Kobani’deki gelişmeler bahanesiyle PKK ve BDP kadrolarının Müslümanlara yönelik saldırıları, üzerinden yıllar geçse de unutulması mümkün olmayacak düzeyde vahşet, kin ve düşmanlıklar içeriyor. 1955’te meydana gelen 6-7 Eylül olayları Türkiye siyasi tarihinde nasıl Kemalist sistemin ırkçı ve insanlık dışı politikalarının somut bir örneği olarak yer aldıysa 6 Ekim’de start verilen ve yoğunluklu olarak üç gün süren eylemler de PKK faşizminin kitlesel linç politikaları olarak siyasi tarihe kaydedilecektir. 6-7 Eylül 1955 tarihlerinde Selanik’te Mustafa Kemal’in doğduğu iddia edilen eve bomba atıldığının yer aldığı gazete haberi üzerine başta Beyoğlu-Taksim bölgesi olmak üzere Rumların oturduğu ev ve iş yerlerinin olduğu bölgelere organize saldırılar düzenleniyordu. İstanbul’un birçok yerinde linç, talan, yağma olayları yaşanıyor. Daha sonra gazete haberinin uydurma olduğu ortaya çıkıyor. Ama bugün herkes 6-7 Eylül’ü Kemalizm’in utanç galerisinden bir sahne olarak hatırlamaktadır. Bu bağlamda Kobani eylemlerini çok yönlü olarak ele almak gerekmektedir. Tabi ki İslami camianın söz konusu süreçte ortaya koyduğu tavır ya da tavırsızlıklara da değinmek gerekiyor.
İnsanların vahşice katledildiği, linçe tabi tutulduğu bu süreç ‘dayanışma’ boyutuyla bakıldığında Müslümanlar açısından son derece vahim bir görüntü ortaya çıkardı. Olaya ilişkin adil şahitler olarak tavır alma, zulme uğrayan Müslümanla hemhal olmayı geçtik vakayı tanımlamada dahi adalet ve insaftan uzak yorum ve tanımlamalarla karşılaşıldı. Denilebilir ki, PKK hareketinin silahlı olması, politikalarının insaf-merhamet dışı olması insanları, Müslümanları dahi korkutup pratik sorumluluk almasını engelledi. Gencecik bir Müslümanın taşlarla başının ezilerek katledildiği bir tablo dehşet vericidir. Bu vahşet daha ciddi bir şekilde karşı koyulmayı gerektirecek nitelikteydi. Örgüt bu insanlık dışı eylemi zaten tehdit, gözdağı, susturma, korkutma mantığıyla yapmakta. Dolayısıyla susmak, örtmek de en az eylemin kendisi kadar dehşet vericidir. Elbette ki zaaflar bununla sınırlı değil.
Siyasal-sosyal olayı tanımlama ve tavır almada Türkiyeli Müslümanların göstermiş olduğu performans genel anlamda geçmişten bugüne istikrarlı bir seyir izlemekte. Ne yazık ki bu istikrar, olumluluğu ihtiva eden bir değere sahip değil. Ya ilgisizlik ya da vakayı yanlış tanımlama ve tavır alma sorunu yaşanıyor. Şüphesiz ki, bu durumun nedenleri arasında gösterilebilecek birçok faktör bulunabilir. Lakin bütün bu saikler öncelikli olarak Müslümanları ilgilendiren gelişmelerin yoğun ve sürekli olarak artması gerçeğini değiştirmediği gibi yakıcı gelişmeler karşısındaki yanlış ve olumsuz tavırların can sıkıcılığı da artmakta.
