Meclis'in AB kriterlerine uyum sağlama programı doğrultusunda ardı ardına kabul ettiği uyum paketleriyle birlikte Türkiye'de önemli gelişmeler yaşanıyor. Kısa bir süre öncesine kadar pek kimsenin ihtimal vermediği adımlar atılıyor, düzenin vazgeçilmezleri sayılan birtakım kurumların işleyişine dair dikkat çekici değişimler gerçekleşiyor. Gerçekleştirilen yasal değişikliklerin ortak paydasında en genelde özgürlük alanının genişletildiğini; devlete karşı bireylere ve topluluklara daha geniş hareket alanı ve inisiyatif tanındığını; ve en önemlisi de seçilmiş iktidara paralel bir güç odağı şeklinde yapılanan askeri bürokrasinin hakim erk konumunun kısmen de olsa törpülendiğini görmek mümkün.
Peki tüm bu gelişmeler gerçekten sistemin yapısını, işleyişini etkileyecek çapta değişiklikler midir, yoksa makyaj kabilinden adımlar mıdır? Baskıcı, otoriter sistem hangi saiklerle ya da mecburiyetler nedeniyle bu tarz adımları atmaktadır? En fazla merak duyulan ise acaba tüm bu yasal düzenlemeler pratiğe aktarılabilecek midir, yoksa bir müddet sonra tavsatıl-maya, aşındırılmaya ve neticede kağıt üstünde kalmaya mahkum mudur?
Elbette Yetersiz Ama Önemsenmesi Gereken Adımlar
Öncelikle yapılan düzenlemelerin küçümsenmemesi gerektiğinin, ciddi ve önemli adımlar olduğunun teslim edilmesi elzemdir. Bu düzenlemelerin otoriter bir devlet geleneğinin ve toplumsal hayatın hemen her alanını yasaklar zinciriyle kuşatan bir zihniyetin hükümran olduğu sistemde köklü değişimlere yol açmasını beklemek doğru olmaz belki ama en azından gerek alışkanlıklar, gerekse de kurumsal yapı açısından sistemin işleyişine dair önemli tavizler içerdiği açıktır.
Zaten burada soru bu düzenlemelerin yeterli olup olmadığı sorusu da olmamalıdır. Sorunu düzenin işleyişinde değil, bizzat kendisinde gören ve sistemi reform yoluyla geliştirmeyi değil, bütüncül bir biçimde dönüştürmeyi hedefleyenler açısından elbette gerçekleştirilen değişiklikler yetersizdir; büyük ölçüde yüzeyseldir ve sistemden kaynaklanan sorunların köklü çözümü noktasında da sağlıksızdır. Ne var ki, konu sistemin topyekün dönüşümü düzleminde değil, boğucu atmosferinin kırılması çerçevesinde ele alındığında daha objektif bir değerlendirme mümkün olabilir. Özellikle kesintisiz bir darbe düzeninin işleyişiyle toplumsal hayatın adeta cendereye alındığı ve siyasetin tümüyle bürokratik iradeye tâbi kılındığı bir konjonktürde gerçekleştirilmiş olması yapılan düzenlemelerin önemini artırmaktadır.
Örneğin 7. uyum paketiyle birlikte MGK'nın yapısına ilişkin olarak gerçekleştirilen düzenlemelerin neyi ne kadar değiştirdiği sorusu mutlaka önemlidir. Ama en az bu soru kadar önemli olan bir husus da bu düzenlemelerin son yıllarda MGK'nın sistem ve toplum üzerinde tek hakim konumuna sıçradığı bir zeminde gerçekleştirilmiş olmasıdır. Örneğin bir kısmı daha önceki uyum paketleriyle birlikte gündeme gelen derneklerin kuruluş ve örgütlenme prosedürünü kolaylaştıran, Kürtçe yayına imkan tanıyan, 8. madde ve kimi diğer düşünce yasaklarını sınırlayan, toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme önündeki kısıtlamaları azaltan ve benzeri birtakım düzenlemeler de önemsenmeyi hak eden adımlardır. Bununla birlikte bu düzenlemelerin düzene karşı örgütlü radikal muhalefetin son dönemlerde güç yitirmesi olgusu ile kısmen de olsa kolaylaştığı söylenebilir. Ama MGK ve daha genelde de ordunun gerek kurumsal düzeyde sahip olduğu birtakım ayrıcalıklarından, gerekse de siyaset belirleyici konumundan uzaklaştırılmasına yönelik düzenlemelerin kışla düzeninin yaygın biçimde hüküm sürdüğü bir vasatta gerçekleşiyor olması gözardı edilemez.
Ordu Birdenbire İhtida mı Etti?
