Kitapçı

Abdurrahman Çeliker

Bakıyor bana:
demirlerin
duvardaki gölgeleri içinden...

N. Hikmet

Salâlar henüz düşştü geceden kalma ıslaklığı üzerine kaldırımların. Mimarisinden mi, yoksa bir deprem sonucu mu olduğu belli olmayan eğik minaresiyle hâlâ ulu bir caminin karşısında, zamana inat, bozulmayan ve birbirine omuz vermiş kadim dükkânlardan birisiydi. Amaçsız adımları, şehrin bir ucundan sürükleyip getirmişti onu buraya.

İki katlı ahşap evin üzerine bir başka çökerdi akşam. Balkon, ruhunu henüz teslim etmemişti. Eskinin ayak izlerini taşıyan parke taşları, pamuk şekerciler, macuncular ile çocuk olabilmenin ayrıcalığını daha bir yaşayanların sesleri ve pencerelere saklı sevda musikileriyle dolu sokağa bakıyordu. Sabah ezanları okunurken uyanmıştı, aslında onun için hiç de olağan olmayan bir durumdu. Uykuya düşkünlüğü ile bilinir ve imtihanlara sürekli geç kalırdı. Bir defasında arkadaşları üç saatte uyandırabilmişlerdi. Daha sabahın ilk saatlerinde farklı bir gün olacağı belliydi. Aslında kendisi de şaşırmıştı bu kadar erken bir saatte ve kimselerin müdahalesine gerek kalmadan uyanabildiğine. Odayı bir uçtan diğerine bir iki kez dolaştı, balkona çıktı, sabahın ayazıyla ürperdi ve tekrar odanın sıcak kucağına bıraktı kendini, sonra yeni bir güne başlamanın verdiği ümitle namazını kıldı.

Hayatın tekdüze, insan ilişkilerinin giderek yapaylaştığı, ideolojik tavırların daha bir savrulduğu zamanlardı. Hayata dair yetersizlikleri, televizyon haberleri duyarlılığına düşş masum bebek cesetleri, gözyaşları, açlık karşısında iştahla tüketilen hayatlar artık daha bir tiksindiriyordu onu ve sanki bir sorgudaymış gibi işkence çekiyordu.

İşte o sabah, kıldığı namazla birlikte yeniden doğmuştu. Güneş daha bir güzel, hayat daha anlamlı geliyordu. Sokağın henüz ayak değmemiş mahrem kaldırımlarına koştu. Birkaç simitçi, sabah kahvesi sohbetçileri ve birbirlerine hırlayarak küçük bir kemik parçasını sahiplenmeye çalışan köpeklerden başka ortalıkta kimsecikler yoktu. Şehir, tarihi sabıkalarından dolayı her yönetim tarafından göz ardı edilmiş, tek fabrikası olan tren atölyesi insanların ekmek kapısı olmuştu. Bu esnada atölyenin siren sesiyle birlikte sokaklar, kendini işçilere bıraktı. Umuda gebe ince ve dokunaklı bir ezginin peşine takıldığında kendini küçük bir kitapçı dükkanında buldu. İçeride bir hareketlilik göze çarpmıyordu. Ancak kitaplarla olan dostluğu ve içinde birikip büyüyen gizemli bir ezgi onu içeriye davet etmişti bile.

-Merhaba!..

Yüzüne soğuk bir sessizlik çarptığında ezginin sıcaklığına bıraktı kendini, sanki orada değildi, bu yüzden kitapçının arka taraftaki bir bölmeden seslendiğini duymadı. Abanoz sakallı, siyah gözlü, hayatın henüz ortasında olduğunu belli eden saçları ve ayrıldıkları zamana kadar yüzünden hiç eksik olmayacak hüzünlü gülümsemesiyle kitapçı  yanına kadar geldiğinde hâlâ ezginin etkisinden kurtulamamıştı.

-Azeri ağıttır. Beni de çok etkiler. Onda, göremediklerimi görür, söyleyemediklerimi duyarım.

-Evet, ilk defa dinliyorum. Beni buraya kadar o getirdi sanırım.