Siyasal Kültür Farklılığı
Müslümanların oluşturduğu birlikteliklerin en temelde ideoloji ve perspektif zayıflığı, hedef yok(sun)luğu, istikamet sorunu, siyasal-sosyal olayı yorumlamasını gerektirecek ilgi sorunu bulunmakta ne yazık ki. 28 Şubat sonrası yoğun bir şekilde yaşanan ideolojik savrulma ve örgütsel çözülmenin AK Parti iktidarının yol açtığı olumlu gelişmelere rağmen gerçek anlamda aşılamaması meselesi her kritik olayda karşımıza çıkmakta. Türkiyeli Müslümanların genel anlamda içinde yer aldıkları “Sünni siyasal kültür” de değişik boyutlarda olumluluklarıyla birlikte zaafları da taşımakta. Örneğin, yaşanan zulümleri, haksızlıkları unutmama, mağduriyetlerin hesabını sorma ve sona erdirme yerine unutma ve duymazlıktan, görmezlikten gelme hali genel kitle tavrıdır. Oysa “karşı” konumda yer alan kesimlerin hatırlama ve hatırlatma noktasında gerçeği ters yüz etme pahasına ısrarı ve retoriği bulunmakta. Örneğin, Sivas olaylarıyla ilgili olarak sol, laik ve Alevi çevreler 1993’ten beri “diri diri yakılan Aleviler” vb. bol ajitasyon soslu Madımak edebiyatı yapmaktalar. Öylesine bir hegemonya kuruyorlar ki, yazdıklarıyla çoğu zaman Müslümanların başını öne eğen bazı “İslamcı yazarlar” da zaman zaman bu katliam tövbekârlığı, geçmişle yüzleşme histerisine tutuluyorlar. Oysa şöyle bir zahmet edip “Sivas olayının Alevilikle alakası var mı? Ölenler söylendiği gibi gerçekten yanarak mı öldü? İçeride yatan onlarca Müslüman yirmi yılı aşkın bir süredir hangi gerekçe ile hapiste? Başbağlar’da katledilen Müslümanların olayla ilgisi ne?” gibi sorulara cevap arasalar kuvvetle muhtemel kendilerinden utanacaklar.
Ajitasyon ve propagandanın tarihsel sürekliliğiyle uyumlu bir şekilde aynı yöntem Osmanlı’nın 40 bin Alevi/Kızılbaş’ı öldürdüğü iddiası ile sürdürülür ve bunun üzerine o günden bugüne binlerce türkü söylenir, şiirler yazılır. Oysa “Açın kapıları Şah’a gidelim, Şah’a!” diyen Safevi taraftarı, Osmanlı karşıtı siyasal ve askerî faaliyetlere hiç değinilmez. Daha da vahimi 40 bin sayısının esasında Sünnileri kapsar bir şekilde aynı dönemde Safevi coğrafyası için geçerli olduğu görülmez. Şiileştirme politikasını kabul etmeyen Sünni çoğunluğun kitlesel kıyıma uğraması, bir dönem sonrasında İran coğrafyasında Sünniliğin azınlık konumuna gelmesine sebebiyet veriyor. Tam bir mezhebî katliamdır yaşanan. Ama hakikati ifade etme adına dahi olsa hangi tarih kitaplarında bahsedilebilir ki bu durumdan?
Gezi’den Kobani’ye Taktik Aynı
Benzer içerik, 1 Mayıs 1977’deki örgütler arası iç çatışmayı dahi farklı şekilde yansıtan sol propagandadan Hz. Hüseyin’in şehit edildiği Kerbela olayını mitleştirerek sunan, olay sanki “geçen hafta” gerçekleşmiş gibi bir duygu yoğunluğu ve retorikle aktararak ideolojik kurguya dayalı Şiiliğe ait birçok olay ve durumda karşımıza çıkmakta. Gezi olayları gibi daha yakın bir zamanda gerçekleşen olaylarda da aynı ajitasyon ve propaganda yöntemi kullanılıyor ve gerçek ters yüz edilerek öncelikle kamuoyuna dönük yüzü olanların iradesi teslim alınıyor. Toplantı ve gösteri yapma meselesinde geçmiş dönemlerle kıyaslanmayacak kadar özgürlükçü bir ortamın olduğu Türkiye gerçeğine rağmen sol gruplar -arkalarındaki medya gücünü kullanarak- “eylemler engelleniyor” görüntüsü vermek için çatışmayı devreye soktular. Dolayısıyla Gezicilerin yaptıkları şiddetin adalet ve ahlak açısından bakıldığında hiçbir meşruiyeti yoktur. Lakin eylemlerde ölenler üzerinden öylesine bir kampanya estirildi ki, farklı söylemi dillendirecek olanlar en başta sol ve ulusalcı kesim dışındaki kesimler tarafından mahkûm ediliyor.