Bu noktada ordunun bütün ipler elindeyken neden geri adım attığı sorusu önem arz etmekte. Hiç tartışmasız, ordu ne genel manasıyla özgürlükleri genişleten düzenlemeleri, ne de kendi konumuna getirilen sınırlamaları isteyerek, benimseyerek kabullenmemiştir. Yapılmak istenen düzenlemelerin tümü doğrudan askerlerce ya da dolaylı biçimde militarist ideolojinin kışla dışındaki temsilcileri ve uzantıları tarafından engellenmeye, püskürtülmeye, başka bir şey yapılamadığında güdükleştirilmeye ya da içi boşaltılmaya çalışılmıştır. Bunda da tümüyle başarısız oldukları sanılmamalıdır. Nitekim bazı düzenlemeleri geciktirmeyi, bazılarını da pazarlık yoluyla esnetmeyi başarmışlardır. Ama nihai tahlilde yetki alanlarının sınırlanmasını ve siyaset kurumu üzerindeki belirleyici konumlarının zayıflamasını engelleyememişlerdir.
Burada AB ile yürütülen pazarlıkların temel belirleyici olduğu açık. Türkiye'de egemen güçlerin yüzlerinin Batı'ya dönük olması ve Batı ile bütünleşme hedefinin kurucu ideolojinin en üst ilkelerinden birini teşkil etmesi belirleyici rol oynamaktadır. Batı konusu Türkiye'de egemenler açısından adeta akidevi bir kimlik konusu olduğundan bu istikametten esen rüzgarlara karşı koyma diye bir şey mümkün olamamaktadır. İçerdiği kimi hususlar son derece rahatsız edici de olsa, birtakım ayrıcalıkların yitirilmesi tehlikesine yol açsa da en fazla aşındırma yöntemi tercih edilebilmekte ama cepheden reddetme, karşı çıkma tavrı söz konusu olmamaktadır. Bunda şüphesiz egemenlerin kendi aralarında yekpare bir yapı teşkil etmemelerinin de payı vardır. Ordu büyük bir güç ve sistem üzerinde asıl belirleyici olmakla birlikte tek başına değildir ve AB konusu hakim sınıflar ittifakında ordu aleyhinde bir eğilimi öne çıkartmıştır. Son dönemlerde AB merkezli tartışma ve gelişmeler, doğrudan ya da dolaylı biçimde asker merkezli kimi eleştiriler, rahatsızlıklara yol açmış olsa da sistemde etkili diğer güç odaklarının kesin biçimde AB yanlısı tavırları aşılamamıştır.
Sistemde reform yönünde atılan adımların büyük ölçüde AB rüzgarıyla mümkün olduğu açık olmakla birlikte, askeri bürokrasinin kısmen geri çekilme tavrı içine girmesi sadece AB programına karşı çıkmama/çıkamama tutumundan kaynaklanmamıştır. Kısa bir süre önce yapılan seçimlerde bürokratik oligarşinin ağır bir yenilgi almış olmasının da bu geri çekilmede belirleyici rol oynadığı unutulmamalıdır. Şöyle ki, 28 Şubat sürecinde sistemli bir tarzda siyasi iktidarı ve toplumu denetim altına alma, yönlendirme çabaları yürüten güçler önce malum süreçte her açıdan ülkeyi iflasın eşiğine getirmiş; ardından da 3 Kasım seçimleriyle birlikte mutlak bir yenilgiye uğramış ve mecburen geri çekilmek zorunda kalmışlardır. Tüm darbe sonrası süreçlerde olduğu üzere şimdi diktacılar ricat dönemini yaşamaktadırlar. Dolayısıyla bu dönemde süngüleri biraz daha düşmüş, sesleri biraz daha kısılmış, kendilerine güvenleri biraz daha azalmıştır. Hükümetin Meclis'te güçlü bir gruba sahip olmasının da katkısıyla istediği yasal düzenlemeleri zorlanmadan gerçekleştirebilmesi diktacı güçlerin işini iyiden iyiye güçleştiren önemli bir faktördür.
Her şeye rağmen tüm bu yaşananların Türkiye siyasetini değiştirmeye, ona yön vermeye etkisinin ne olacağı şimdilik bir muamma. Atılan adımların kalıcı değişimlere yol açması ancak paralel başka adımlarla ve uygulamada bürokratik oligarşiyi geriletmeye kesin kararlı bir politik tutumun izlenmesiyle mümkün olabilecektir. Hükümetin ise bu noktada açık ve cesur bir tavrının bulunduğu söylenemez. Gerginlikleri artırmama, yeni gerginlikler üretmeme endişesi hükümeti kimi zaman zaaflı, kimi zaman ise çelişik tutumlara sürüklemektedir.
