Sana hayatındaki önemli olayları yazmak için almışım bu defteri. İlk gülüşün, ilk oyuncağın, ilk kelimelerin... Şimdiyse sana gözyaşlarımla iki güzel insanın aramızdan ayrılışını yazacağım. Sen onları tanıyamadın ama onlar seni tanımışlardı. Hatta sen doğarken başucumdaydılar. İlk ağlamanı duymuşlardı, ağlama krizlerinde seni teskin etmişlerdi tecrübeli anne elleriyle. Belki de bebek masumiyetinle sezmişsin de son kez muhabbet ettiğimizi, o gün hiç ağlamamış, saatlerce uyumuştun. Bu kızı torunum gibi hissediyorum demişti Madde Abla; Özlem ise espri ile "Hangi oğluma alayım kız seni?" diye takılmıştı. Sen bebekçe, habersizce gülücükler atarken; annen, sen hayatına girdiğinden bu yana en hüzünlü gününü yaşıyor.
Ne tuhaf şeydi doğum ve ne tuhaf şey şu ölüm. Ne garip bir ayrılık. Bir gün buluşacağımız, gittikleri yerde mutlu oldukları umudu olmasa, dua olmasa çatlamaz mıydı beyinlerimiz? Bu hüzünlü bir vedaydı. Giden iki güzel insanın ardından, "Son yaptığımız şuydu!" diye cümleler kuran yüzlerce kişinin hüzünlü vedası... Son helalleşmenin bir cami avlusunda, musalla taşında olacağını bilseydik daha bir sıkı sarılıp ayrılırdık belki. İnanmak zor, siz miydiniz o beton yatakta yaşamlarının tüm heybetiyle yatan. Hani bir dakika bile yerinde duramayan, tuttuğunu koparan, siz iki yiğit kadın. Çocuklarını son kez öpüp kokladıkları anın kokusu sindi yüreklerimize. Hikmetinden sual olunmuyor. Beklenmedik biranda, acının en katmerli haliyle teklifsizce geliyor ölüm evlerimize. Hepimizin üzerinde emeği olan bu iki güzel insan, en vurucu dersini işliyor. Doymadan kalkılan bir sofra gibi hayatı yarım bırakarak, çat kapı geldikleri dostlarına, tanıdıklarına ebedi hayata çat kapı giderek bu dünyanın gailesinin bomboş olduğunu anlatıyor.
Şimdiyse bize anılar, fotoğraflar, mahsun yüzlü çocuklar kaldı. Şimdi nereye koymalı, programlarda, eylem yerlerinde, sohbet yerlerimizde sizi arayan gözlerimizi, ne yana döndürmeli?
Şu imtihan yerine yeni gelen güzel bebek, bana arkadaşının adının neden 'Macide özlem' olduğunu soracaksın, ben de sana, her gecene bir öykü çıkaracak kadar gecelerce anlatacağım, inanmış iki insanın hayatlarını. İnandıkları gibi nasıl yaşadıklarını ve en sonunda nasıl inandıkları yolda öldüklerini. Onlar gibi mü'mince, başları dik olsun diye onların isimlerinin verildiğini. Sonra ben de sana öğütleyeceğim onlar gibi namaz kılan, bol bol infak eden, her daim okuyan bir Müslüman olmanı. Ve onlar gibi çok cesur olmanı. Sonra sen, "Hani o eylemde Özlem Teyzem panzere şemsiyesiyle nasıl vurmuştu, Macide Teyzem polisi nasıl kandırmıştı, tekrar anlat anne" diyeceksin. Anlatacağım. Sana hepsini anlatacağım; birlikte yaptığımız okuma kamplarını, yolculukları, kavgalarımızı, barışlarımızı. Bir de ayrılmamızın ne denli zor olduğunu.
Her zaman yorgun ve uykusuz olurdu Macide Abla. Çantasında herkes için yapacağı bir jest ile koşturur dururdu. Özlem'inse bitmek bilmez enerjisiyle yaptığı planlar olurdu: "Bu kış İngilizce kursuna başlamalı, fotoğraf kursu vereceğim, şu yazıyı bitirmeliyim, çocuklar için yazmaya başladığım hikayeleri düzenleyeceğim." Hep insanları toplamak için uğraşırlardı. Bir gün öyle çok insanı bir araya getirdiler ki, sanki "Şaka yaptık!" deyip, hazır toplanmışken, "Şurada yürüyüşe geçip zulmü protesto edelim" diyecekler ve ön saflara geçip havaya yumruk sıkacaklardı. Olmadı. Şaka değilmiş. Gene ön safta gittiler. Hep kalmak istedikleri şekilde "onurlu" gittiler. Gittiğiniz yerde iyi ağırlanasınız diye, mekanlarınız cennet olsun diye duadan güller yolluyoruz size. Size güle güle derken, hoş geldin dediğim duaya durmuş minik bir çift elle birlikte.