İdeolojik çarpıtmanın, mistifikasyonun yoğun bir şekilde uygulandığı sürecin sonunda geldiğimiz yer itibariyle örneğin Gezi eylemlerinde ölenlerle ilgili olarak inanılmaz bir hegemonik söylemle karşılaşıyoruz. Yüzlerce insanın polis dahi olsa bir kişiye kaldırım taşlarıyla saldırdığı dehşet görüntüsü tartışılmadan, o eylemde ön saflarda bulunan ve havaya ateş etmek isteyen polis kurşunuyla ölen Ethem Sarısülük kahramanlaştırılıyor. Enteresan olan Ethem Sarısülük silahlı mücadele veren bir örgüt olan TİKB üyesi. Mistifikasyon bu gerçeği gizlemeyi, göstermemeyi becerme sanatıdır. Aynı tablo başına isabet eden gaz kapsülü sonucunda ölen Berkin Elvan ve diğerleri için de geçerli. Öyle bir kamuoyu oluşturuluyor ki, neredeyse “Bu yıl doğacak erkek çocuklarına Berkin ismi konulma zorunluluğu getirilsin!” diyesi geliyor insanın! Bu anlamlı ve dahi yüksek erdem içerikli Berkin Elvan kampanyasına kambersiz düğün olmaz ilkesi gereği camiamızın güzide yazarları da katılıverdiler hemencecik. Bütün bu hegemonik söylem şiddetinde “Ya acaba Berkin DHKP-C’nin lise biriminde yer alan bir genç değil miydi?” sorusu dillendireni linçe götürüverir alimallah!
Sahip Çıkılmayan Mazlumlar, Burun Kıvrılan Direnişler
Elbette ki, Müslümanlara karşıt güçlerin, kendi mücadelelerini yalnız bırakmama, söylem ve eylemlerine toz kondurmama, asla ve asla meşruiyet sorgulaması anlamına gelebilecek hiçbir söylem ve pratikte bulunmama, kayıplarına sahip çıkma, her daim “devrimci dayanışma” merkezli birlik görüntüsü verme gibi hasletler özellikle bu taraftan bakınca eleştiriden öte saygı duyulmayı gerektiriyor. Sorun bundan çok daha fazlasına Müslümanların sahip olması gerçeği ile başlıyor. Oysa bırakınız olması gerekeni, birçok olayda Rabbimizin emrettiği yükümlülükler dahi yerine getirilmiyor.
Zulme uğrayan ya da zalime karşı bilfiil mücadele veren Müslümanın yanında olma sorumluluğu var iken yerine getirilmiyor. O zaman bari sahip çıkma, sesi olma, uğradığı zulmü kamuoyuna aktarma, teorik, propagandif ve manipülatif saldırılara cevap verme gibi daha yapılabilirliği nispeten mümkün olan pratikler ortaya konulsun diyorsunuz lakin yine de nafile. Çoğu zaman mazeret dahi belirtilmeden geçirilen günlerle doludur camiaların biyografileri. Hele kişi ve çevrelere mazlum ve direniş beğendirme ise başlı başına bir sorun. Herkesin şerh koyduğu, rahatsız olduğu, mesafeli durduğu kişi ve çevreler söz konusu. Burada bir çevreye ilişkin ortaya konulan şerhlerin haklılığını tartışmıyoruz. Pasifizm ya da yanlış politik duruş alınmasına yol açan ön şart, düşünüş biçimi, siyaset usulü kaynaklı problemlerdir esasında dile getirmek istediğimiz. Geçmişten bugüne, Taliban’dan el-Kaide’ye, Erbakan’dan Erdoğan’a, Milli Görüş’ten AK Parti’ye, İhvan’dan Hamas’a, IŞİD’den HÜDA PAR’a, Ahrar’dan Nusra’ya birbirinden farklı bu kişi ve çevrelerin merkezinde olduğu gelişmelerle ilgili olarak bir de bakıyorsunuz önce “kendi cephenizi” ikna süreci içindesiniz.