Bu noktada gösterilen zafiyet anında karşı tarafı hareketlendirmekte ve mevzi kaybetmeme endişesiyle baskıcı işleyişi kesintisiz biçimde sürdürmeye sevk etmektedir. Örneğin bir yandan uyum yasalarıyla özgürlüklerin geliştirildiği söylenirken diğer yandan adli reform adı altında toplumdan gizli yürütülen bir düzenlemeyle muhalif anlayış ve örgütlenmelere öldürücü mahiyette cezalar verilebilmesinin yolunun açılması, 141, 142, 163'ü mumla aratacak ceza maddeleri hazırlığı; bir yandan Kürtçe yayın yasağı önündeki engeller kaldırılırken öte yandan sanatçı veya yazarların hayali isnatlarla "bölücü örgüt propagandası" suçundan gözaltına alınmaları, yargılanmaları hız kesmeden devam etmektedir. "Yasa çıkartmak yetmez uygulamayı görelim" diyenleri mızıkçılık yapmakla suçlayanlar, gerçekten de pratikte yasal düzenlemelerin nasıl boşa çıkartıldığını görmezden gelmektedirler. Örneğin 312. madde konusunda yapılan tüm değişliklere rağmen son zamanlarda DGM'lerin yeniden 312. maddeden ceza yağdırmaya başladıklarını ibretle izlemekteyiz. Yine gerçekleştirilen birtakım yasal değişikliklere karşın ordu Kur'an kurslarından okullara çeşitli kurumlan ve memurlardan sivillere, gazetecilere kadar her kesimden insanı denetim altında tutma eğilimini ise neredeyse hiçbir siyasi hukuki tepki görmeksizin sürdürmektedir. Başörtüsü zulmü ise zaten hız kesmeden olanca hukuksuzluğuyla, vahşiliğiyle sürüp gitmektedir.
Gelişmelerin Yönü Nasıl Belirlenecek?
Türkiye'de belli dönemlerde kimi zaman içeriden yükselen talepler, çoğu kez de dış konjonktürel zorlamalarla sistemi reform etme, bireylerin ve toplulukların özgürlük alanını genişletmeye ve siyasi iktidar üzerindeki bürokratik vesayeti kırmaya dönük adımlar atılmıştır. Bunlar süreç içinde belli kurumların, pratiklerin ve geleneklerin yerleşmesine de etki etmiştir. Ne var ki, sistemin kurucu ideolojisinden ve sistem üzerindeki egemen güçlerin tahakkümcü karakterinden kaynaklanan nedenlerle bu tür adımlar süreç içinde boşa çıkartılmış ve oligarşik dikta düzeni korunmuştur.
Şimdilerde yeniden demokratikleşme çabalarının yoğunlaştığı bir döneme girilmekte. İktidarın tümüyle seçilmiş iktidarlara devredilmesinin sistemin yapısı nedeniyle mümkün olamayacağı açık olmakla birlikte, konjonktürün iyi değerlendirilmesiyle en azından oligarşik işleyişi geriletici birtakım adımların atılması mümkün olabilir. Ne var ki, bunun önünde temel iki engel bulunmakta: Öncelikle düzenlemelerin toplumsal taleplerin zorlamasının bir sonucu olmayıp, büyük ölçüde dış zorlamalarla gerçekleşmesi atılan adımların en temel zaafını ve zayıf noktasını teşkil etmekte.
Öte yandan Ak Parti hükümetinin ne ideolojik-siyasi geleneği, ne de kadroları itibariyle bırakalım sistemde bütüncül ve köklü bir dönüşümü gerçekleştirmeyi, kapsamlı ve kendi içinde tutarlı bir siyasi program dahi sunmaktan aciz oluşu da düzenlemeleri güdükleştirmekte, akibetini tehlikeye sokmaktadır. Atılan adımlar bir anlamda dışarıdan destek buldukça, ekonomik işleyiş aksaklıklara uğramadan sürdürüldükçe onaylanan, aksi durumlar söz konusu olduğunda veto edilen düzenlemeler olarak kalmaya mahkum olabilecektir. Şüphesiz hükümetin tüm zaaflarına, ikircikli adımlarına rağmen sistem üzerinde boğucu bir kuşatmaya dönüşen kışla düzenini geriletmeye, özgürlükleri genişletmeye yönelik adımlarının kesintiye uğramadan sürmesi başta düzeni bütüncül manada değiştirmeye, dönüştürmeye aday muhalifler olmak üzere toplumun bütün kesimleri açısından olumlu ve hareket alanını genişletici bir gelişme olacaktır. Ama gözden kaçırılmamalıdır ki, şartları, ortamı lehe değiştirmek, olumlu yönde istifade etmek öncelikle var olmayı, özgün kimlik ve kadrolarla ayakta durmayı zorunlu kılar.