Her ikisi de sustular. Ezgi, dükkânın tüm sessizliğini emiyordu. Tozlu raflar, farklı cinslerde kitaplarla doluydu. Dükkânın arka bölmesi uzun, kalın bir kumaşla ayrılmıştı; bölmeye yakın bir yerde küçük bir fotokopi makinesi, biraz da kırtasiye çeşidi vardı.

-Nasıl yardımcı olabilirim. Sabahın bu saatinde buraya geldiğinize göre kitaplarla aranız iyi olmalı, okumayı seviyorsunuz herhalde. Ben de okurum, zaten hayat okumayla başlar. Bu nedenle Allah ilk olarak okumayı emretmiştir.

-Evet okumayı severim. Bu kadar erken bir saatte gelen müşterileriniz için verebileceğiniz özel kitaplarınız vardır sanırım.

-Sıcak bir çay ve biraz sohbete hayır demezsiniz herhalde, hem biraz üşümüşsünüz, içiniz ısınır.

-Aslında hiç fena olmaz, sabah ayazı içime işledi.

Birlikte arka bölmeye geçtiler. Yerde büyük bir halı şeliydi, sağda ve sol taraftaki kitaplar neredeyse tavana kadar ulaşmıştı. Girişte, bölmenin sol ucunda küçük bir lavabo, sağda ise iki küçük pencere vardı, sabah ilk ışıklarını buradan dolduruyordu bölmeye. Hemen perdenin yanında küçük bir tüpün üstünde kaynayan çayın kokusu, tüm bölmeyi güzel bir kokuyla kaplamıştı.

Fabrikadan ayrılmış ve bu küçük kitapçı dükkânını açmıştı. Farklı bir düşünce yapısına sahipti ve bu farklılık kendisini hemen ele veriyordu. Aslında hemen hemen aynı şeyleri düşünüyor ve aynı acıları çekiyorlardı. Konuşmaları artık her gün aynı saatlerde rutin hale gelmişti ve uzun bir dostluğun başlangıcı olan ezgi eşliğinde saatlerce konuşuyor, tartışıyorlardı.

Kitapçı, düşündüğü fikirlerin hayatta yankı bulması için sürekli çalışıyor, eski dostu yetmiş dört model arabasıyla herkesin yardımına koşuyor, buna rağmen hiçbir yorgunluk ve yılgınlık belirtisini üzerinde taşımıyordu. O hayat adamıydı. Düşünce toplantıları düzenliyor, değişik kesimden insanlarla fikri tartışma platformları oluşturuyor,  hiçbir maddi karşılık beklemeden bütün hayatını inandığı şüncelere adıyordu. Bu yüzden birçok tahkikata maruz kalmış;  ancak bunlar onu yıldırmamış,  hatta her geçen gün biraz daha cesaretlendirmişti.

-Düşünen insan,  hayatla yüzleştiği sürece bedel ödemesi gereken insandır,  derdi.

En son bir arkadaşlarının evinde bir araya gelmişlerdi. O gün son günleri olduğunu biliyorlardı. Ayrılacaktı şehirden ve kitapçıdan,  tüm dostlukları, sabahlara açılan kadim sokakları, hüzünlü Anadolu akşamlarını yüreğinde taşıyarak gidecekti. Kitapçı şehri seçmişti, acıyı, hüznü, onuru.

-Artık gitmem gerekiyor. Dükkanı açma saati geldi.

Son kez birlikte kıldılar namazlarını, o gece birlikte ezberledikleri sureler eşliğinde, odayı yoğun bir hüzün kaplamıştı. Hepsi biliyordu bir daha asla birlikte namaz kılamayacaklarını, uzun sohbetlerde bir araya gelemeyeceklerini. Büyük bir hüzün ve istekle kucaklaşıp vedalaştılar.

Sokağa yakışan bir insandı. Kadim dostu yetmiş dört modelle ufukta kaybolana dek pencereden bakakaldı. Bir tarafta Azeri ağıt, içini kıyan o ezgi yükseliyordu hâlâ ve belli belirsiz, hüzünlü bir mırıltı yuvalanmıştı dudaklarına:

-Hoşça kal kitapçı!

-Hoşça kal...