Siyasal-sosyal olaya ilişkin objektif tanımlama çabası, tavır alma yerini; sübjektivizmin doğmasına yol açan yaşanmışlıkları mutlaklaştırma ya da konuyla birinci dereceden alakası olmayan unsurları asıla şamil kılma sebebiyle olumsuz hale evriliyor. Aslında siyasal-sosyal olayın bu tarafından çok karşı cepheye odaklanılması, sorunu aşma noktasında epey kolaylık sağlayacaktır. Bu demek değildir ki, mahallemizdeki olumsuzlukları, yanlışları görmeyelim. Sadece asli sorumluluğumuzu ortaya koymayı engelleyecek yanlış zamanda yanlış yerde ve yanlış şeyleri gündemleştirmenin doğurduğu sonuçları kast ediyoruz. Kobani süreciyle ilgili olarak PKK ve DHKP-C çevrelerinin takındığı tavır meramımızı anlatmak açısından iyi bir örnek. Zaman zaman medyaya da yansıdığı üzere iki örgüt arasında uzun bir zamandan beri hem ideolojik hem de silahlı çatışma söz konusu. Legal kollarına yapılan saldırılar ve bazı semtlere yansıyan çatışmalardan dolayı hayatını kaybeden kişiler oldu. Üstelik daha geçtiğimiz haftalarda yaşandı bu durum. Çatışmanın ve ihtilafın bitirilememesinden dolayı PKK ve uzun bir dönemdir onunla beraber hareket eden MLKP bundan sonra legal-illegal bütün platformlarda DHKP ile ilişkisini kopardığını ilan etti. Ama gelin görün ki, aynı günlerde Türkiye gündemine oturtulan Kobani süreciyle birlikte DHKP çevresi Gazi Mahallesi, Okmeydanı, Alibeyköy, Sarıgazi’de ''Direnen Kobane Halkının Yanındayız! (Halk Cephesi)'' pankartıyla PKK direnişini destekleyen eylemler yaptı.
Bağcılar’da yaptıkları eylem ise tam trajikomik! “Halk Cephesi” imzalı pankart yok artık dedirtecek cinsten: “Kobane’de Amerikan Beslemesi IŞİD’in Katliamlarına Karşı Direnen Kürt Halkının Yanındayız!” Kobani semalarında Amerikan uçakları IŞİD mevzilerini bombalayıp PKK’lı hevallerle aynı safta savaşırken gerçeği bu kadar çarpıtmak için acaba nasıl bir formasyondan geçmek gerekiyor? Türk solundan Kürt soluna, DHKP’den PKK’sına, ÖDP’sinden TKP’sine en ufak bir gelişmede dahi Amerikan emperyalizminin parmağını arayanlar sanki gökte uçanlar serçe kuşu imiş gibi görmezlikten geliyorlar. Kobani hadisesi aynı zamanda sol-sosyalist çevrelerin Amerikan emperyalizmi ve en genelde emperyalizm konusunda da ne kadar ikiyüzlü ve tutarsız olduklarını bir kez daha net şekilde gösterdi oysa.
