karakteri ve savaş karşıtı hareket olarak kendimizi onlarla aynı safta görebileceğimiz Irak'ta güçler olup olmadığı hakkında iki soru var. ABD'nin bir çok vesileyle, kendi amaçlarına kılıf olarak çok taraflılığı kullanmağa çalıştığı hususunda tamamen haklısınız. Kore olayı özellikle olumlu bir örnektir, çünkü orada ABD, Güvenlik Konseyi'nde Sovyetlerden veto yememek için Genel Kurul'dan Birleşmiş Milletler'in onayını almayı başardı. Bu onay ile ABD Kore'de kuvvet kullanılmasına BM'den destek aldı. Bu tabii ki Amerikan siyasetinin önceki modeliydi. Bununla birlikte, Irak'a karşı oluşturulan müttefik birliklerin yüzde yetmişi Amerikan askeridir ve Irak'taki askeri çarpışmada liderlik kesinlikle Amerikan ve İngiliz birliklerinde olacak, geri kalanlar nispeten daha küçük görevler alacaktır. Tanımlamaya çalıştığımız Irak'taki muhalif gruplar sorusu çok zor bir meseledir. Çünkü Saddam Hüseyin rejimi olağanüstü baskılar sonucu ülkedeki bütün muhalif hareketi bastırmış, ya öldürmüş ya da sürgüne yollamıştır. Dolayısıyla Irak'ta kayda değer bir muhalif hareket yoktur. Bundan da öteye ister iç muhalifler, ister dış muhalifler olsun hepsi Irak'ın Kuveyt'i işgaline karşı çıkmakla birlikte Amerika'nın Irak'la karşı karşıya gelmesini istemediklerinden dolayı rejimden taraf olmuşlardır. Irak halkı için, rejimle birleşmeksizin Amerikan tehdidine karşı çıkmaktan başka çıkar yol yoktur.
Çev.; Rıdvan Ahmetoğlu