Ayakları Birbirine Dolananlar
İslami camiada ise tavırsızlık ya da yanlış duruş halinin kültür biçimini almasının, doğru tanım yapma ve tavır alma derdi olanların işini bir kat daha zorlaştırdığı son Kobani hadisesi ile bir kez daha görüldü. Bütün kamuoyunun gözü önünde hadiseler cereyan etmesine rağmen bazı çevrelerin yaptıkları açıklamalar insana ‘acaba aynı olaydan mı bahsediliyor?’ dedirtiyor. Kobani’deki gelişmelerin tanımlanmasından başlıyor sorun. “Kobani'de meşru bir direniş var, insanlar canlarını ve ırzlarını koruyorlar!” vb. gerçeklikten uzak “tespit”lerin yer aldığı ortak basın açıklamalarını, PYD'nin IŞİD'e karşı desteklenmesi arzusunu lütfedip gizlemeyen yazarları görünce insan “Bunlar gündemi nasıl takip ediyor?” diye sormadan edemiyor. Örneğin Esed rejimine karşı direnen muhaliflerin silahlandırılmasını hep büyük bir tehlike olarak niteleyen, Müslümanların sürdürdüğü onurlu mücadeleyi Körfez monarşileri tarafından silahlandırılarak yoldan çıkmakla ve vekâlet savaşı ile itham eden MAZLUMDER, ivedilikle Rojava’nın silahlandırılmasını istedi. Genel Başkan Ahmet Faruk Ünsal imzasıyla yayınlanan açıklamada “…Türkiye, kendi kadim ülkelerinde istedikleri gibi yaşamak isteyen Rojava halkına, “ya tabi olmaya ya da ülkelerini terke” mecbur bırakan işgalci IŞİD unsurlarına karşı korunmaları için her türlü yardımı yapmalıdır. Daha önce Suriye Türkmenlerine kendilerini korumaları için gerek duydukları yardımı gönderen Türkiye’nin aynısını Rojava için de yapması hem tutarlılığın hem de Çözüm Süreci’nin bir gereğidir.” denilmekte. Vay canına! ‘Saf çocuğu masum Anadolu’nun!’ Bizler de zannediyorduk ki, bu ‘sivil’ kuruluş, kendisini insan hakları kurumu olarak tanımladığı için silah-külah işlerinden uzak duruyor. Ama gelin görün ki, eğer söz konusu PKK-YPG olursa “devrimci durum” değerlendirmesi yapılıyor ve silahlı direnişin ne kadar masum, insani ve tabi olduğu yazılabiliyor. Karşıdaki savaşılan gücün Müslüman olması ise “Rojava Devrimi”nin küçük bir çelişkisi olsa gerek! O kadarlık kusur kadı kızında da olur değil mi yani.
Özellikle bölgedeki Müslümanlara hitap eden kurumların yaptıkları açıklamalar ideolojik açıdan ve hadiseleri tanımlama noktasında ciddi zaaflar içermekte. Elbette bunda PKK’nın bölgede estirdiği despotizmin doğrudan etkisi bulunmakta. Lakin yine de İslami bilinç ve sorumlulukla bağdaşmayan ifadeler konusunda dikkat edilmeliydi. Bu noktada varoluşunu artık “Kürtlük” temelinde anlamlandıran, İslam’ın referansları yerine etnik temelde hadiseleri çözümleyen, kavramsal dünyasını seküler, milliyetçilik özelinde yeniden oluşturmuş Azadi İnsiyatifi, Tevgera gibi oluşumlarla çoğu zaman onlarla aynı paralelde olan Öze Dönüş Platformu gibi oluşumları kast etmiyoruz. Tek tek şahıslardan öte kurumsal kimlik ve duruştur burada önemli olan. Aynı kulvarda yer alan Süleyman Kurşun ve MAZLUMDER PKK/PYD’ye destek için sınıra gidip Cuma eylemi yaparken Kurşun’un yaptığı konuşmadan bir bölüm, zihin yapısını net olarak göstermektedir. Süleyman Kurşun konuşmasında Batı’nın Kobani’ye sessiz kaldığını iddia ederek “…Siz niçin Bosna'ya müdahale ettiniz de Kobanê'yi görmüyorsunuz? Biz Kürtler tarihten beri Araplarla komşuyuz. Kürtler toprakla rızkını çıkartır. Araplar eskiden beri Kürtleri yağmalatırlar. Bu eski alışkanlık bu zamanda daha modern din kisvesi altında Kürt servetine göz koymuşlar...” İşte bu, sözün bittiği yerdir artık! Savrulmanın hangi boyutlara vardığını bu sözler çok güzel ortaya koyuyor.
Kobani’yi bahane ederek Müslümanlara yapılan saldırılar sonrasında yapılan açıklama ve değerlendirmeler de aynı zaaf ve sorunları ihtiva ediyor. Buradaki facia ise affedilir cinsten değil. Herkesin televizyon ekranlarında neredeyse canlı canlı izlediği saldırılarda başta HÜDA PAR camiası olmak üzere Müslümanlara ait kurumlar saldırıya uğrayıp, sakallı ve tesettürlü insanlar linçe uğrarken; okul, yurt, müze, belediye ve işyerleri bombalanıp, yakılıp yağmalanırken olay daha en başından saptırılmaya çalışıldı. Örneğin MAZLUMDER Genel Merkezinden yapılan açıklamayı okuyalım: “…Kobane halkıyla dayanışma amacıyla yapılmak istenen protesto ve gösteri yürüyüşleri anayasal bir hakkın kullanımı anlamına gelmektedir. Güvenlik güçleri, bu hakkın doğru ve sağlıklı bir şekilde gerçekleştirilmesini sağlamakla vazifelidir. Bunun yerine gösteri ve yürüyüş hakkının tazyikli su, biber gazı ya da silahlı güç kullanımıyla engellenmeye kalkışılması kesinlikle doğru değildir. Böyle bir engellemenin yol açtığı kaos ortamının maalesef üzüntü verici can kayıplarıyla ve OHAL dönemini çağrıştıran sokağa çıkma yasaklarıyla sonuçlanması, zaten yeterince hassas olan süreci daha da zorlaştırmaktadır. Kamu yöneticileri, şiddetin şiddeti çağıracağını ve bunun sorunlarımıza çare olmayacağını artık anlamış olmalıdır. (…) Bu bağlamda HDP, HDP’ye yakın derneklerle Hüda-Par ve Hüda-Par’a yakın derneklerin birbirlerine yönelik saldırıları akabinde tırmanan gerilimin aynı hızla düşürülmesi gerektiğini özellikle vurgulamak istiyoruz…”
Bu açıklamadakinin aksine gösteri ve yürüyüş yapma ile ilgili olarak ciddi bir engellemenin olmadığını insaf sahibi herkes bilir. Sorun gösterinin engellenmesi değildir, molotof atarak çatışma çıkarma ve böylece gerilim siyasetini uygulayan sol ve PKK’nın klasik taktiğidir esas olan. Kategorik güvenlik güçleri karşıtlığından neşet eden her fırsatta önce devleti suçlama yaklaşımı adil değildir, çünkü vaka bundan kaynaklanmıyor. HDP ve HÜDA PAR’ın karşılıklı olarak birbirine saldırdığı iddiası karşısında ise “el insaf” deyip geçmek lazım. Güya Müslümanlara ait olan söz konusu kurum haksızlığa, katliama uğrayan insanlara sahip çıkmaz iken İnsan Hakları Derneği (İHD) ise onlarca insanın vahşice katledilmesini, şehirlerin yakılıp yıkılmasını, yağmalanmasını, belediye binasından müzeye, okuldan yetiştirme yurduna, halk otobüsünden ambulansa değin PKK-HDP tarafından yapılan saldırıları yayınladığı raporda temize çıkarabiliyor.
Vicdanları Körleştiren Amansız Hastalık: Milliyetçilik
İslami referansları ikinci plana atan, hadiselere ümmet perspektifi yerine Kürt milliyetçisi temelinde bakanlar da “bırakuji” (kardeş kavgası) söylemiyle Müslüman ile zalim-kâfiri eşitleyen aynı probleme katkıda bulunmaya devam ediyorlar. Yaşanan vahşetin faillerini gizleme amaçlı provokasyon edebiyatına ise dört elle sarılıverdiler. Tıpkı PKK/BDP çevresinin yaptığı gibi ucuz “Birileri ortalığı karıştırıyor!” söylemi, vicdanları rahatlatma adına olsa gerek derhal devreye sokuluyor.
İsimleri zikredilen Kürt milliyetçiliği çizgisinde kendine yer edinenler PKK vahşetine karşı yapılan eleştiri ve itirazlardan dahi rahatsızlık duyabilmekte. PKK’ya yönelik eleştirileri ise topyekûn Kürt halkına yapılmış gibi sunabilmekte. Milliyetçiliğin tabiatında yer alan yaklaşımla ‘kendi etnisitesinden’ olanın hatadan ari olduğu refleksi geliştirilir. Seyyid Kutub ve Mevdudi’den geçmişte öğrenilenler ise İslamcılara vurulacak malzeme taşları olurlar. Kur’an ayetleri ise dinin milliyetçi temelde yeniden inşası için devreye sokulur. Bildik hikâyedir tekrarlanan. Yalnız yine de Kürt milliyetçiliğine sapmış da olsa son tahlilde Müslüman olduğunu iddia eden bir insanın PKK’nın katlettiği Müslüman karşısında düştüğü hale üzülmemek mümkün değil. Şarkıda denildiği gibi “Yani bu, aşağılık bir dramdır artık!”
Hegemonik Söylemi Iskalamanın Mahzurları
PKK’nın hegemonik söyleminin yansıması olan basın açıklaması ve söylemlere sıkça rastlanılan bu dönemde ne yazık ki Batman Özgür-Der Şubesi de benzer bir ortak açıklamaya imza attı. Aralarında Beyder, Batman İHH, Eğitim-Bir-Sen, Ensar Vakfı, İlim Yayma Cemiyeti’nin de bulunduğu 70 kuruluşun imzasının olduğu ve “…Yaklaşık 25 gündür IŞİD kuşatması altındaki Kobane’de, halkın canına, ırzına malına kısaca bütün değerlerine yapılan saldırılara karşı verilen mücadele toplumun tüm kesimlerince meşru kabul edilmektedir… Ki tüm bu bağların dışında son 10 gündür Batman’a Kobane’deki mücadelede hayatını kaybetmiş 6 cenaze gelmiştir. Kobane’deki mezalim nedeniyle toplumun tüm kesimlerinde oluşan hassasiyet ve bu nedenle yapılan barışçıl ve demokratik gösteriler meşru olduğu gibi hukuken korunması gereken gösterilerdir. Ancak, bu gösterilerin şiddete ve karşılıklı çatışmaya dönmesi ile maalesef hem Kobane’deki mücadele hem de meşru gösteriler gölgede kalmıştır.” ifadelerinin yer aldığı bildiri “Gün devletin ve halkın Kobane ile dayanışma içinde olması, toplumsal olarak da barışın ve kardeşliğin dilini esas alması gereken gündür.” temennisiyle bitmekte. Söylem ve eylemlerde kullanılan dile, kavramsal çerçeveye, altına imza atılan ifadelere, taşınan döviz ve pankartlara, yapılan konuşma ve yayınlanan makalelere ne kadar dikkat edilmesi gerektiğini “Kobani süreci” çok net bir şekilde göstermiştir.
Müslümanlara yönelik bilinçli ve sistematik saldırılar yapılırken, hükümete yakın yayın organlarının hatta iktidar partisinin bölge milletvekillerinin söylemleri de aynı şekilde PKK’nın oluşturduğu siyasal dilin meşruiyet sınırları içerisinde kendini göstermekte. Kobani’deki gelişmeleri Ahaber’den izlediğinizde açık PKK taraftarlığının sebeb-i hikmetini anlamakta güçlük çekiyorsunuz. Aynı şekilde, IŞİD aleyhinde uydurulan, asparagas ve pespaye haberlere ısrarla yer veren Timeturk sitesinin akıllara ziyan yayınları nasıl bir seviye ile muhatap olunduğunu göstermesi açısından anlamlıdır. Kobani eylemlerinin arkasında Gülen cemaatinin olduğu yönündeki yayınlar ise sefalet ve rezaletin diz boyu olduğu noktadır. Vahşette ve gözü dönmüşlükte sınır tanımayan PKK’yı masumlaştırma anlamına gelen bu çabalar düpedüz açık ve net görüntüyü flulaştırma taktiğidir.
PKK güçlerinin bütün bir bölgeyi hatta İstanbul’un bazı semtlerini yangın yerine çevirmesi, Müslüman avına çıkması karşısında dut yemiş bülbüle dönen iktidara yakın medya organları her ne olduysa olayların bitimine yakın PKK vahşetini görme lütfunda bulundular. Haberlerin yapılış ve yayınlanış biçiminden siyasal iktidarın talebinin rol oynadığının anlaşıldığı haberlerle birlikte Türkiye kamuoyu tam olarak nasıl bir vahşet tablosunun yaşandığını öğrenme imkânı buldu. Gerçekten de ilk günlerde Kürt solunun tabii müttefiki Türk solu, CHP, Aleviler, hükümet karşıtı liberaller, müzmin AK Parti muhalifleri, başta Doğan grubu olmak üzere merkez medya eliyle PKK’nın her yeri yakıp yıkan görüntüsü masumlaştırılmaya çalışıldı. Saldırıya uğrayan HÜDA PAR gerçeğine rağmen klasik sol saçmalıklarla kontrgerilla-hizbulkontra, JİTEM söylemi hakikatin yerine inşa edilmeye çalışıldı.
Kobani düştü düşecek vaveylasıyla kelimenin gerçek anlamıyla terör estiren, İslami kimliğinden ötürü savunmasız insanları vahşice, hunharca katleden, 16 yaşındaki genci insanlık dışı işkencelerle başını taşla ezerek öldüren, ambulanstaki yaralıya dahi saldıran, yetiştirme yurduna saldırıp, içeride gariban kız çocukları var iken yurdu yakmaya çalışacak kadar gözü dönmüş bir yapıyı masum gösteren, zulümlerini örtbas edecek her türlü söylem ağır bir vebal altına girmiş demektir. Kabul etmek gerekir ki, nasıl ki Kemalizm uyguladığı politikalar neticesinde belli oranda istediği insan tipini elde ettiyse PKK da İslam dışı, Kürt milliyetçiliği temelinde uyguladığı politikalar neticesinde bir insan tipini yakaladı.
Yetmiş yaşlarındaki Mehmet Latif Şener’i arkadan kurşunlayacak kadar aciz, korkak; Sultanbeyli’de taşlarla linç ederek katlettikleri Serdar Aslan’ın cebindeki kurban parasını alacak kadar alçak, akrabalarını ziyaret için geldiği Mardin’de sırf sakallı olduğu için Suudi vatandaşı Fehad İbrahim Duveyric’i katledecek kadar insanlıktan nasibini almamış, evine sığındığı Yasin Börü, Hasan Gökgöz, Yusuf Er ve Hüseyin Dakak’ı vahşilere teslim edecek kadar insafsız ve vicdansız kişilik işte Kürt ulus kimliği mücadelesi veren PKK-HDP’nin ürettiği yeni insan tipidir. Bu İslam’a olan bağlılığıyla meşhur, bireysel ve toplumsal yaşamında dinî kültürün baskın olduğu, “bildiğimiz Kürt insanından” çok farklıdır. Sadece Yasinler değildir katledilen. Onun içindir ki, Müslümanlarla dayanışma bilinci içerisinde haksızlıklara, saldırılara birlikte karşı çıkma, zalimi ifşa etme, mazlumun safında durmanın yanında bu cahiliye kültürünün özelliklerini hızla gösteren toplumsal yapının değişimine de çalışılmalıdır.